Kategoriler: İslam

Cihad Şiddete Referans Olabilir Mi? -2.Yazı

 

V-Dâru’l-İslâm-Dâru’l-Harb Ayırımı 

Dünya’nın bu şekilde ikiye bölünmesi Müslümanların Kur’ân ve sünnetin temel ilkelerinden hareketle ulaştıkları bir sonuç değil karşı tarafın tavrına göre oluşmuş güvenlikle ilgili bir ayırımdır. Dâru’l-harb, Müslümanlarca başlatılacak savaşa açık olan ülke anlamında değil her an Müslümanlara, saldırı gelme ihtimaline karşı alarm halini/teyakkuz durumunda bulunulması gereken bir ülkeyi tanımlar. Dâru’l-harb terkibinin Arap dilindeki kullanımı da bu anlayışı teyit etmektedir. Arap dilinde harb kelimesi barış anlamına gelen silm, selm ve sulh kelimelerinin karşıtı olarak kullanılır.(111) Arap dilcileri ise ilk dönemlerden itibaren Dâru’l-harb ifadesini “Müslümanlarla arasında barış antlaşması bulunmayan müşriklerin ülkesi” olarak tanımlanmaktadır.(112)

İslam toplumu başlangıçtan itibaren sırf Müslüman olmaları sebebiyle saldırıya maruz kalmıştır

Bu da ya fiili saldırı halinde ya da saldırı tehdidi bulunan ülkeleri tanımlamak üzere geliştirilmiş bir kavramdır. Amaç da her an ortaya çıkabilecek bir saldırı durumuna karşı hazırlıklı olmaktır. Çünkü İslam toplumunun başlangıçtan itibaren sırf Müslüman olmaları sebebiyle saldırıya maruz kaldıkları bilinmektedir. Eğer Müslüman ülke ile gayr-ı Müslim ülke arasında doğrudan doğruya barış antlaşması yapılmış ise ya da savaş esnasında bir barış antlaşması imzalanmışsa antlaşma hükümlerine sadık kalmak Kur’ân’ın emridir. Hatta Kur’ân-ı Kerim açık bir şekilde savaş sırasında bile karşı tarafın barış teklifi ya da savaşı bırakması durumunda Müslümanların bunu kabul mecburiyeti bulunduğunu haber vermektedir.(113)

Allah sizi, din konusunda sizinle savaşmamış, sizi yurtlarınızdan da çıkarmamış kimselere iyilik etmekten, onlara adil davranmaktan men etmez

Bundan başka böyle bir ayırımın Müslümanların duruşundan kaynaklanmadığına Kur’ân-ı Kerîm’in şu ayetleri de delildir: Allah sizi, din konusunda sizinle savaşmamış, sizi yurtlarınızdan da çıkarmamış kimselere iyilik etmekten, onlara adil davranmaktan men etmez. Şüphesiz Allah adil davrananları sever, Allah, sizi ancak, sizinle din konusunda savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için destek verenleri dost edinmekten men eder. Kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.”(114)

Buna göre Dâru’l-Harb, İslam dışı olmaları sebebiyle, Müslüman olmalarını sağlamak ya da Müslüman egemenliğine sokmak için Müslümanların saldırı hazırlığında bulundukları ülke değil, Müslümanlara, dinlerinden dolayı fiili ya da potansiyel olarak saldırı pozisyonunda olan, Müslüman devlet ile arasında saldırmazlık/barış antlaşması bulunmayan yabancı ülke anlamına gelir. Buna göre İmam Şâfiî gibi bazı müctehidlerin savaşın sebebini küfür olarak görmelerinin sebebi de bu olmalıdır ki esasen o dönemlerdeki vakıaya da uygun olan budur. Az öncede işaret edildiği üzere o dönemde kâfir (özellikle hristiyan) İslam ülkesi ile antlaşması bulunmuyorsa inancı gereği karşı tarafa saldırı tehdidi taşıyan kişi anlamına gelmektedir.

Müslümanların diğer insanları sırf inançlarından dolayı düşman göremeyeceği, ama Müslümanların inançları sebebiyle düşman görüldüğü…

Müslümanların diğer insanları sırf inançlarından dolayı düşman göremeyeceği, ama Müslümanların inançları sebebiyle düşman görüldüğü ve bu ayırımın da buradan ortaya çıktığı gerçeğinin uygulamada önemli örnekleri vardır. Fıkıh kitaplarındaki zimmî ile harbî arasında farklı bir ilişki geliştirilmesi bu konuyu oldukça açıklayıcıdır. Mesela Ebu Hanîfe’ye göre İslam ülkesinde yaşayan gayr-ı Müslim vatandaş anlamına gelen zimmî’ye zekat [doğrusu Zımmiye zekat verilebileceği yönünde İmam Azam’ın bir görüşü yoktur, r.m.] ve fıtır sadakası, kefaret, nezir, kurban başta olmak üzere her türlü yardım yapılabilirken Dâru’l-Harb ülkesi vatandaşı olan harbî’ye yapılamamaktadır.(115) Dahası bir zimmî’ye verilen sadakalar ibadet kapsamındadır.(116) Buna göre mesela bir Müslüman mal varlığının bir kısmını sırf zimmilerin ihtiyaçlarını karşılamak üzere vakfedebilir.(117) Harbî’ye aynı şekilde yaklaşılmamasının sebebi ise onların dininden dolayı Müslümanlara karşı savaşmalarıdır.(118) Dolayısıyla kendilerine yapılacak maddi desteğin Müslümanlara karşı yaptıkları savaşta onlara yardım etmiş olmak anlamına geleceğidir. (119)

