Cimâ’u’l-İlm – Haber-i Vahid Savunması

A. [GİRİŞ]

Bismilllhirrahmanirrahim

1- Rebi b. Süleyman’ın(1) (ö. 270/883) bize(2) naklettiğine göre Muhammed b. İdrîs eş-Şâfiî (150-204/767-819) şöyle de­miştir:

İnsanların âlim olduğunu düşündüğü veya kendisini ilim ada­mı olarak tanıtan hiç kimsenin, Resûlullah’ın emirlerine uyup ver­diği hükümlere teslim olmanın, Allah tarafından farz kılındığına itiraz ettiğini duymadım. Allah, insanlar için, Hz. Peygambere tâbi olmaktan başka bir yol bırakmamıştır. Her hâlükarda bir söz, ancak Kur’ân a veya sünnete dayanarak bağlayıcılık kazanır. Ki­tap ve sünnetin dışındaki her şey onlara tâbidir(3). Resûlullah’tan nakledilen “haberlerin” kabul edilmesi gerektiği konusunda bize, bizden önce yaşamış olanlara ve bizden sonra gelecek olanlara, Allah tarafından bildirilen emir aynıdır(4). Hz. Peygamberden gelen haberleri kabul etmek gerektiği hususunda, görüşlerini açık­layacağım bir tek grup dışında itirazı olan yoktur

2-Ehl-i kelâm(5), Resûlullah’tan gelen haberlerin tesbiti konu­sunda çok farklı gruplara ayrılmıştır. Yine insanların fakih(6) say­dıkları bazı kimseler de bu hususta ayrılığa düşmüşlerdir. Bunla­rın bir kısmı taklit, kıt düşünce, gaflet ve önder olma hırsı gibi fikir ve davranışlara sıkça girmiştir.

3-Haklarında bilgi sahibi olduğum her grubun görüşlerin­den bir örnek vereceğim. Bu örnekler, onların fikirleri hakkında birer ipucu olacaktır.

B. HABERLERİN TAMAMINI REDDEDEN GRUBUN GÖRÜŞLERİ

4Şafiî: Arkadaşlarının fikirlerine (mezhebine) vâkıf olduğu ifade edilen birisi bana şöyle dedi:

Sen Arapsın. Kur’ân-ı Kerim de senin kavminin diliyle nazil olmuştur. Ayrıca sen, iyi bir Kur’ân hafızısın. Kur’ân da Allah’ın bildirdiği bir takım farzlar bulunmaktadır. Onun tek bir harfinde dahi, birinin aklı karışıp da şüpheye düşse, onu derhal tövbeye davet edersin. Tövbe ederse tamam, aksi takdirde onun öldü­rülmesine hükmedersin. Allah, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyur­muştur: “Bu kitabı da, her şeyi açıklayan ve Müslümanlara doğruyu gösteren bir rehber, bir rahmet kaynağı ve bir müjdeleyici{ olarak indirdik”(7). O halde senin veya bir başkasının, Allah’ın farz kıldığı bir hususta, bazen, “Burada farz umûmi mânâ ifâde etmektedir”, bazen de “Burada farz özel (hâs) mânâ ifâde eder” demesi nasıl caiz olur? Yine bir yerde “Burada emir kesin farz ifade eder” derken, bir başka yerde “Burada emir sadece dela­let ifade eder” demesi ve hatta isteğine göre bazen “Emir ibâha ifade eder” demesi de caiz olmasa gerektir.

5-Bundan daha fazla ayrılığa düştüğünüz şey ise şudur: Her tabakada birer kişinin bulunduğu bir isnadla, Resûlullah’tan nak­lettiğin bir, iki veya üç hadis olduğunu farzedelim. Senin ve se­ninle aynı kanaatte olanların, dürüstlük ve hafıza gücü itibariyle ileri seviyede gördüğünüz kişilerin ve yine benim de tanıdığım başka bazı kimselerin, hadis rivayet ederken yanılmalarını, unut­malarını ve hata etmelerinin muhtemel kabul ettiğinizi görmek­teyim(8). Hatta o kimselerden pek çoğu hakkında “Falanca şu hdiste hata etmiştir, filanca da şu hadiste hata etmiştir ’ dediğinizi duymaktayım. Yine birisi, sizin kendisine dayanarak bazı şeyle­rin helalliğine veya haramlığına hükmettiğiniz, bir haber-i vâhid hakkında, ”Resululllah böyle bir şey söylememiştir: Siz veya size nakleden hata etmiş, yahut siz veya size rivâyet eden yalan söyle­mekte’’ dese; onu tövbeye davet etmediğinizi görmekteyim. Ona karşı “Ne kötü şeyler söylemektesin” demekten başka bir şey yapmıyorsunuz.

6-O halde, durumlarını anlattığınız kişilerin naklettikleri ha­berlere dayanılarak, mânâsı hemen anlaşılabilen (zâhiri herkesçe aynı olan) Kur’ân hükümleri arasında fark gözetmek hiç caiz olur mu? Eğer böyle yaparsanız onların haberlerini Allah’ın Kitabı’yla aynı makama yükseltmiş olursunuz. O haberlere dayanarak bin­lerinin leh veya aleyhlerinde hüküm veriyor musunuz?

7Şâfiî: Biz ihâtalı(9) (kesin) bir bilgiye, doğru bir habere ve kı­yasa dayanarak hüküm veririz. Bize göre bunlara ulaşma yolları farklıdır. Her ne kadar hepsini de kararlarımızda dayanak olarak alsak bile, bunların bir kısmı diğerlerine göre daha sâbittir.

8-Muârız: Ne gibi?

9-Şâfiî: Bir kimse hakkında, ikrârına, delile, yeminden ka­çınmasına ve karşı tarafın yemin etmesine dayanarak hüküm vermemiz gibi. İkrâr, delilden daha güçlüdür. Delil ise yeminden kaçınmaktan ve karşı tarafın yemininden daha güçlüdür. Her ne kadar bizler bunların hepsiyle aynı hükmü versek bile, bunlara ulaşma yolları farklıdır.(10)

10-Muârız: Rivâyetlerini kabul etme konusunda görüşü açıkladığın kimselerin naklettikleri haberleri kabul edersen!-» bu haberleri reddedenlere karşı deliliniz nedir?

11-Ben içinde vehim bulunması muhtemel bir şeyi kabul etmem. Tek bir harfinde bile şüphe bulunmayan Kur’ânda olduğu gibi ancak hak olduğunu kesin olarak bileceğim şeyi kabul ederim. îhâta (yakîn) seviyesinde olmayan bilgiyi, kat’î bilgi dü­zeyinde kabul etmek mümkün müdür?

12-Şâfiî : Kur’ân’ın ve Allah’ın hükümlerinin indirildiği dili bilen kişi, dürüst kimselerin Resûlullah’tan naklettiği haberleri kabul eder ve hadislerin delâlet ettiği şeyle Allah’ın hükümleri arasındaki farkı anlar(11). Böylece Resûlullah’ın mevkiini de öğrenmiş olur. Çünkü sen peygamberi görmedin. Ondan nakledilen haberler ya haber-i hâssa ya da haber-i âmme şeklindedir.

13-Muarız: Evet.

14-Şâfiî: O halde bu söylediğine inanıyorsan kendi delilini reddediyorsun demektir.

15-Muârız: Rivâyet edilen bir haberin kabulü konusun­da bu delile benzer başka deliller de gösterebilir misin? Bunu yapabilirsen sunduğun delil daha çok açıklığa kavuşacak, sana muhâlif olanlara karşı daha güçlü bir hale gelecek ve kendi gö­rüşünden vazgeçip senin fikrini benimseyenlerin vicdanlarını iyi­ce rahatlatacaktır.

16- Şâfiî: Biraz insaflı düşünürsen anlarsın ki söylediğin bir kısım sözler, senin hala vazgeçmen gereken bir fikri savundu­ğunu ve dikkatsiz davranmanın uygun olmadığı dînî bir mesele hakkında bu gafletinin sürüp gittiğini göstermektedir.

17- Muarız: Aklına gelen bir şeyler varsa anlatır mısın?

18- Şâfiî: Allah Teala şöyle buyurmuştur: “Ümmîler içinde kendilerinden olan ve onlara Allah’ın ayetlerini okuyan, onları yücelten, onlara Kitâb’ı ve hikmeti öğreten bir elçi gönderen O’- dur”(12)

19- Muarız: Zikredilen “Kitap” kelimesinden Allah’ın Kitabı’nın kastedildiğini anlıyoruz. Peki “Hikmet” kelimesi neyi ifade etmektedir?

20- Şâfiî: Hz. Peygamber in sünnetini(13).

21- Muârız: “Kitab’ı” genel olarak, “Hikmeti” de Kitab’ın ah­kamı sadedinde özel olarak öğretmesi söz konusu olabilir mi?

22- Şâfiî: Namaz, zekât, hac vb. konulardaki farzların müc­mel yönlerini onlara açıkladığı gibi, Allah’ın indirdiklerini onlara beyan etmesini kastediyorsun. Bu durumda Allah, Kur’ânı’nda bir takım emirler vermiş ve bunların keyfiyetini de Peygamberi­nin diliyle açıklığa kavuşturmuş olur, öyle değil mi?