Müslümanların diğer inanç mensuplarıyla inançları sebebiyle bir problemleri yoktur

Hz. Ömer’in zekâtın sarf yerlerini belirleyen Tevbe suresinin 60. ayetinde geçen fakiri Müslümanın, miskini de İslam toplumunda yaşayan gayr-ı Müslimlerin (zimmi) yoksulu olarak yorumlaması, halifeliği döneminde de bunu uygulaması gerçekten üzerinde durulmaya değer bir noktadır. Mesela O, hilafeti döneminde Dımaşk bölgesindeki Câbiye’ye yaptığı gezi esnasında yolda uğradığı bazı yerlerde cüzzam hastalığına yakalanmış Hristiyanlararastlamış ve onlara zekat gelirlerinden verilmesi ve yiyecek temin edilmesi konusunda ilgililere talimat vermiştir. Bu da göstermektedir ki Müslümanların diğer inanç mensuplarıyla inançları sebebiyle bir problemleri yoktur. Şu nokta da son derece mühimdir: Hz. Peygamber’in Medîne’ye geldiği yıllarda mali yardımın sadece Müslümanlara yapılmasını, gayr-ı Müslimlerin bundan ayrı tutulmasını istemesi üzerine Bakara suresinin 272. ayeti nazil olmuştur: “Ey Peygamber! Onları hidayete erdirmek senin işin değildir. Zira ancak Allah dilediğini hidayete erdirir. Hayır olarak ne harcamada bulunursanız bu kendi yararınızadır. Yapacağınız hayırları ancak Allah’ın rızasını kazanmak için yapmalısınız. Çünkü yapacağınız her iyilik size olduğu gibi geri dönecek ve size asla haksızlık yapılmayacaktır.” Bazı rivayetlerde de Müslümanların kendi dinlerinden olmayan muhtaç durumdaki insanlara (müşriklere) mali yardımda bulunup bulunmama konusunda tereddütte kalmaları ya da isteksiz davranmaları üzerine bu ayet inmiştir.

Müslümanlar açısından ilişkilerdeki farklılığı belirleyen karşı tarafın inancı değil Müslümanlara karşı tavrıdır

Görüldüğü gibi Müslümanlar açısından ilişkilerdeki farklılığı belirleyen karşı tarafın inancı değil Müslümanlara karşı tavrıdır. Nitekim konu ile ilgili kitaplarda bu açık bir biçimde ifade edilmektedir.Mesela İbn Kayyim el-Cevziyye (ö.751/1350) İslam’a inanmamış olmanın yardıma engel bir husus teşkil etmeyeceğini açık bir biçimde dile getirmektedir.(120) O sebeple İslam toplumunda yaşayan gayr-ı Müslim bir vatandaş sırf insan olması sebebiyle iyiliği hak eder. Harbî’nin buna layık görülmemesi ise savaşma pozisyonunda bulunduğundan dolayıdır.(121) Bütün bu hükümler şu ayete dayanır: “Allah sizi, din konusunda sizinle savaşmamış, sizi yurtlarınızdan da çıkarmamış kimselere iyilik etmekten, onlara adil davranmaktan men etmez. Şüphesiz Allah adil davrananları sever, Allah, sizi ancak, sizinle din  konusunda savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için destek verenleri dost edinmekten men eder. Kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.”(122)

Kuran-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in insana bakışı onun saygıdeğer bir varlık oluşu ve bir ana-babadan türeyen insan kardeşliği üzerine oturur

Bütün bunlar dışında Kur’ân-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in insana bakışı onun saygıdeğer bir varlık oluşu ve bir ana-babadan türeyen insan kardeşliği üzerine oturur. Mesela şu ayetin tefsirinde İslam alimleri buna açıkça vurgu yaparlar: “Ey insanlar, sizi bir tek nefisten (kişiden) yaratan ve ondan da eşini yaratıp ikisinden birçok erkekler ve kadınlar türeten Rabbinize karşı gelmekten korkun; adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan korkun ve akrabalık bağlarını gözetin. Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde gözetleyicidir.”(123)

Sırf insan olmalarından doğan kardeşlik hukuku 

Bir ayeti dışında tamamı Müslümanların devletleşme sürecinin büyük bir aşama kaydettiği ve güçlendiği Medine döneminde (ayetlerinin büyük bir kısmı 6-8. yıllarda nazil olmuştur) inen ve cihâd’la ilgili bir çok hükmün yer aldığı bu surenin, bütün insanların bir ana-babadan doğan kardeşler olduklarına ve aralarında sevgi ve kardeşlik hukukunun unutulmaması gerektiğine dikkat çeken bir ayetle başlaması son derece manidardır.Müfessirler bu ayetin, bütün insanların kardeş oldukları gerçeğine vurgu yaptığından hareketle sırf insan olmalarından doğan kardeşlik hukukunugözetmelerine, birbirlerine karşı saygılı davranmalarına, haklarına tecavüz etmemelerine, zulüm ve eziyetten uzak durmalarına, aynı anne ve babanın çocukları olarak birbirlerine karşı kibirlenme, boş şeylerle övünme gibi gayr-ı ahlaki sayılan tavırlar göstermemelerine delalet ettiğini belirtmektedirler.

İnsani bağ

Mesela Sâbûnî’ye göre Allah Te‘âlâ bu ayette bu insani bağın önemini göstermek için takva ile sıla-i rahimi beraberce zikretmiştir ki eğer insanlar tek bir kökten türediklerinin, insaniyet ve nesep açısından kardeş olduklarının bilincinde olabilselerdi mutluluk ve güven içinde yaşayabilirler, yaş kuru ne varsa yakıp yıkan, genç yaşlı ayırımı gözetmeksizin insanları yok eden savaşlar yaşanmazdı. (124) Rivayet ekolüne bağlı tefsir geleneğinin önemli simalarından birisi olan Taberî’ye (ö.310/923) göre Allah Te‘âlâ bu ayetinde, bütün insanları tek bir şahıstan yaratmada kendisinin yegane varlık olduğuna vurguda bulunmuş, kullarına tek bir candan yaratılışın başlangıcının nasıl olduğunu bildirmiştir. Yüce Allah bununla bütün insanların tamamının bir baba ve bir annenin çocukları olduklarına, bütün insanların birbirinden olduklarına dolayısıyla neseplerinin aynı baba ve annede birleşmesi sebebiyle birbirleri üzerinde kardeşlikten doğan haklar ve vazifelerin bulunduğuna, ortak atalarına nesepleri uzak olsa da yakın nesepten olan akrabalarına karşı yerine getirmeleri gereken vazifelere ne kadar riayet ediyorlarsa uzak olan akrabalarına karşı da aynı hassasiyetle yükümlü bulunduklarına ve bunlara riayet etmeleri gerektiğine dikkat çekmiştir. Yine Allah Te‘âlâ bununla hepsi aynı soydan geldikleri için onları kardeşlik duygularıyla birbirlerine bağlamıştır ki böylece onlar aralarında adaleti ikame etsinler, birbirlerine karşı zulmetmesinler, güçlü bulunan zayıf konumda olana hakkını, Allâh’ın kendisini yükümlü kıldığı ölçülerde güzel bir biçimde (bi’l-ma‘rûf) kendiliğinden versin.(125)

İnsanlar birbirleriyle akrabadır ve aralarında kardeşlik ilişkisi vardır

Yine aynı müfessir, ayetin insanlar arasında bulunan ilişki sebebiyle akraba oldukları, aradaki bu kardeşlik ilişkisinin kesilmemesini istediği, keza antlaşma ve sözleşmelere bağlı kalmayı öngördüğü yönündeki bir çok görüşü kaydettikten sonra (126) “Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde gözetleyicidir” kısmından anlaşılması gerekeni şu şekilde izah eder: Allah sizin eylemlerinizi hesabınıza yazmakta, not etmekte, akrabalık/kardeşlikten doğan saygınlığı/hukuku çiğneyip çiğnemediğinizi ve akrabalık bağını gözetip gözetmediğinizi denetlemektedir.(127)

Dirayet tefsir ekolünün önemli temsilcilerinden sayılan Zemahşerî (ö.538/1143) de ayetin tefsirinde şunu söyler: Eğer söz diziminin mantığı ve açıklığı, takva emrinin peşinden, onu gerekli kılan, ona çağıran ya da ona teşvik eden bir şeyin getirilmesini gerektirir, o zaman nasıl olur da ayette detaylı şekilde anlatılan Allâh’ın onları bir tek candan yaratması takvayı gerektiren ve ona davet eden bir şey olabilir dersen derim ki: Çünkü bu, büyük bir gücü/kudreti göstermektedir. Böyle bir güce sahip olan her şeye muktedirdir. Asileri cezalandıracak güce sahiptir. Dolayısıyla bunu düşünmek her şeye gücü yetene karşı sorumlu ve saygılı davranmayı, onun azabından korkmayı sağlar. Çünkü bu, Allâh’ın bol bol verdiği nimetlere delalet eder.

Bu sebeple insanlara yakışan küfran-ı nimette bulunmaktan ve nimetin şükrünü hakkıyla eda edememekten hassasiyetle kaçınmaktır. Burada takva ile özel bir anlam da kastedilmiş olabilir. Bu da onların, aralarındaki hakları koruma ile ilgili hususlarda Allah’tan korkmaları, dolayısıyla zorunlu olan akrabalık bağlarını kesmemeleridir. Bu sebeple şu söylenmiştir: Sizi tek bir kökten ikili şekilde (kadın-erkek) türetmek suretiyle yaratarak akrabalık bağlarıyla birbirinize bağlayan Rabbinizden, bir birlerinize karşı yükümlü olduğunuz hususlarda korkun. Birbirinizin hukukunu koruyun, ihmalkâr davranmayın.128

Gerçekten tefsir tarihine damgasını vurmuş bu iki müfessirden sonraki alimler de ayeti benzer şekilde tefsir etmişlerdir. Mesela Fahreddîn er-Râzî (ö.606/1209) ve Ebussuûd Efendi (ö.892/1486) de ayetten hareketle: Allah Te‘âlâ’nın bütün insanları tek bir kökten –ki bu Hz. Ademdir- ikili şekilde (kadın-erkek) türetmek suretiyle kardeş olarak yaratmış olmasının aralarındaki kardeşlik hukukunu gözetmeyi zorunlu kıldığını, buna halel getirecek davranışlardan kaçınmayı bir görev olarak yüklediğini, tek bir nefisten yaratılmış olmasının birbirleriyle kardeşlik derecesinde yakın olmaları anlamına geldiğini, bu yakınlığın aralarında sevgi ve şefkatin artmasına vesile olan bir ilişki ve kaynaşmayı beraberinde getirdiğini dile getirmektedirler. (129)