23- Muârız: Böyle olması muhtemeldir.

24- Şâfiî: Eğer bu görüşte isen, bu durumda “Hikmet’ söylenen ilk anlamdadır. Yani ona ancak Resûlullah’tan gelen bir haberle ulaşabilirsin.(14)

25- Muarız: “Kitap” ve “Hikmet” kelimelerinin aynı manayı ifade ettiklerini kabul edip sözün tekrarlandığını söylesem ne dersin?

26- Şâfiî: “Kitap” ve “Hikmet”in ayrı şeyler olmaları mı, yoksa aynı mânâya gelmeleri mi daha uygundur?

27- Muârız: Onların söylediğin gibi “Kitap” ve “Sünnet” olarak ayrı manalara gelmeleri mümkündür. Ancak aynı şey ol­maları da muhtemeldir.

28- Şâfiî: Bu mânâlar içinde en açık (zâhir) olanı en uygun olanıdır. Kur’ânda da bizi destekleyen, sizin görüşünüze karşı olan deliller mevcuttur.

29- Muârız: Nerede?

30- Şâfiî: Allah şöyle buyurmuştur: “Evlerinizde tilâvet edi­len Allah ayetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah Latiftir, Habîrdir”(15). Bu ayette Allah, onların evlerinde iki şeyin tilâvet edildiğini haber vermektedir.

31- Muârız: Kur’ân tilâvet olunur. Peki “Hikmet” nasıl tilâvet edilir ki?

32- Şâfiî: Tilâvetin mânâsı Kur’ân ve sünnetle konuşmaktır.

33-Muârız: Bu, önce söylediklerine göre “Hikmet”in Kur’ân- dan farklı bir şey olduğunu daha açık bir şekilde göstermektedir.

34-Şâfiî: Allah, Peygamberine uymamızı emretmiştir.

35-Muârız: Nerede?

36-Şâfiî: Allah şöyle buyurmuştur: “Hayır, Rabb’in hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükme, içlerinden hiçbir burukluk duymadan, tam anlamıyla teslim olmadıkça inanmış olmazlar. ’(16)

37-Yine Allah şöyle buyurmuştur: “Kim Peygambere itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur”(17).

38-Yine Allah şöyle buyurmuştur: “Peygamberin emrine aykırı davrananlar, kendilerine bir belanın çarpmasından, yahut onlara acı bir azabın uğramasından sakınsınlar”(18).

39-Muârız: “Hikmet”in Resûlullah’ın sünneti olduğunu söylemek bu konuda benimsenecek en uygun görüştür. Ancak “Allah Resûlullah’ın hükmüne teslim olmamızı emretmiştir, Resûlullah’ın hikmeti de Allah’ın indirdikleri arasındadır (yani Kuran içindedir)” şeklinde arkadaşlarımızın söyledikleri söz doğru kabul edilirse eğer, Hz. Peygamberin hadisine uymayanların da aslında Resûlullah’ın hükmüne teslim olduğu söylenebilir.

40-Şâfiî: Allah bize Resûlullah’ın emirlerine uymamızı em­retmiştir. O şöyle buyurmuştur: “Peygamber size ne verdiyse onu alın ve neden nehyettiyse ondan da kaçının!”(19)

41-Muârız: Kur’ân’da Resûlullah’ın emrettiklerini yapıp nehyettiklerinden kaçınmamız gerektiği açıkça zikredilmiştir.

42-Şâfiî: Bize, bizden öncekilere ve sonrakilere verilen emir aynı mıdır?

43-Muârız: Evet.

44-Şâfiî: Hz. Peygamber’e tâbi olmak bize emrediliyorsa,kesin olarak biliyoruz kİ verdiği hükümlerin öğrenilme yolunu da bize göstermiştir.

45- Muârız: Evet,

46- Şâfiî: Sen, senden önce yaşayıp da Resûlullah’ı gör­memiş bir başkası veya senden sonra gelecek birisi, Resûlullah’ın emirlerine uyarak, Allah’ın hükmünü yerine getirmek için, Hz. Peygamber’den nakledilen haber dışında başka bir yol bu­labiliyor musunuz?

47– Bunları sadece nakledilen haberler vasıtasıyla elde et­mem, Resûlullah’tan nakledilen hususları kabul etmem konu­sundaki Allah’ın emri sebebiyledir.

48- (Ona şunları da söyledim.) Kur’ân’daki nâsih mensûhlar konusunda da bunlar sana gereklidir.

49- Muârız: Bu konuda da bir şeyler söyleyebilir misin? .

50Şâfiî: Allah şöyle buyurmuştur: “Birinize ölüm geldiği zaman eğer bir mal bırakacaksa, anaya, babaya, yakınlara uygun bir biçimde vasiyet etmek korunanlar üzerine bir borçtur”(20).

51-Miras konusunda ise şöyle buyurmuştur: Ölenin ço­cuğu varsa geriye bıraktığından ana babasından her birine altıda bir hisse verilir. Eğer çocuğu yok da ana babası ona varis oluyor­sa, anasına üçte bir düşer. Eğer kardeşleri varsa annesinin payı altıda birdir.(21)

52- Bizler Resûlullah’tan nakledilen habere(22) dayanarak mi­ras ayetinin, ana babaya ve yakın akrabalara vasiyet ile ilgili ayeti neshettiğini söylemekteyiz(23). Eğer biz haberleri kabul etmesek ve birisi de “Vasiyet ile ilgili ayet miras ayetini neshetmiştir” dese(24); ona karşı Hz. Peygamber den rivayet edilen haberden başka bir delil bulabiliyor muyuz?(25)

53- Muârız: Bu konu “Kitap” ile “Hikmet” konusunun bir benzeridir. Resûlullah’tan nakledilen haberleri kabul etmemiz ge­rektiği hususunda delilin de açıktır. Zikrettiklerine ve bunlara ben­zer Kur’ân’ın başka ayetlerine dayanarak bütün Müslümanların Hz. Peygamber’e ait haberleri kabul etmesi gerektiğini düşünü­yorum. Ben, delil sunulan konularda görüşümden dönmeyi bir gurur meselesi yapmam. Bilakis fikrimi değiştirmem gerektiğin­de, bunu yaparım ve doğru gördüğüm düşünceyi benimserim.

54- Ancak sen nasıl oluyor da Kur’ân’daki umûmî mânâ ifa­de eden şeyleri, bazen genel mânâsı içinde kabul ederken, bazen de onların husûsî anlam ifade ettiklerini söyleyebiliyorsun?

55- Şâfiî: Arapça geniş bir dildir. Umum ifade eden bir şey söyleyip husûsî anlamı olan bir şeyi kastedebilirsin. Bu durum lafızlardan anlaşılabilir. Bir ayetteki âmm lafızdan hâss bir mânâ kastedildiğini ancak buna delâlet eden bir habere dayanarak anlarım. İşte böylece Allah Kur’ân-ı Kerim’de bir takım umûmî ifa­deleri kullanmış ve bunların bir kısmını yine Kur’ân’da açıklamış, bir kısmını da sünnetle beyan etmiştir.(26)

56- Muarız: Örnek verebilir misin?

57- Şafiî: Allah şöyle buyurmuştur: ”Allah her şeyin yaratı. asıdır”(27). Bu umûmî mânâ kastedilerek söylenmiş genel nitelikli bir sözdür(28).

58- Yine Allah şöyle buyurmuştur: “Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız, günahlardan en çok korkanınızdır”(29). Bütün insanlar bir erkek ve dişiden yaratılmıştır. Bu da kendisiyle umûmî mânâ kastedilen genel bir ifadedir.

59- Ancak bu ayette husûsî bir mânâ da vardır. Allah şöyle buyurmuştur: “Allah yanında en üstün olanınız, günahlardan en çok korkanınızdır(30). Halbuki takvalı olup olmamak ancak akıllı ve bulûğa ermiş kimseler için düşünülebilir(31).

60- Yine Allah şöyle buyurmuştur: ”Ey insanlar; size bir temsil verildi, onu dinleyin: O Allah’tan başka yalvardıklarına (var ya), onların hepsi bir araya toplansalar, bir sinek dahi ya­ratamazlar…”(32) Kesin olarak bilinmektedir ki Hz. Peygamber döneminde yaşayan insanların tümü müşrik değildi. Zira mü’min olan insanlar da vardı. Dolayısıyla burada umûmî mânâsı olan bir ifade kullanılmış, ama sadece müşrik olanlar kastedilmiştir(33).

61- Yine Allah şöyle buyurmuştur: “Onlara deniz kıyısında bulunan kentin durumunu sor. Hani onlar cumartesine saygı­sızlık edip haddi aşıyorlardı”(34). Burada haddi aşanların “kent” değil, “kent halkı” olduğu açıktır(35).

62- Bunlar dışında Kitabım’da (er-Risâle) yazdığım(36) pek çok hususu da ona anlattım.

63- Muarız: Bunların hepsi doğrudur. Ancak bana öyle bir umûmî mânâ taşıyan ifade söyle ki ondan husûsî mana kaste­dildiği Kur’ân’da açıklanmamış olsun.

64Şâfiî: Allah namazı farz kılmıştır. Bunu insanların ta­mamına emredilmiş bir şey olarak görmüyor musun?