Burada Müslümanların diğer din mensuplarıyla dinlerinden kaynaklanan bir problemlerinin olmadığını şu ayetle bağlantılı olarak izah etmek mümkündür. Müslümanlar, İslam öncesi aralarında dostluk bulunan bazı Yahudilerle sıkı-fıkı dostluklarını İslam’dan sonra da devam ettiriyorlardı. Oysa onlar antlaşmaları bozuyorlar ve Hz. Peygamber’e suikast teşebbüsüne bile girecek kadar düşmanlıkta ileri gidiyorlardı. Hatta bu dostluğu kullanan Yahudiler bazı askeri sırlara da vakıf oluyorlardı. (130) Kur’ân-ı Kerim son derece iyi niyetli olan bu Müslümanları kendilerine düşmanlıkta sınır tanımayan bu tür kötü niyetli kişilere karşı uyarıp uyanık davranmalarını istemiştir: “Ey inananlar, kendinizden başkasını kendinize sıkı-fıkı dost edinmeyin; onlar sizi bozmaktan geri durmazlar. Size sıkıntı verecek şeyleri isterler. Onların ağızlarından öfke taşmaktadır. Göğüslerinde gizledikleri (kin) ise daha büyüktür. Düşünürseniz, size ayetleri açıkladık. İşte, siz öyle kimselersiniz ki, onları seversiniz, halbuki onlar sizi sevmezler. Kitabın hepsine inanırsınız. Onlar sizinle karşılaştıkları zaman “İnandık” derler. Ama kendi başlarına kaldıklarında, size karşı öfkeden parmak uçlarını ısırırlar. De ki: “Öfkenizden ölün! Şüphesiz Allah, göğüslerin özünü bilir. Size bir iyilik dokunsa (Bu,) Onları tasalandırır; size bir kötülük dokunsa, ona sevinirler. Eğer sabreder, korunursanız, onların tuzağı size hiçbir zarar vermez. Şüphesiz Allah, onların yaptıklarını kuşatmıştır.”(131)

Sonuç olarak söylemek gerekirse,Müslümanların Dâru’l-İslâm ve Dâru’l-Harb şeklindeki ayrımlarının ortaya çıkışında inançları sebebiyle maruz kaldıkları saldırıların etkisi inkar edilemez. Özellikle Hristiyanlığın devlet dini olmasıyla başlayan ve on beş asır devam eden heretic ve schismatic gruplara karşı başlatılan şiddet sürecine, gelişiyle birlikte İslam’da dahil olmuş ve sürekli bir düşman addedilmiştir.132 Bu refleks Müslümanları aralarında antlaşma olmayan devletlere karşı alarm durumuna geçirmiştir ki bu ülkelere dâru’l-harb denmiştir. Yoksa az önce işaret edilen bilgiler de dikkate alındığında Müslümanlar kendi inançları açısından dünyayı böyle bir bölümlemeye gitmiş değillerdir.

 

VI-Mürtede uygulanacak ceza 

“İdam cezası dinden dönmüş olmaktan değil savaşma eyleminden dolayı gerekir.”

Klasik fıkıh kitaplarında yer alan irtidad suçunun cezasının idam olduğu yönündeki hükmün sırf şüpheleri sebebiyle dinden çıkmış olan mürtedle ilgili olmadığı daha açık bir ifade ile dinden çıkmanın tek başına idam cezasını gerektiren bir suç olarak görülmediği; bu cezanın, irtidadıyla birlikte İslam toplumuna karşı savaş eylemine girişenler için öngörüldüğü anlaşılmaktadır.(133) Nitekim bunu çok açık bir biçimde fıkıh tarihinin en önemli klasiklerinden Kenzü’l-vusûl adlı eserinde Pezdevî (ö.482/1089) aynen şu şekilde ifade eder: لأن القتل يجب بالمحاربة لا بعين الردة “İdam cezası dinden dönmüş olmaktan değil savaşma eyleminden dolayı gerekir.”(134)Hanefilerin muharip olmadığı gerekçesinden hareketle irtidat eden kadınının öldürülmeyeceği yönündeki anlayışı da bu düşünceyi destekler mahiyettedir. Kaldı ki sırf şüphelerinden dolayı mürtedin öldürülmesi kendi içinde çelişkili bir hükümdür. En azından öldürüldüğünde daha sonra şüphelerinden kurtulup tekrar İslam’a girme şansı ortadan kaldırılmaktadır. Görüldüğü üzere fıkıh geleneğinde yer alan hüküm mürtedin irtidadından sonra başkaldırma ve devlete savaş açma gibi siyasi bir suçlu haline gelmesi (bağy suçu) sebebiyle verilmiştir. Nitekim savaşçı olma ilk dönem irtidat hareketlerinin ayırıcı özelliği idi. Böyle bir durumda aynı hüküm Müslüman için de geçerli kılınmıştır.(135)

VII-Savaşı Haklı Kılan Sebepler: 

Cihâd savunma savaşı karakteri taşır

Kuran-ı Kerîm’deki cihad ayetleri bir bütünlük içinde, kronolojik düzen ve ayetlerin indiği dönemin şartları ile Hz. Peygamber’in savaşları bir bütünlük içinde ele alındığında cihâd’ın savunma savaşı karakteri taşıdığı dikkati çekmektedir. Cihadın kavramsal analizi yapılırken dikkat çekildiği üzere Kur’ân-ı Kerim, İslâm’ın gelişiyle birlikte sırf Müslümanların maruz kaldıkları baskı ve eziyeti geniş biçimde anlatır. Hatta bu baskı ve şiddetten sıyrılmak için fedakarca yurtlarını terk etmelerine rağmen saldırıların devam ettiği ilk dönemlerde bile savaşa izin verilmediğine işaret eder. İleriki yıllarda belli kurallar çerçevesinde savaşa izin verilmesi ise saldırıların arkasının kesilmeyip şiddetlenerek devam etmesidir.

Savaşın izin verildiği dönem ise hicretin ikinci yılında Bedir savaşının hemen öncesidir. Bakara (2), 190. ayeti genellikle savaşa izin veren ilk ayet kabul edilir. Bu ayete baktığımızda: ُ وقاتلوا ِ َ َ “Savaşın” ifadesiyle Allah Te‘âlâ savaş realitesini kabul etmektedir. االلهَِّ سبيل ِ ِ َ ِفي “Allâh yolunda” ifadesiyle savaşın intikam, yakıp-yıkma, yönetme, toprak kazanma, İslam’ın yayılması değil, tebliğ değil sadece Allah yoluna hasredilmesi gerekmektedir. Size savaş açanlara karşı” savunma konumunda bulunarak, münkir, müşrike karşı değil sadece savaşmaya karar vermiş ve bu girişimde bulunmuş kişilere karşı savaş meşrudur. تعتدوا َُْ َ ََولا“Haddi aşmayın” ifadesine göre de savaş esnasında her türlü intikam hislerinden kaynaklanan tecavüzlerden kaçınmak gerekir.(136) Bazı müfessirlere göre ilk defa savaşa izin veren ayet Hacc suresinin şu 39. ayetidir: “Kendileriyle savaşılanlara (mü’minlere) zulme uğramış olmaları sebebiyle (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki, Allah, onlara yardıma ziyadesiyle kadirdir.” Her iki ayette de aynı tema işlenmekte ve Müslümanların saldırı ve zulme maruz kaldıkları vurgulanmaktadır.

İslam açısından savaşı haklı kılan sebepleri şu şekilde sıralamak mümkündür: 

A-Meşru Müdafaa: 

Özellikle savaşa izin veren ilk ayet ile konu ile ilgili diğer ayetlerde savunmaya vurgu yapıldığı görülmektedir. Saldırıya uğrayan her birey ve devletin savunma hakkı tabii olarak mevcuttur. Nitekim bu gün de Birleşmiş Milletler Antlaşmasının 51. maddesi de saldırıya uğrayan üye devletlere bu  hakkı tanımaktadır. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerim savaş sebeplerinin başında meşru savunmayı sayar: “Allâh sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan menetmez. Çünkü Allah, adalet yapanları sever. Allah sizi, ancak sizinle din hakkında savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanıza yardım eden kimselerle dost olmaktan meneder. Kim onlarla dost olursa, işte zalimler onlardır.”(137)

B-Barış Antlaşmalarının Bozulması: 

Ahde vefa uluslar arası hukukun en temel ilkesidir. Kur’ân-ı Kerim ve hadisler hem günlük hayatta bireylerin hem de uluslar arası ilişkilerde devletlerin bu ilkeye riayet etmelerini zorunlu bir görev olarak kabul eder ve bu ilkeye aykırı davranmayı oldukça ağır bir suç olarak nitelendirir.(138) Bu hassasiyet dolayısıyla Hz. Peygamber hiçbir zaman bir antlaşmayı ilk defa bozan olmamış, hatta sıkıntı çektiği zamanlarda bile bundan taviz vermemiş, karşı taraftan da aynı hassasiyeti beklemiştir. Aksi takdirde bir toplumun en temel ihtiyacı olan güven içinde yaşama hali tehlikeye girmekte ve huzur kalmamaktadır. Bu sebeple antlaşmanın bozulması, taraf ülkenin güvenliğini tehlikeye düşürmenin de ötesinde arkadan vurma gibi ahlak kurallarına yakışmayan bir anlam da taşımaktadır. Kuran-ı Kerim bu tür davranışları savaş sebebi saymıştır. Hz. Peygamber’in de savaşma sebeplerinden birisi antlaşma yaptığı bazı kabile ve toplulukların aynı ölçüde hassasiyet göstermeyip, Müslümanların zayıf olduğunu düşündüğü anlarda antlaşmaları bozarak Müslümanları arkadan vurmasıdır.