65- Muârız: Elbette ki insanların tamamına farz kılındığını düşünüyorum.

66- Şâfıî: Ama hayız halindeki kadınların bu hükmün dı­şında olduğu kanaatindesin, öyle değil mi?(37)

67- Muârız: Evet.

68- Şâfiî: Zekâtında bütün malları kapsadığını görüyorsun, ama bazı malların bundan istisna edildiğini bilmektesin, değil mi?(38)

69- Muarız: Elbette.

70- Şafiî: Ana babaya vasiyet ile ilgili hükmün, miras aye­tiyle neshedildiğini düşünüyorsun, Öyle değil mi?

71- Muarız: Evet.

72- Şafiî: Baba ve anne için miras ile ilgili hükümler umûmî bir nitelik taşımaktadır. Bu arada Müslümanlar sünnete dayana­rak kâfirin mü’mine(39), kölenin hür olan kişiye ve katilin katlettiği kişiye(40) mirasçı olmasını kabul etmezler(41).

73- Muârız: Evet, bunların bir kısmı hakkında bîzler de aynı şekilde düşünmekteyiz.

74- Şafiî: Sizleri böyle düşünmeye sevkeden nedir?

75- Muârız: Sünnet. Zira bu konularda Kur’ân-ı Kerim’de bir nas bulunmamaktadır.

76- Şâfiî: Allah’ın Kur’ân-ı Kerim’de Resûlullah’a itaati em­rettiği ve ona Kur’ân’ın âmm, hâss, nâsih ve mensûh niteliklerini açıklama yetkisi verdiği artık ortaya çıkmış bulunmaktadır.

77- Muârız: Evet. Ben hep bunun aksini savunurdum. Ta ki bu fikrin yanlışlığı ortaya çıkıncaya kadar, insanlar bu konuda iki gruba ayrılmaktadır: Birinci grup, Kur’ânın herşeyi açıkladığını düşünmekte olup hiçbir haberi kabul etmezler.

78- Şâfiî: Bunlara gereken nedir?

79- Muârız: Böyle büyük bir söz onu kötü bir duruma sok­muştur. Birisi, namaz denilebilecek veya zekât sayılabilecek en küçük bir amel yapsa üzerindeki borcu ödemiş olur. Bunun vakti de yoktur. İster günde iki rekât kılsın, isterse de birkaç günde iki rekat kılsın hiç farketmez. Zira Kur’ân’da hakkında açıklama bulunmayan bir konuda hiç kimsenin yapması gereken bir farz bulunmamaktadır.

80- Başka birisi ise şöyle demektedir: Sadece Kur’ân’da anlatılan konularla ilgili haberler kabul edilir. Hakkında ayet bu­lunmayan konularda da söylediğine yakın bir şeyler zikretti. Bi­rinci grupla hemen hemen aynı duruma bunlarda düşmüşlerdir. Bunlar önce haberleri reddediyor, sonra kabul ediyorlar. Bunla­rın fikirleriyle nâsih, mensûh, âmm ve hâss da bilinemez.

81- Bu iki grubun fikirlerinin yanlışlığı ortadadır. Bunların hiçbirini savunmuyorum.

82– Peki ama ihâtalı (kesin) bir delille haram kılınmış bir şe­yin, kesin olmayan bir delile dayanılarak mubah kılınmasını caiz kılacak hüccetiniz var mı?

83- Şâfiî: Evet var.

84- Muârız: Nedir?

85- Şâfiî: Yanımdaki bu kişi hakkında ne dersin? Onun ka­nına ve malına tecâvüz haram mıdır?

86- Muârız: Tabii ki.

87- Şâfiî: Peki iki şâhit onun bir kimseyi öldürüp malını al­dığına ve şu an yanında bulunan malın öldürdüğü kişiye ait ol­duğuna dair şahitlik etse…

88- Muârız: Kısas olarak onu öldürürüm. Malı da, hakkında şâhitlik yapılan maktûlün vârislerine veririm.

89- Şâfiî: Bu iki şahidin yalan söylemesi veya hata etmesi ihtimal dahilindedir, değil mi?

90- Muârız: Evet.

91- Şâfiî: İhâta (kesin bilgi) ifade eden delillere dayanılarak tecavüzden korunmuş olan mal ve kanı, nasıl olur da kesin bilgi vermeyen delile yani iki şâhidin şâhitliğine dayanarak helal sa­yarsın!

92- Muârız: Şâhitliği kabul etmek bizlere emredilmiş bir hu­sustur.

93- Şâfiî: Öldürme konusunda şâhitliğin kabul edilmesi ge­rektiğine dair Kur’ân-ı Kerim’de herhangi bir ayet var mı ki!(42)

94- Muârız: Hayır. Fakat mânen bununla emrolunduğumuzu düşünmekteyim.

95- Şâfiî: Öldürmenin, kısas ve diyete ihtimali olduğu için, bu mânânın öldürme dışında başka bir hükümle ilgisi olabilir mi?

96- Muârız: Bu konudaki delil şudur: Müslümanlar öldürme konusunda iki şahidle hüküm verilebileceğinde icmâ etmişlerdir. Biz de buna dayanarak Kur’ân’ın icmâ edilen bu hususla alakalı olduğunu kabul ederiz. Zira Kur’ân’da ifade edilen mânâ konu­sunda onların bir kısmı hata etse bile, çoğunluğun doğru fikri bulacağına inanmaktayız.

97- Şâfiî: Görüyorum ki Resûlullah’tan nakledilen haberleri kabul ediyorsun artık. Icma ise sünnetten daha alt seviyede bir delildir.

98- Muârız: Bunu kabul etmek zorundayız.

99- Şâfiî: O halde artık sen, kesin bilgiyle (ihâta) haram olan kan ve malı, kesin bilgi vermeyen şahitliğe dayanarak helal kabul eder misin!

100- Muârız: Bunu kabul etmek bize emredilmiştir.

101- Şâfiî: Allah’tan başkası gaybı bilmeyeceğinden, zâhire göre hükmedip, görünen hallerine bakıp iki şahidin dürüst olduklarına dayanmak hükmetmekle emrolunduğunu söylüyor­sun. Bizler şahitlerde aradığımız şartlardan daha fazlasını muhad- dislerde aramaktayız. Mesela şahitliklerini kabul ettiğimiz çoğu kimseden hadis almayız. Yine muhaddisin dürüst mü yalancı mı olduğuna dair, hadis hafızlarıyla aynı konuda naklettikleri ha­dislere, Kur’ân’a ve sünnete bakarız. Bütün bunlar da bir takım işaretler (delâletler) vardır ki bunların şâhitliklerde bulunması im­kansızdır(43).

102- Haberlerin reddedilmesi konusundaki ayrılıktan ve bir kısmının kabul edilirken diğer bir kısmının bazen reddedildiğin­den bahsettim. Bu bağlamda yapılan hatalara ve muhâliflerin çelişkili sözlerinin sonuçlarına dikkat çektim.

103- Burada ve bundan önceki Kitabım’da(44) anlattıklarım­la onlara ve başkalarına karşı bu konudaki delilimi sunmuş ol­maktayım.

104- Muârız: Resûlullah’tan nakledilen haberleri kabul et­mem gerektiğini artık senden öğrenmiş bulunuyorum. Açıkladı­ğın üzere Allah’ın, Resûlullah’a itaati farz kılması sebebiyle, on­dan gelen emirleri kabul etmemizin, Allah’ın emrini kabul etmek gibi olacağını da anlamış bulunmaktayım. Bu, Müslümanların üzerinde icmâ edip ayrılığa düşmedikleri bir husustur. Söyledik­lerinden mü’minlerin ancak hak üzerinde icmâ edecekleri de biz­ce mâlum olmuştur artık.

105- Peki ama ne Kur’ân’da ne de sünnette hakkında hiç­bir açıklama yapılmayan konularda ne diyorsun? Bunlara ait bir takım sorular sana da soruluyor, sen de bir şeyleri îcâb ettirici veya iptal edici cevaplar veriyorsun. Bu konularda söz söylemeni caiz kılan şey nedir? Cevabının doğru mu yanlış mı olduğunu nereden biliyorsun? Konuyla ilgili bir delil bulmaya çalışarak mı hüküm veriyorsun, yoksa hiç araştırma yapmadan öylesine mi fetva veriyorsun? Elinde kıyas yapabileceğin bir misal olmaksızın bir takım şeyleri helal veya haram kılmana ve bazı hususlarda ayırıma gitmene kim izin vermiştir? Eğer bunu kendin için câiz görürsen başkalarının da ellerinde hiçbir misalleri ve hatalarının anlaşılmasını sağlayacak bir şeyler bulunmadığı halde akıllarına gelen her şeyi söylemeleri câiz olur.

106- Mümkünse delilini açıkla. Bunu yapamazsan söyle­diklerin dayanaksız kalır ve reddedilir.

107- Şâfiî: Ben veya bir başka âlim, herhangi bir hususu mu­bah veya yasak kılma konusunda, yine birisinden bir şeyler alma veya birisine bir şeyler vermeyle (birisinin leh veya aleyhinde hükmetmeyle) ilgili olarak ayet, sünnet, icmâ veya bağlayıcı hiç­bir haber bulamazsa hüküm beyân edemez.