Mesela Mekke’nin fethine sebep olan olay Kureyş’in Hudeybiye antlaşmasını bozmasıdır. Kureyş, Mute harbinden sonra Müslümanların yıprandığını görünce Müslümanların müttefiki olan Huzâa kabilesine saldıran Benû Bekir kabilesini antlaşmaya aykırı olarak desteklemiştir. Hz. Peygamber Kureyş’ten maktullerin diyetini ödemesini ve Benû Bekir’le ittifaktan vazgeçmesini aksi takdirde Hudeybiye antlaşmasının sona ereceğini bir elçi vasıtasıyla kendilerine bildirmiş, Kureyş bunu reddedince de Mekke üzerine yürümüş ve orayı fethetmiştir (Ramazan 8/ Aralık 629).(139) Kur’ân-ı Kerim antlaşmaların bozulmasının savaş sebebi olduğunu şu şekilde ayetlerinde belirtir: “(Ey Muhammedi): Kendileriyle antlaşma yaptığın ve hiç sakınmadan her defasında antlaşmayı bozanlar var ya, savaşta onları ele geçirecek olursan, onlardan sonrakilerin düşünüp öğüt almaları için, onları darmadağın et.Antlaşma yaptığın bir toplumun hıyanet etmesinden korkarsan, sen de aynı şekilde (antlaşmayı) kendilerine at Allah hainleri sevmez.” (140) “Eğer sana hainlik etmek isterlerse (üzülme, çünkü) daha önce Allah’a da hainlik etmişlerdi…” “… İman edip hicret etmeyenlere gelince, onlar hicret edinceye kadar size onların mirasından hiç bir pay yoktur. Eğer onlar din hususunda sizden yardım isterlerse, sizinle aralarında sözleşme bulunan bir kavim aleyhine olmaksızın (o müslümanlara) yardım etmek üzerinize borçtur. Allah yapacaklarınızı hakkıyla görmektedir.”(141) “Allah ve Elçisinden antlaşma yaptığınız putperestlere ihtardır!” (142) “…Ancak, antlaşma yaptığınız putperestlerden size karşı bir eksiklik yapmayan ve size karşı hiç kimseye arka çıkmayanlarla olan antlaşmalara, sürelerinin sonuna kadar riayet edin.” (143) “Onlar size dürüst davrandıkça sizde onlara dürüst davranın.” (144) “Onlar bir mü’mine karşı ne söz, ne de sözleşme gözetirler. İşte bunlar düşmanlıkta aşırı gidenlerdir.”(145) “Antlaşmalarından sonra yemini bozarlar ve dininize dil uzatırlarsa, bu durumda inkarcılığın önderleriyle savaşın. Çünkü onların yeminlerine güvenilmez.” (146) “Yeminlerini bozan, elçiyi sürgün etmeye yeltenen ve ilk önce sizinle uğraşmaya başlayan bir toplulukla savaşmalı değil misiniz? Yoksa onlardan mı korkuyorsunuz? Eğer inanıyorsanız korkmanız gereken
Allah’tır.” (147)

C-Elçilerin Öldürülmesi 

Uluslar arası hukukun en temel ihlallerinden birisi ve bir ülkeye saldırmanın diğer bir çeşidi de o ülkeyi temsil eden elçinin öldürülmesidir. İlk çağlardan beri elçilerin dokunulmazlığı uluslar arası hukukun en temel ilkeleri arasında yer almıştır. Çünkü toplumlar arası ilişki kurmanın en sağlıklı yolu bu ilkenin gözetilmesidir. Aksi takdirde diyalog imkanı ortadan kalkacaktır. Bu sebeple Hz. Peygamber de bu hususta ki teamüle riayet etmiş ve azami titizliği göstermiştir. Hz. Peygamber’in savaşma sebeplerinden birisi elçisinin öldürülmesi ve ilgili devletin özür dilemeyi reddedip diyeti (kan bedeli) de ödememesidir. Mesela 8/629 yılındaki Mute savaşının sebebi budur. Hz. Peygamber’in Busra valisini İslam’a davet etmek üzere görevlendirdiği elçisi Hâris b. Umeyr’in Hristiyan Gassânî Emiri Şurahbil b. Amr’in topraklarından geçerken Mute’de adı geçen emir tarafından öldürülmesi üzerine bağlı bulunduğu Bizans imparatorunun doğan zararı ödemeyi reddetmesi bu savaşın sebebidir.

D-Düşmanla İşbirliği 

Kur’ân-ı Kerîm’in Mümtahine suresi 9. ayeti savaşı haklı kılan sebepler arasında düşmanla işbirliği yapmayı saymaktadır. Bu saldırının bir başka çeşididir ve savaşın sona ermesinden sonra düşmanla işbirliği yapanlara karşı saldırı meşru hale gelir. Nitekim Hz. Peygamber Hendek savaşı sırasında en tehlikeli dönemde düşmanla işbirliği yapan Benû Kurayza’ya muhasara bittikten sonra bu sebeple cezalandırmak üzere bir sefer düzenlemiştir. Çünkü Medîne’de Hz. Peygamber kendileriyle bir antlaşma yapmış ancak onlar Bedir savaşı sırasında Mekkeli müşriklere silah yardımı yaparak antlaşmayı bozmuşlardı. Sonra unuttuk ve hata ettik diyerek özür dilemişler ve Hz. Peygamber de kendileriyle antlaşmayı yenilemişti. Fakat onlar yine Hendek muhasarası sırasında düşman tarafla yeniden anlaşarak Müslümanlarla yaptıkları antlaşmayı bozmuşlar ve Müslümanları arkadan vurmak üzere iken Hz. Peygamber aldığı istihbaratla onların bu oyununu boşa çıkarmıştı. (148) Mekke’nin fethinden sonra bir türlü düşmanlarla işbirliği yapmaktan vazgeçmeyen bir çok kabileye düzenlenen seriyyeler de bu amaca yöneliktir. Bu çerçevede Cezîme ve Dûmetü’l-cendel örnek olarak zikredilebilir.