108- Bunlardan hiçbirinde delil olacak bir şey yoksa, istihsânımıza(45) veya aklımıza gelen bazı şeylere dayanarak bir şey­ler söylememiz câiz olmaz. Sadece bağlayıcı bir haber aradıktan sonra kıyas yoluyla bir şeyler söyleyebiliriz.

109- Bizim doğru ve yanlışımızı gösterecek bir örneğe kı­yas edilmeksizin hüküm vermemiz caiz olsaydı, başkalarının da akıllarına esen şeyi söylemeleri câiz olurdu(46). Ancak bizlerin ve çağdaşımız olan herkesin sadece anlattığımız şekilde hüküm ver­meleri gerekmektedir.

110- Muârız: Anladığım şu ki, açıkladığın üzere sadece kıyas yoluyla bir şeyler söyleyebiliyorsun. Bunun dışında ise hüküm vermen mümkün değildir. Sana iki sorum var:

111– Birincisi: Kıyas yapmanı mubah kılan hüccet nedir? Haber gibi kesin bir bilgiye (ihâta) yapılan kıyas da ictihaddır. Kı­yas dışında hüküm vermeni engelleyen şey nedir, anlatır mısın? Vereceğin cevabı lütfen kısa tut.

112- Şâfiî: Allah Kur’ân-ı Kerim’i her şeyi açıklayıcı olarak indirmiştir(47). “Açıklayıcılık” çeşitli şekillerde olmaktadır: Birincisi, farz olan hususları Kur’ân’da açıkça zikretmesi, diğeri ise Kur’ân-ı Kerim’de mücmel olarak indirip de bunların anlaşılması için içtihâdı emretmesidir. Kullarında yarattığı bir takım işâretlerle isteni­len şeye ulaşma yolunu kullarına göstermiştir. Bu işâretlerle kul­larına, farz kıldığı konuları öğrenme yöntemini de göstermiştir.

113- Farz kıldığı hususları araştırmayı kullarına emredince bu sana iki şeyi gösterir: İlk olarak araştırma, ancak hedeflenen şeye giden bir yola tutunularak yapılır. Yoksa araştırmacının rastgele isteğiyle olmaz. İkinci olarak ise Allah, araştırılmasını emrettiği hususun incelenmesinde içtihâdı farz kılmıştır(48).

114- Muârız: Bu söylediğine delâlet eden şeyi açıklar mı­sın?

115- Şafiî: Allah şöyle buyurmuştur: “Biz senin yüzünün gö­ğe doğru çevrilip durduğunu görüyoruz. Elbette seni, hoşlanacağın bir kıbleye döndüreceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram ta­rafına (şatr) çevir'(49). Ayette geçen “şatr” kelimesi “yön, taraf” an­lamındadır. Bu da yönünün Kâbe’ye doğru olması demektir(50).

116- Muarız: Evet.

117- Şafiî: Allah yine şöyle buyurmuştur: “O’dur ki karanın ve denizin karanlıklarında yolu bulmanız için size yıldızları ya­rattı'(51).

118- Yıldızları, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizme­tinize verdi. Dağları ve yeryüzünü yarattı”.(52)

119– Mescid-i Haram’ı da yeryüzünde bulunduğu yere koy­muş, insanlara, oraya doğru yönelmelerini emretmiştir. Bunların bir kısmı Kâbe’yi gördüğü için, onların yönelirken hataya düşme­leri câiz değildir. Bir kısım insanlar ise evleri Mescid-i Haram’a uzak olduğundan onu görememekte ve yıldızların, güneşin, ayın, rüzgarların, dağların, rüzgarın esmeye başladığı yerin yardımıyla kıblesini belirlemeye çalışır. Bunların her biri farklı bir durumda kullanılan yollardır. Bunlar, doğru yolu gösteren birbirinden ba­ğımsız metodlardır(53).

120- Muarız: Bu husus dediğin gibidir. Ancak, sen sadece kesin bilgiye sahip olarak yöneldiğinde tam olarak kıbleye doğru durmuş olursun.

121- Şafii. Eğer kesin bilgiye sahip iken Kabe ye yöneldiğim de mükellef olduğum şeye isabet etmiş olup, bundan daha fazla­sıyla mükellef değilsem, tamam!

122- Muarız: Kabe’ye yöneldiğinde tam olarak isabet ettiğini kesin biliyor musun?

123- Şafiî: Ben Kâbe’ye tam olarak yöneldiğimi bilmekle mükellef miyim ki! Bu konuda araştırma yapmakla (ictihadla) mükellefim.

124- Muârız: Mükellef olduğun husus nedir ki?

125- Şafiî: Mescid-i Haram yönüne yüzümü çevirmekle so­rumluyum. İnsan, Kabe’nin yerini tam olarak ancak görmek su­retiyle bilebilir. Görmediği bir şey hakkında ise kesin bilgiye sahip olamaz.

126- Muarız: Bu durumda senin isabetli davrandığını mı söyleyeceğiz?

127- Şafiî: Evet. Söylediğim mânâda bana emredilen şeyi tam olarak yerine getirmiş olmaktayım(54).

128- Muârız: Bu konuda en doğru cevabı vermiş olmakta­sın.

129- Şâfiî: Tam olarak yönelmekle sorumluyum diyen kişi, namazlarını hep Kâbe’ye tam olarak yöneldiğine dair kesin bir bilgi içerisinde kıldığını iddia etmektedir. Halbuki Kur’ân-ı Kerim anlattığım üzere Mescid-i Haram yönüne yüzümüzü çevirmemizi emretmektedir. Yönelmek (teveccüh) ise araştırmak ve içtihâd etmektir. Kesin bilgi (ihâta) değildir.

130- Muârız: Bundan başka aklına gelen bir şeyler varsa on­ları da açıkla.

131- Şâfiî: Allah şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler; ihramlı iken av hayvanı öldürmeyin. İçinizden kim kasten onu öl­dürürse, yaptığı işin vebalini tatması için, öldürdüğü hayvanın dengi ona cezadır ki, Kâbe’ye ulaşacak bir kurban olmak üzere buna yine içinizden iki adaletli kişi hükmederi yahut (ceza olmak üzere) bir keffarettir ki, ya o nisbette fakirleri doyurmak, yahut onun dengi oruç tutmaktır. Allah geçmişi affetmiştir. Fakat kim de bu suçu tekrarlarsa, Allah ondan intikamını alır. Allah daima galiptir, intikam sahibidir”(55).

132– Bu iki adil kişi, ceza olarak belirlenen hayvanın, öldü­rülen hayvana denk olduğuna içtihâd ederler. Zira nitelikler çe­şitlilik arzetmektedir. Küçüğü vardır, büyüğü vardır. Bu iki âdil kişiye verilen sorumluluk, denkliğe ictihadla hüküm vermeleridir. Hüküm konusunda onları serbest bırakmamış, benzerliği (hay­vanların denk olmasını) araştırmalarını istemiştir(56).

133- Bu âyet de önceki âyet ile aynı şeye delâlet etmektedir. O da şudur: Benzerlik konusunda ictihadla hüküm vermek gere­kiyorsa, ictihadla sadece benzerliğe hükmetmek gerekir. Ne bu konuda ne de kıble konusunda, eğer kıbleyi görmüyorsa ve Kâbeye tam olarak yöneldiğine dair kesin bilgiye de sahip değilse, kıble yönünü gösterecek hiçbir vasıtayı kullanmaksızın, ictihad edip araştırmadan, dilediği yöne doğru namaz kılmakla emro- lunmamıştır. Av konusundaki durum da bununla aynıdır.

134– Dolayısıyla bunlar, birisinin ilim konusunda ancak içtihâda dayanarak söz söyleyebileceğini göstermektedir. Bu ko­nudaki ictihad, kıble ve av konularındaki ictihadla aynıdır.

135– Içtihâd ancak Kitap, sünnet gibi bağlayıcı haberleri veya icmâyı bilen kimse tarafından yapılabilir. Nasıl görmediği Kâbe’ye yönelme konusunda ve hayvanların denkliğini belirle­me konusunda araştırma yapıyorsa, anlattığım bazı şeylerle is­tidlal ederek kıyas yoluyla bunu araştırabilir.

136- Ancak bilgisi olmayanın ilim konusunda bir şeyler söy­lemesi câiz değildir(57).

137- Bunun bir benzeri de şudur: Allah şâhitlerin âdil ol­malarını emretmiştir. Adalet ise dindarlık ve şehadet için akıllı olmaktır. Eğer bu iki husus zâhiren tamam ise o kişinin şehadetini zâhire göre kabul ederiz. Halbuki onun içinde görünüşünün zıttı bir kişilik taşıması da mümkündür. Ancak bizler gaybı bilmek­le sorumlu değiliz. Kendisinde adalete delalet edecek işaretler bulunmayan kimsenin, iç dünyasının dış görünüşüne uyup uy­madığını tam olarak bilemediğimizde, şahitliğini kabul etmemize de izin verilmemiştir. Bu da öncekinin işaret ettiği hususa delalet etmektedir.

138– Hiç kimsenin ilim konusunda anlattığımız metod dı­şında bir şeyler söylemesinin câiz olmadığı açıktır.