E-Yabancı Ülkelerde Yaşayıp da Sırf İnançları Sebebiyle Şiddet ve İşkenceye Maruz Kalan Müslümanların Yardım Talebi 

Kur’ân-ı Kerim gayr-ı Müslim bir ülkede yaşayan Müslümanların sırf inançları sebebiyle baskı ve eziyete maruz kalıp da Müslüman ülkeden yardım istemeleri halinde bunu bir savaş sebebi olarak zikreder. Her şeyden önce bir kimsenin inancı sebebiyle baskı ve şiddete maruz kalması bir insan  hakkı ihlalidir. Dolayısıyla hiçbir devletin kendi vatandaşlarına sırf farklı inanç taşıdıkları için baskı yapmaya ve eziyet etmeye hakkı ve yetkisi yoktur. Kur’ân-ı Kerim bu konuda örnek olarak Fir‘avn’ın İsrailoğullarına yaptıklarını zikreder ve onu kınar.(149) Yabancı ülkede yaşayan Müslümanların gördükleri baskı ve eziyet karşısında yardım istemeleri halinde Müslüman ülkenin onların yardımına koşması gerektiğini açık bir şekilde ifade eder: “İnanıp da hicret etmeyenlere gelince, onlar hicret edinceye kadar, onların velayetinden size bir şey yoktur (onları korumakla yükümlü değilsiniz). Fakat dinde yardım isterlerse (onlara) yardım etmeniz gerekir. Yalnız, aranızda antlaşma bulunan bir topluma karşı (yardım etmeniz) olmaz. Allah, yaptıklarınızı görmektedir.”(150)

Yine bu bağlamda Mekke’de kalıp da yardım isteyen mü’minlerle ilgili şu ayet de konuyu açıklayıcı niteliktedir: “Size ne oldu ki Allah yolunda ve; “Rabbimiz bizi şu, halkı zalim kentten çıkar, bize katından bir koruyucu ver, bize katından bir yardımcı ver!” diyen zayıf erkek, kadın ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?” (151) Bu ayet Mekke’den Medîne’ye hicret edenlerle beraber gidemeyip Mekke’de müşriklerin egemenliği altında kalmış olan Müslümanların gördükleri eziyet ve işkence sebebiyle ettikleri feryada diğer Müslümanların başka yol yoksa savaşla bile olsa yardım etmeleri gerektiğini ifade etmektedir ki bu hüküm benzeri bütün durumlar için geçerlidir. Kur’ân-ı Kerîm’in “Fitneyi kaldırmak ve din Allâh’ın oluncaya kadar savaşma” emrinin (152) de konuyla ilgisi vardır. Fitnenin bir çok anlamı (153) olmakla birlikte burada dinden döndürmek için şiddetli baskı yapmak (154) veya ülkeden çıkarmak (155) anlamına geldiği ifade edilmektedir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim Müslümanların imanlarından döndürülmek için maruz kaldığı muameleden bahsetmektedir.(156) Fitnenin adam öldürmekten beter olduğunu ifade eden ayette de bu noktaya dikkat çekilmektedir.(157)Kelimenin Kur’ân-ı Kerîm’de ki yakmak, ateşe atmak, öldürmek, sürgün etmek, saptırmak gibi anlamları (158) da dikkate alındığında dine karşı oluşturulan bu baskı ve kaos ortamının dayanılmaz boyutlarda bir özellik arzettiği söylenebilir. Buna göre bu tür bir baskının oluştuğu ve insanların inançları sebebiyle eziyete maruz kaldıkları bir ülkeye özgürlük ve güvenlik sağlamak amacıyla yapılan savaşın meşru olduğu anlaşılmaktadır.

Dinin yalnız Allâh’ın olması da bu ortamın temin edilmesi anlamına gelmelidir. Çünkü Ahmet Küçük’ün de isabetle belirttiği gibi özgürlük ve güvenliğin sağlanması sağlıklı bir tercih yapabilmenin en temel şartıdır.(159) Burada bir husus daha ayetin anlaşılmasına yardımcı olabilir. Din kelimesinin sadece Allâh’ın kullarına peygamberleri aracılığıyla bildirdiği yasalar manzumesi değil aynı zamanda kanun anlamı da vardır. Mesela Yusuf suresinin 76. ayetinde “Yoksa kralın dinine göre (Yusuf) kardeşini alıkoyamazdı” ayetinde din kelimesi kanun anlamındadır.(160) Burada da Fitneyi kaldırmak ve din Allâh’ın oluncaya kadar savaşmak din ve vicdan özgürlüğü alanında uygulanan baskı ve şiddet kalkıp kaos ortamından çıkarak kanun hakimiyeti sağlanıncaya kadar savaşmak anlamı ortaya çıkar. “Onları (size karşı savaşanları) yakaladığınız yerde öldürün. Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne adam öldürmekten daha korkunçtur. Mescid-i Haramda onlar sizinle savaşmadıkça, siz de onlarla savaşmayın. Eğer onlar size karşı savaş açarlarsa siz de onları katledin, işte kafirlerin cezası böyledir.” (161) “Onlarla savaşın ki, fitne (baskı) ortadan kalksın, din yalnız Allâh’ın dini olsun. (Yalnız O’na tapılsın) Eğer (saldırılarına) son verirlerse artık zalimlerden başkasına düşmanlık olmaz.”(162)

VIII-Cihad’ın Savaş Boyutu İle İlgili Tespitler: 

Kur’ân-ı Kerim savaşı meşru kılan bir sebebin ortaya çıkması halinde savaşmaya izin vermekle birlikte savaş esnasında da temel insan hakları ve insani değerlerin gözetilmesini ister. Savaşa izin veren ayette “haddi aşmayın” ifadesi (163) bunu amirdir.