139- Muârız: Herkesin anlayabileceği bir misal gösterebilir misin?

140- Şâfiî: Evet.

141- Muârız: Peki nedir o?

142- Şâfiî: Elbiselerin, kölelerin ve diğer ticaret eşyalarının çeşitli kusurlara sahip olduklarını biliyorsun. Hakim bunu tespit için kime danışır?

143- Muârız: Bu hususun uzmanlarına tabii ki.

144- Şâfiî: Çünkü onlar cahillerden farklıdır. Onlar, çarşı pazarı iyi bilir ve malın değerini düşürecek kusur ile düşürmeyecek kusuru tespit edebilirler, öyle değil mi?

145- Muârız: Evet.

146- Şâfiî: Bunu başkaları bilemez mi?

147- Muârız: Evet bilemez(58).

148- Şâfiî: Peki, uzmanların bu konudaki bilgisi çarşıdaki bir malı diğerine kıyas etmeleri şeklinde gerçekleşen bir ictihad değil mi?

149- Muârız: Evet.

150- Şâfiî: Onların bu kıyası bir ictihaddır, kesin bilgi (ihata) değildir, öyle değil mi?

151- Muârız: Evet.

152- Şâfiî: Peki, başka akıllı insanlar da “Sizler bunların doğru tespitte bulunup bulunmadıklarını kesin olarak bilme­mektesiniz, o halde bizler de ictihad edeceğiz’ deseler; onlara “Bu kişiler uzman oldukları için ictihad ediyorlar. Sen ise cahil olduğun bir konuda ictihad etmeye kalkışıyorsun. Yani rastgele konuşmuş oluyorsun” demez misin?

153-Muarız:0na bundan başka cevap verilmez. Ona karsı delil olarak bu cevap da zaten yeter.(59)

154- Şâfiî: Peki, uzman saydığımız kişiler “Kesin bilgiye sa­hip olmadığımız bir konuda, kıyasa da başvurmadan ‘hüküm verebiliriz. Biraz düşünüp, o günkü piyasa fiyatı hakındaki zannımızla hüküm veririz” dese; onların buna yetkileri yoktur öyle değil mi?

155- Muarız: Evet.

156- Şâfiî: Aynen bu şekilde, Kur’ân’ı, sünneti ve âlimlerin sözlerini bilmeyen akıllı birisinin, kıyas yoluyla hüküm beyan et­mesi de câiz değildir. Ona düşen tevakkuf etmektir.(60)

157- Alimlerin kıyas ile istidlâl ve ictihad etmeyi terkederek hükmetmeleri câiz görülürse, câhillerin hüküm beyân etmeleri de mubah olur. Hatta böyle bir durumda câhillerin daha fazla mâzur olduklarını düşünmekteyim. Zira âlimler içtihadı terk ettikleri için bilerek hata yapmışlardır. Halbuki diğerleri zaten câhildir.(61)

158- Muârız: Anlattıkların dışında, âlimlerin hüküm açıkla­yabileceklerine dair başka bir delil daha gösterebilir misin?

159- Şâfiî: Tabii ki.

160- Muârız: Anlatır mısın?

161- Şâfiî: Geçmişte hakim ve müftülerin, hakkında Kur’ân veya sünnette nass bulunmayan konularda hüküm verdiklerini inkar eden, herhangi bir âlim tanımıyorum. Bu da onların ictihad yoluyla bir takım hükümler verdiklerini göstermektedir.

162- Muârız: Buna dair sünnetten bir delil gösterebilir mi­sin?

163- Şâfiî: Evet. Abdülaziz b. Muhâmmed b. Ebî Ubeyd ed- Derâverdî, bize, Yezid b. Abdillah b. el-Had, Muhâmmed b. İbra­him et-Teymî, Büsr b. Saîd, Amr b. el-As’ın mevlası Ebû Kays ve Amr b. el-Âs isnadıyla Resûlullah’ın şöyle buyurduğunu rivayet etti: “Hakim, hüküm verirken ictihadda bulunur da isabetli hü­küm verirse, iki sevap kazanır. Yine hüküm verirken ictihadda bulunur da yanılırsa, bir sevap alır”(62).

164– Yezid b. el-Hâd şöyle demiştir: Bu hadisi Ebû Bekr b. Muhammed b. Amr b. Hazm’a tahdis ettim, bana, “Aynısını Ebû Seleme bana Ebû Hüreyre’den nakletti” dedi(63).

165– Muarız: Sen de “İçtihad eder de isabet ederse iki, hata ederse bir ecir alacaktır” hadisini rivâyet mi ediyorsun?!(64)

………….

Kaynak:İmam Şafii – Sünnet Müdafaası,syf:14-38

Çev:Dr.İshak Emin Alantepe

Dipnotlar:

(1)- Ebu Muhammed Rebî’ b. Süleyman b. Abdilcebbâr b. Kâmil el-Murâdî el-Mısrî (174-270) (bk. İbn Hacer, Tehzîb, III, 220-221).

(2)- Eseri tahkik eden Ahmed Bedruddin Hassûria göre Rebf b. Süleyman’dan nak­leden kişi Ebül-Abbâs Muhammed b. Ya’kûb en-Nîsâbûrî’dir (247-346).

(3)- İmam Şafiî’ye göre “Hakikat, doğru bilgi ancak Kitap ve sünnettedir” (Umm, XV, 120). “Bu ikisi ilmin zirvesinde yer alır.” (Ümm, XIV, 594).

(4)- Şafiî’nin uHz. Peygamber in sünneti konusunda bütün Müslümanlara verilen emir aynıdır” demesi gerekirken, sünnet ile haberleri özdeşleştirerek “Resûlulla­h’tan nakledilen haberlerin kabul edilmesi gerektiği konusunda Allah’ın bütün Müslümanlara verdiği emir aynıdır” demesi dikkat çekicidir. Şâfiî’nin bu tavrı eserlerinin tamamında yaygındır.

(5)- İmam Şâfiî ehl-i kelam hakkında oldukça olumsuz bir düşünceye sahipti. On­lar hakkında şöyle dediği rivâyet edilir: “Kelamcılar hakkmdaki kararım, onlara ağaç dallarıyla vurulup, deveye ters bindirilmeleri ve aşiret aşiret, kabile kabile dolaştırılmalarıdır. Bu arada “İşte bu, Kitap ve sünneti terkedip kelama şartlanın cezasıdır” diye bağırılır ’. Bu ve benzeri rivayetleri kitabında serdeden Fahreddin er-Râzi (ö. 606, 1209), bunların, Şafiî’nin yaşadığı dönemdeki İlmî ve siyâsî atmosferden kaynaklanmış olabileceğini, ayrıca bu sözlerin ehl-i bid’ata yöne­lik söylenmiş olmasının da muhtemel olduğunu belirtmiştir. Geniş bilgi için bk. Râzî, Menâkıb, s. 95-101. Rıdvan es-Seyyid, İmam Şâfiî’nin bu eserinde görüş­lerine karşı çıktığı ehl-i kelamın, çağdaşı fakih ve kelamcılardan oluşan ehl-i rey olduğu kanaatindedir (bk. Rıdvan es-Seyyid, “eş-Şâfiî ve er-Risâle”, el-İctihad, HK1411, 1990), 9, 93).

(6)- Şafiî’nin fakih olarak atıf yaptığı kimseler muhtemelen İmam Mâlik, Ebü Hanîfe ve öğrencileridir. Çünkü Şâfiî hadisler konusunda bir taraftan ehl-i kelâm’a karşı çıkarken, diğer taraftan kendisinden önce neredeyse ekolleşmiş bulunan Medî- ne ve Küfe hukuk okullarının hadis anlayışlarını tenkit etmiştir.

(7) en-Nahl (16) 89. Bu ayetin tefsiri ile ilgili Mutezilî müfessir Zemahşerî (ö. 538/1143) şöyle diyor: “Kur’ân nasıl herşeyi açıklayıcı olur? dersen eğer, sana şöyle cevap verebilirim: Bunun mânâsı, dînî bütün durumları açıkladığıdır. Bunların bir kısmı Kur’ân’da açıkça beyan edilirken, bir kısmı sünnete havâle edilmiştir. Çünkü Allah, Resûlullah’a itaat edip uymayı emretmiştir. Bu arada Resülullah hevasına uyarak konuşmaz denilmiştir. Kur’ân, “Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim peygambere karşı çıkar ve müminlerin yolundan başka bir yola giderse…” (en-Nisâ (4), 115) ayetiyle icmâya teşvik etmiştir. Re­sülullah da ümmetinin ashabına uymasını ve onlardan mervî sözlere iktidâ et­melerini istemiştir. Bu konuda Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine uysanız hidayete ulaşırsınız”. Onlar, ictihad etmiş ve kıyas yapmışlardır. Kıyas ve ictihad yollarında yürümüşlerdir. Sünnet, icmâ, kı­yas ve ictihad, Kur’ân’ın açıklayıcılığına dayanır. Böylece de Kur’ân herşeyi açık­layıcı olmuş olur” {Keşşaf II, 603-604). Benzer açıklamalar için bk. İbnü?l-Cevzî, Zâdu’l-mesîr, IV, 482; Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb, XX, 80.

(8)- İmam Şafiî bu ihtimalleri kabul etmekle birlikte hadis râvilerinin taşımaları ge­reken birçok şart ileri sürmüştür: İmam Şafiî’ye göre hadis râvisi, şahsiyeti iti­bariyle âdil, verdiği haberde güvenilir (İhtilâfu’l-hadîs, s. 36), dînî yaşantısı düz­gün, hadis rivâyetinde doğru sözlü olarak tanınan, rivâyet ettiğini anlayabilen, eğer mânen rivayette bulunuyor ise lafız itibariyle hadisin mânasını bozacak hususlan bilen, mânen rivâyet etmeye ehil değil ise hadisi işittiği gibi harfi har­fine rivâyet eden, hafızasından naklediyorsa hadisi ezberlemiş, kitaptan rivâyet ediyorsa kitabını korumuş olan, hadis hafızlarıyla aynı konuda hadis rivâyet ederse onların hadislerine muvâfakat edip, muhâlefet etmeyen, tedlis yapma-yan (Risâle, s. 370), çok yanılmayan (Risâle, s. 382), bir kimse olmalıdır. Dola­yısıyla meçhul olmaması gerekmektedir (Ümm, I, 3; XV, 149).

(9)- “İhâta (kesin bilgi) ise zâhirde ve bâtında, doğru olduğuna kesinlikle inanılacak derecede bilinen şeydir. Bu da Kur’ân-ı Kerim, üzerinde icmâ edilmiş sünnet ve insanların üzerinde icmâ edip aynlığa düşmedikleri hususlardır” (bk. Cimâu,l- ilm, 169. paragraf).

(10)- İmam Şâfiî bir başka yerde ise şöyle der: “Ben bir kimse hakkında kendi bilgime veya onun ikranna göre hakkındaki iddiasının doğru olduğuna hükmederim. Bilgim yoksa ve o kişi de ikrar etmemişse iki şahide dayanarak karar veririm. Bu şahitlerin vehme düşmeleri ve de yanılmaları muhtemeldir. Dolayısıyla benim bilgim ve kişinin kendisi hakkındaki ikrarı, iki şahidi ifadesinden daha güçlüdür. O kişi hakkında bir şahit ve yemin edilmesi ile de hükmederim. Ancak bu da iki şahidin ifadesinden daha alt seviyededir. Ayrıca kişinin yeminden kaçınmasına ve karşı tarafın yemin etmesine dayanarak da karar veririm. Bu da bir şahit ile yemin ile hükmetmekten daha zayıftır” (Risâle, s. 600).

(11)- İmam Şâfiî’ye göre “Kur’ânda Arapça’dan başka bir lisana ait tek bir kelime dahi yoktur” (Risâle, s. 47). Arapça, ifade bakımından dillerin en genişi, kelime hâzinesi yönünden de en zenginidir. Hz. Peygamber’den başka hiç kimse bu li­sanı tam olarak bilemez. Ancak bütün insanları birlikte düşündüğümüzde Arap­ça’nın tamamı biliniyor kabul edilebilir (Risâle, s. 42). Kur’ânın açık beyanıyla ayetlerin açıklanma görev ve yetkisi (aynı zamanda Kur’ânın indirildiği dili en iyi bilen) Hz. Peygamber’e verilmiştir. Dolayısıyla ayetlerin ifade ettiği anlamlan en iyi bilen kişi Hz. Peygamber’dir (Ümm, XIV, 353). Bu itibarla İmam Şâfiî-’ye göre sünnete ait her bilgi Kur’ân’ın açıklamasıdır {Risâle, s. 33). Kur’ânın ifade etmesi muhtemel anlamları içerisinde en fazla dikkate alınması gerekeni, Resûlullah’ın sünnetinin delâlet ettiği anlamdır (İhtilâfu’l-hadîs, s. 179]. Allah, Kur’ân’ı Hz. Peygamber’e indirirken kendisine onu açıklama görevi vermiş ile onu açıklaması için gerekli bilgiyi de sünnet olarak ona vahyetmiştir. Bu bağlam da Şâfiî Kur’ân-sünnet ilişkisini şöyle kategorize eder: 1- Kur’ânda var olan bir bilginin aynen sünnette de yer bulması. 2- Kur’ânda mücmel olarak bulunan bu hususun sünnette açıklanması. 3- Kur’ânda açıklanmayan bir konuda sünnetin hüküm koyması (Risâle, s. 91-92).

(12)- el-Cuma (62) 2.

(13)- İmam Şâfiî Kitâb ve Hikmetin birarada zikredildiği ayetleri sıraladıktan sonra (bk. el-Bakara (2), 129, 151, 231; Âli İmrân (3), 164; el-Cuma (62), 2; en-Nisâ (4), 113; el-Ahzâb (33), 34) şöyle demektedir: “Allah Kitab’ı zikretmiştir, ki o Kur’ândır. Ayrıca Hikmet’i zikretmiştir ki Kur’ân ilmini bilen sevdiğim birisi, bu­ralardaki Hikmet’ten kastın Resûlullah’ın sünneti olduğunu söylemiştir. Allahu a’lem bu, onun dediği gibidir. Çünkü Hikmet Kur’ân’a tâbi kılınarak zikredil­miştir. Allah, insanlara Kitap ve Hikmet’in öğretilmesinin kendi lutfu olduğunu belirtmiştir. Dolayısıyla —Allahu a lem- burada Hikmet’in Resûlullah’ın sünnetin­den başka bir şey olduğunu söylemek câiz değildir” (Risâle, s. 78). Ayrıca bk. Risâle, s. 32, 103.

(14)- İmam Şâfiî’ye göre sünnetin tespiti ancak Hz. Peygamber’den gelen haberler ile mümkündür (İhtilâfu’l-hadîs, s. 12; Beyhakî, Ma’rife, I, 108). Çünkü Allah, sünnete tâbi olmamızı istemişse, ona ulaşma yolunu da bize göstermiş olmalıdır. O halde Resûlullah’ı görmemiş olan nesillerin sünneti tespit edip, Resûlullah’ın verdiği emirlere uymalan için, ona isnad edilerek rivayet edilen haberlerden başka bir yollan yoktur. Bu haberlerin kabulü, Resûlullah’tan gelen sünnetlerin kabulü konusundaki Allah’ın emrine dayanmaktadır (Ümm, XV, 15). Şafiî’nin, bu düşüncesini, sünneti tespit etmede haber-i vâhidleri yetersiz gören, sahâbe görüş ve uygulamalarına ya da nebevî sünnetten kaynaklandığına inandıkları amele dayanarak da sünneti belirleyen, hatta haberleri Kur’ân, meşhûr sünnet, amel, küllî kâideler gibi esaslara arzederek reddeden, Hanefî ve Mâlikîlere karşı geliştirdiği açıktır. Ona göre merfû hadisler dışında sayılanların, sünnetin tespiti meselesinde herhangi bir işlevi bulunmamaktadır.

(15)- el-Ahzâb (33) 34.

(16)- en-Nisâ (4) 65.

(17)- en-Nisâ (4) 80.

(18)- en-Nur (24) 63.

(19)- el-Haşr (59) 7.

(20)- el-Bakara (2) 180.

(21)- en-Nisâ (4) 11.

(22)- Şâfiî’nin burada kastettiği haber vârise vasiyeti ortadan kaldıran hadistir (bk. Ah- med, IV, 186, 187,238; V, 267). Şâfiî bu konuda şöyle der: “Fetva ehli ile megazi ilmine vakıf Kureyşli ve diğer üstadlarımız Fetih yılında Hz. Peygamber’in “Vâ­rise vasiyet olmaz; kafire karşılık bir Müslüman da öldürülmez” buyurduğunda ihtilaf etmemişlerdir. Onlar bu hadisi karşılaştıktan megazi âlimlerinden duyan kimselerden nakletmişlerdir. Bu haber-i âmme olup haber-i vâhidden kuvvetli­dir. Aynı zamanda âlimler bu haberle amel konusunda icmâ etmişlerdir (Risâle. s. 139).

(23)- Çağdaş müfessirlerden Süleyman Ateş ise bu konuda neshten söz edilemeyece-ğini belirtmekte ve ahad haberlere dayanılarak Kur’ân’ın neshedilemeyeceği kanaatini açıklamaktadır. Ona göre miras ayetlerinin vasiyet ayetini neshettiği yolundaki haberin aslı yoktur (Ateş, Kur’ân’da Nesh, s. 33-35).

(24) Şafiî’nin düşüncesine göre bu âyetler arasında mutlaka nesh ilişkisi olması gere­kiyormuş gibi görünüyor. Kanaatimizce vasiyet ayeti ile miras ayeti arasındaki ilişki nesh olarak algılanamaz. Burada miras ayetinin vasiyet ayetini tahsisi söz konusudur. Ana babaya vasiyet olmaz, ancak akrabalara vasiyet yapılabilir. Bu da malın üçte biri ile sınırlıdır (bk. Ahmed, 1,168,171,172, 173,174,176,179, 184).

(25)- Bu konuda aynca bk. Risâle, s. 64-66; 137-145.

(26)- imam Şafiî’ye göre Arapça’dan kaynaklanan bir olgu olarak Kur’ân âyetleri delâlet bakımından çeşitli kategorilere ayrılmaktadır. Bu hususu şöyle dile geti­rir: “Arapça’nın özelliklerinden bazıları şunlardır: Âmm ve zâhir bir ifade ile hitap edilip, âmm ve zâhir bir mâna kastedilebilir. Bu hitap tarzında, ilk taraf zikredildiğinde, son kısmın zikredilmesine gerek kalmaz. Bazen de âmm ve zâhir bir ifade ile hitap edilip, tahsisi söz konusu olan âmm kastedilir. Bu durumda, hitap edilen şey ile sadece bir kısmın kastedildiği anlaşılır. Bazı durumlarda da âmm ve zahir ifade ile hâs kastedilir. Bazen de zahir ile hitap edilir ve bundan başka bir şeyin kastedildiği lafzın siyâkından anlaşılır. Kelamın başında, orta­sında ve sonunda bunlardan hangisinin murad edildiğini gösteren bir şey vardır”
{Risale, s. 52).

(27)- er-Ra’d, 13, 16. Nasr Hamid Ebû Zeyd bu ayetteki “kull” lafzının umuma dela­letinin tartışmalı olduğunu ve bu ayeti umumu üzere baki olan amm lafza misal veren İmam Şâfi’i’nin aslında dolaylı olarak insanın irade hürriyetini ve fiillerini seçmedeki etkisini reddeden cebriye ile olan ideolojik ilişkisini de ortaya koydu­ğunu iddia eder (N.H. Ebû Zeyd, uel-İdolociyyen, el-İçtihâd, 111, 9, s. 70).

(28)-imam Şafiî der ki: “Gökyüzü, yeryüzü, canlı, ağaç ve diğer şeylerin hepsini Allah yaratmıştır. Her canlının rızkı Allah’a aittir. O bunların durdukları ve emanet edildikleri yeri de bilmektedir ’ (Risâle, s. 54).

(29)-el-Hucurât (49) 13.

(30)-Ayrıca bk. Risâle, s. 56-58.

(31)-el-Hâc (22) 73.

(32)Ayrıca bk. er-Risâle, s. 60.

(34)- el-A’râf (7) 163.

(35)- Ayrıca bk. er-Risâle, 62-63.

(36)- bk. er-Risâle, s. 51vd. İmam Şâfiî’nin Arapça’da lafızlar arasındaki umum-husus münasebetine yoğunlaşmasını -zira o, er-Risâle’de bu konuya uzun uzadıya değinmiştir- N. H. Ebû Zeyd, ikinci derecede delil sayılan sünnet ile birinci dere­cede delil sayılan Kur’ân arasında bağlantı kurma çabasına dayandırır (bk. agm. s.72-73).

(37)- Hayızlı kadınların namaz kılmayıp, oruç tutmayacakları; ancak hayız sonrasında oruçlarını kaza ederken namazlarını kaza etmeyecekleri sünnet ile sabittir (Bu- hârî, Hayız 20; Müslim, Hayız 69; Ebû Dâvud, Tahâre 105).

(38)- İmam Şâfiî er-Risâle’de şöyle der: “Allah şöyle buyurmuştur: “Onların malların­dan kendilerini temizleyip antacak bir sadaka al” (et-Tevbe (9), 103). Bu ayetin kapsamına bütün mallar girmektedir. Ancak bazı malların ayetin kapsamına dahil iken başka bazı malların bunun dışında olması da muhtemeldir. Sünnet bütün mallardan değil, sadece bir kısmından zekât vermek gerektiğini göster­miştir. Mallar çeşit çeşittir. Mesela hayvanlar vardır. Resûlullah özellikle deve ve koyundan zekât almış, bize ulaştığına göre sığırdan da zekât alınmasını emret­miştir. Başka hayvanlardan bahsetmemiştir. Zekâta tabi hayvanların zekâtını da farklı sayılarda belirlemiştir. (…) At, eşek ve katır gibi hayvanlardan ise zekât . almamıştır. (…) Toprak mahsulleri ile ağaçlara gelince, Hz. Peygamber hurma ve üzümden tahmini olarak zekât almıştır. (…) Bunlar yağmur ve akarsu ile su­lanmışlarsa öşür, büyük kovalarla sulanmışsa öşrün yarısını almıştır. (…) Ceviz, badem, incir ve benzerlerinden ise zekât almamıştır. (…) Hz. Peygamber, gü­müşten zekât alınmasını emretmiş; kendisinden sonra Müslümanlar altından da zekât almışlardır. (…) Bakır, demir ve kurşundan ise zekât almamıştır. Yakut ve zeberced, altın ve gümüşten daha pahalı olmasına rağmen Hz. Peygamber bun­lardan da zekât almamıştır (…)” (bk. Risâle, s. 186-196).

(39)- Ahmed, V, 200, 201, 202, 208, 209.

(40)- Abdurrezzâk, Musannef, IX, 406*, İbn Ebî Şeybe, Musannef, VI, 280; İbn Mâce, Diyât 14.

(41)- Ayrıca bk. Risâle, s. 64vd.

(42)- Kur’ân-ı Kerim’de şâhitlik konusu şöyle düzenlenmiştir: Mallar ile ilgili konuda (müdâyene ayetinde) “Erkeklerinizden iki de şahit bulundurun. Eğer iki erkek bulunamazsa rıza göstereceğiniz şahitlerden bir erkek ile -biri yanılırsa diğerinin hatırlatması için- iki kadın şahit olsun” (el-Bakara (2), 282), yetimlerin mallarının teslimi konusunda “Mallarını kendilerine verdiğiniz zaman yanlarında şahit bu­lundurun” (en-Nisâ (4), 6), zina konusunda “Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı aranızdan dört şahit getirin” (en-Nisâ (4), 15), boşanma konusunda ise “İddet müddetlerini doldurduklarında onları ya meşru ölçüler içerisinde tutun ueya onlardan meşru ölçülere göre ayrılın. İçinizden adalet sahibi iki kişiyi de şahit tutun” (et-Talâk (65), 2) buyurulmuştur.

(43)- Şâfiî, haber-i vâhidlerin kabul edilmesi gerektiğini şâhitlik müessesesiyle örneklen­dirmekle birlikte bu iki olgu arasında fark bulunduğunun da farkındadır. Şöyle der: “Haber konusunun şahitlik meselesine benzeyen yönleri olmakla birlikte benzemeyen yönleri de vardır. Mesela hadiste bir erkek ve bir kadının rivayeti kabul edilirken, şahitlikte bu durum muteber sayılamaz. Hadiste ravi müdellis değilse “falancadan o da falancadan” şeklinde yapılan rivayet kabul edilirken, şahitlikte ancak “gördüm”, “duydum” ve “beni şahit etti” gibi sözler makbuldür. Muhtelif hadislerden birini Kitap, sünnet, icmâ veya kıyas ile istidlal ederek ter­cih edebilirken şahitlikte böyle bir şey olamaz. Aynca şahitliği kabul edilebilecek birçok kimseden hadis alınmaz. Çünkü lafızlar değişince mananın da değişme ihtimali vardır. Bunun dışında pekçok konuda hadis rivayeti ile şahitlik benzer durumdadır (…)” (Risâle, s. 372-373).

(44)- bk. Risâle, s. 369-47; İhtilâfu’l-hadîs, s. 11-40.

(45)- İmam Şafiî’nin istihsâna bakışını şöylece özetleyebiliriz: “İstihsan ancak telezzüzdür’ (Risâle, s. 507) “İstihsâna dayanarak hüküm vermek geçmiş bir misal olmaksızın kişinin kendisinin bir şeyler ihdas etmesidir” (ae., s. 25). “İstihsanla hükmeden kendi başına din koymuş olur” (Gazzâlî, Mustasfa, I, 409); İbnü’s- Sübkî, Cem’u’l-cevâmi’, II, 354). Aynca yukarıdaki ifadeyi de ele aldığımızda, tüm bunlardan şu sonuç çıkmaktadır: İmam Şâfiî’ye göre istihsan şer’i delillere dayanmaksızın, şahsi isteklere uyarak dini hüküm vermektir. İmam Şafiî’nin istihsân anlayışına dair geniş bilgi için bk. Muhittin Özdemir, İmam Şafiî’de İstih­san, İstanbul: İÜSBE, 2001, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi.

(46)- İmam Şafiî’ye göre, “Siz, hiçbir şey bilmezken Allah sizi analarınızın kamından çıkardı” (en-Nahl (16), 78) ve “Onun bildirdikleri dışında, insanlar onun ilmin­den hiçbir şeyi tam olarak bilemezler’’ (el-Bakara (2), 255) ayetleri, insanla- nn ancak Allah’ın takdir edip verdiği kadar bir ilme sahip olabileceğini gösterir (Ümm, XV, 108-109). “İşte böylece sana da emrimizle Kur’ânı vahyettik. Sen Kitap nedir, iman nedir bilmezdin” (eş-Şûra (42), 52) ve “Allah ın dilemesine bağlamadıkça hiçbir şey için bunu yarın yapacağım deme” (el-Kehf (18), 23) ayetleri ise Allah’ın insanlara bir miktar ilim verdiğine ve onunla yetinmeleri gerektiğine delâlet etmektedir (Ümm, XV, 109). Allah kendi öğrettikleri dışında insanların bu ilmin dışına taşmalarını istememektedir. İmam Şâfiî açıkça insanların acziyetini, aklın kifâyetsizliğini ve nasların mutlak otoritesini savunmaktadır. Allah’ın bildirdikleri dışında bilgimiz olmadığına göre, kesinlikle vahye ve onun bize gösterdiği delillere tâbi olmak gerekmektedir. Çünkü Allah, ezelî ilminde insanların yaratılması konusunda ne murad etmiş ise onları ona göre yaratmış­tır. Onun hükmünü sorgulayacak hiç kimse yoktur (Risâle, s. 106). Allah Hz. Peygamber’e uymamızı istediği için sünnetin tespit ettiği hükümler de sorgula- namaz (İhtilâfu’l-hadîs, s. 204). Bu itibarla Şâfıî’nin ayetlere dayanarak temellendirmeye çalıştığı bu bilgi anlayışı”nı, İbtâlu’l-istihsân adlı risâlesinde zikret­mesi de onun aklı neredeyse dışlayıp, nakle dayanmak gerektiği düşüncesini ortaya koymaktadır.

(47)-bk. en-Nahl (16) 89.

(48)- Ayrıca bk. Risâle, s. 503-506.

(49)- el-Bakara (2) 144.
(50)- Bir başka ayette de şöyle buyurulmaktadır: “Nereden yola çıkarsan çık yüzünü Mescid-i Haram’a doğru çevir. Nerede olursanız olunuz, yüzünüzü o yana çevi­rin ki, aralarından haksızlık edenler müstesna, insanların aleyhinizde bir delili bulunmasın” (el-Bakara (2), 150. İmam Şâfiî bir başka eserinde meseleyi şöyle açıklar: “Allah, insanlara, Mescid-i Haram’ı görmedikleri zaman, eşya ile zıdlarını ayırma kuvvetine sahip akıllan ve ona yönelmelerini emrettiği Mescid-i Haram ile aralarındaki alametlere dayanarak doğru ictihad yolunu göstermiştir. Bu ictihad Allah’ın insanlara farz kıldığı bir husustur” (Risale, s. 23-24). Bir baş­ka yerde ise Arap şiirinden istidlaller yaparak şu sonucu açıklamaktadır: “Bu ve diğer şiirler “bir şeyin şatrının (yönünün)”, sözkonusu şeyin gözle görüldüğü du­rumlarda bizzat kendisine yönelmek anlamına geldiğini göstermektedir. Ancak yönelinen şey görünmüyorsa, ona yönelinirken ictihad etmek gerekmektedir Zaten bundan başkası da mümkün değildir” (Risale, s. 37-38). Aynca bk. Risâte, s. 487-488.

(51)- el-En’âm (6) 97.

(52)- bk. en-Nahl (16) 12.

(53)- İmam Şâfiî burada şu ayetlerden istidlalde bulunmaktadır: “Koranın ve efeni-zin karanlıklarında, kendileriyle yolunuzu tayin edesiniz diye sizin için yıldızları yaratan O’dur” (el-En âm (6), 97), “Allah, yeryüzünde birtakım alametler koy­muştur., insanlar yıldızlarla da yollarını tayin ederler” (en-Nahl (16), 16). Şâfiî daha sonra bu alametleri şöyle açıklar: “Bu alametler, dağlar, gece ve gündüz­dür. Çeşitli açılardan esse bile adları malum olan rüzgarlar, gökde doğduklan, battıklan ve bulunduklan yerler belli olan güneş, ay ve yıldızlardır” (Risale, s. 24).

(54)- Şâfiî meseleyi bir başka yerde ise şöyle açıklar: “Bana doğru ve yanılmanın manasını soran muhatabıma şöyle dedim: Kâbeye yönelmenin manası gibidir. Kâbe’yi gören ona tam olarak yönelir. İster onun yakınında ister uzağında ol­sun onu görmeenler ise araştırma yaparlar. Bunların bir kısmı isabet ederken diğer bir kısmı ise yanılabilir. Falanca istediği yöne doğru yöneldi ve yanılma­dı; falanca ise istediği yöne dönmek için çaba sarfetti fakat yanıldı dediğinde, aynı yönelmenin doğru olması da yanlış olması da mümkündür. (…) Bir kimse görmedİği şey hakkında içtihâd etmekle emrolunmuştur. Eğer bunu yaparsa mükellefiyetini yerine getirmiş olur. Zahiren kendisine göre doğruyu yapmıştır. Batını ise ancak Allah bilir” (Risâle, s. 497-498) Ayrıca bk Risâle s 480-482 488-490.
(55)- el-Mâide (5) 95.

(56)- İmam Şafiî’ye göre uInsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanıyor?” (Kı- yâme (75), 36) âyeti Peygamberden başka herkesin ancak istidla yoluyla bir şey söyleyebileceğini göstermektedir. Kimse kendi istihsanma göre bir şey söy­leyemez. Kişinin kendi istihsanına göre bir şey söylemesi, geçmişteki bir örneğe dayanmaksızın ihdas edilmiş bir şeydir (Risâle, s. 25). Ayrıca bk Risâle, s 38- 39; 490-492.

(57)- Şâfiî âlimlerin de ancak kesin olarak bildikleri konularda söz söylemeleri gerekti­ğini ifade eder ve şöyle der: “Baztları ilmi konularda öyle şeyler söylemişlerdir ki bunların bir kısmını söylemeselerdi herhalde daha iyi olurdu” (Risâle, s. 41). Bir başka yerde ise şöyle der: “Bilmediği ve bilgisine erişemediği bir konuyu açıklamaya çalışan kimse, bilmeden (tesadüfen) doğruyu tespit etmiş olsa bile bu muteber bir şey değildir. Yanlış ile doğruyu ayıramadığı bir yerde konuşan mazur olamaz” {Risâle, s. 53). Ayrıca bk. Risâle, s. 507-511.

(58)- Şâfiî er-Risâle’de bu durumu şöyle anlatır: “Birisi başkasının kölesini satın almak istediği zaman, ancak köle piyasasından haberdar olan birine sözkonusu köle ya da cariyenin kıymetini sorduklarını görmez misiniz? Danışılan kişi iki şeyle istidlal ederek kölenin kıymetini belirler: Piyasada satın alınmak istenen kölenin emsallerinin fiyatını bildiği için, köleyi başkalarına kıyas ederek fiyatını belirler. Bir malın sahibine, ancak malın değerini bilebiliyorsa fiyatını söyle denilir. Köle fiyatlarından haberi olmayan bir âdil fakihe, bu kölenin ya da cariyenin fiyatını takdir et veya şu işçinin ücretini belirle denmez. Çünkü kıymeti belirleyebileceği bir başka şeye kıyas yapmadan ücret takdirinde bulunursa, rastgele bir fiyat açıklamış olur. Kıymetinin azalması ve biriierinin lehine ya da aleyhine kolayca yanılgıya düşülebilen böylesi bir meselede durum böyle olunca, Allah’ın helal ve haram kıldığı şeylerde rastgele konuşmaktan ve istihsanla hükmetmekten daha fazla kaçınmak gerekir. Îstihsan ancak keyfe göre fetva vermektir” (Risâle, s. 505-507)

(59)- Ayrıca bk. Risâle, s. 505.

(60)- Ayrıca bk. Risâle, s. 511.

(61)- er-Risâle de ise şunlar kayıtlıdır: Bağlayıcı bir habere ya da kıyasa dayanmaksı­zın hüküm beyan eden âlim, günahkarlığa cahillerden daha yakındır. Bu du­rumda cahillerin de fetva vermeleri mümkün hale gelir” (Risâle, s. 508).

(62)- Buhârî, İ’tisâm, 21; Müslim, Akdiye, 15.

(63)- Ayrıca bk. Risâle, s. 494-495.

(64)-Şâfiî burada muarızın sözkonusu itirazına cevap vermemektedir. Ancak er-Ri- sâle de muarızına özetle şöyle cevap vermektedir: İctihad eden kişi yanlış so­nuca varsa bile sevap kazanır. Bu durumda bir sevap sözkonusudur. Ancak bu hata affedilmiş hatalardan değildir. Çünkü affedilmiş hatalara sevap verilmez; sadece ceza kaldırılır. Buradaki hata, kişinin ictihad ederek ulaşmaya çalıştı­ğı hakikati bulamamasıdır. Yoksa ictihad yapmakla hatalı davranmış değildir Eğer hakikati bulsa idi iki ecir alacaktı. Bu sevaplardan biri mükellef olduğu içtihadı yerine getirmesi, diğeri ise doğruya ulaşmasından dolayıdır (Risâle, s. 496-498).

Muhammed Ali

Son Yazılar

Tecelli Türleri

  Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…

1 ay önce

Allah’ı Bilmenin İmkânı ve Bunun Yöntemi

  Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…

1 ay önce

Varlık Mertebeleri ve Te’vil

  Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…

1 ay önce

Dilin Kabuğu

Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağır­lıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…

2 ay önce

Çözüm Aldatmacası

İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…

2 ay önce

Anda Olmak -Geçmiş ve Gelecek Arasında Bir Yer

İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygu­larımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…

2 ay önce