Haddi aşmak hangi hallerde ortaya çıkabilir? 

Haddi aşmak hangi hallerde ortaya çıkabilir? Bunları şu şekilde hülasa edebiliriz: 

a-Savaş dışı unsurların hedef alınması halinde: Hz. Peygamber’in kadınları, çocukları, yaşlıları, din adamlarını, mabetleri, ağaçları ve hayvanları saldırıdan masun sayması, yağma ve işkenceyi yasaklaması, (164) keza Kur’ân-ı Kerîm’in esirlere iyi muamele edilmesini emretmesi (165) bu açıdan haddi aşmamanın ne anlama geldiğini açık bir şekilde anlatmaktadır. Buna göre savaş esnasında Müslüman askerin muhatabı sadece kendisine karşı savaşan unsurlardır. Bunun dışındakiler yani sivil hedefler savaş dışıdır ve aksi bir durum açık bir saldırı haline dönüşür ve sonucunda bu eylemi gerçekleştirenler cezalandırılırlar.

b-Aşırı güç kullanımı ve şahsi intikam saikiyle hareket edilmesi halinde: Kuran-ı Kerim savaş sırasında düşmanın şerrini defedecek miktardan fazla güç kullanımını yasaklamıştır. “Kim size saldırırsa, onun size saldırdığı kadar siz de ona saldırın; Allah’tan korkun, bilin ki Allah (günahlardan) korunanlarla beraberdir.”(166) Kur’ân-ı Kerim şahsi intikam duygularıyla yapılan savaşın amaçtan sapma olduğuna işaret ederek bu tür saiklerle hareket etmeyi yasaklar.

Mesela müşrikler Uhud’da savaş başladığında şehit olan Müslümanların organlarını keserek intikam yoluna gitmişlerdi. Ebu Süfyân’ın karısı Hind onlardan bir dizi yaparak boynuna takmış, kininden Hz. Peygamber’in amcası Hamza’nın ciğerini çıkararak çiğnemişti.(167) Bunlardan son derece etkilenen Hz. Peygamber ve Müslümanlar derin üzüntünün tesiriyle onlara benzeri görülmemiş bir şiddet uygulama hislerine kapılınca Nahl suresinin şu 126-127. ayetleri nazil oldu:(168) “Eğer ceza verecekseniz size yapılanın misli ile ceza verin. Ama sabrederseniz, elbette O, sabredenler için daha hayırlıdır. Sabret! Senin sabrın da ancak Allah’ın yardımı iledir. Onlardan dolayı kederlenme, kurmakta oldukları tuzaktan kaygı duyma! Ayet saldırı karşısında Müslümanların mukabelede bulunmalarının hakları olduğunu, ancak gerekenden fazla şiddet ve güç kullanımının haddi aşmak olacağını, bunun şahsi intikam çerçevesine gireceğini belirtmektedir ki Maide suresinin ikinci ayetinde müşriklerin haksızlık ve eziyetlerinin müminleri kin ve intikama sevk etmemesi gerektiği açık bir biçimde ifade edilmektedir. Daha başta belirtildiği gibi bazı alimlerin cihada belli bir süreçten sonra izin verilmesinin sebeplerinden birisi olarak nefis eğitimini  göstermelerinin ne kadar isabetli bir yorum olduğunu bu olay ortaya koymaktadır. Bütün bunlar cezalandırmada ancak misliyle mukabelenin caiz olduğunu, ötesine ise izin verilmediğini gösterir.

c-Karşı tarafın barış teklifine ya da savaşı bırakmış olmasına rağmen savaşmaya devam edilmesi halinde: Kur’ân-ı Kerim, karşı tarafın barış teklif etmesi halinde Müslümanların bunu kabul etmelerini, saldırılarını durdurmaları halinde Müslümanların da durmasını istemektedir ki aksi bir durum haddi aşmaktır. Mesela şu ayetler bunu ifade etmektedir: “Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah’a tevekkül et. Çünkü O işitendir, bilendir.” (169) Taberî bu ayetin anlamı ile ilgili olarak şu yorumu yapmaktadır: “İslam’a girmek, cizye vermek suretiyle İslam ülkesi vatandaşı olmayı kabul etmek, barış antlaşması imzalamak (müvâde‘a) gibi barış ve sulh yolunda bir tercihte bulunurlarsa sen de barışın yanında yer al ve kabul et.”(170) “O halde onlar, sizden uzak dururlar, sizinle savaşmazlar ve sizinle barış içinde yaşamak isterlerse, Allah size, onlara saldırmak için bir yol vermemiştir.”(171)

Savaştan vazgeçenler ya da Müslümanlarla arasında barış antlaşması bulunan bir ülkeye sığınanlara karşı savaş bitmiştir. Bunların eş ve çocukları da dahil olmak üzere ailesi ve mal varlığı dokunulmaz olup onların hayrına olacak bir muamele dışında yaklaşım göstermek yasaktır.172 Aksi bir davranış haddi aşmak anlamına gelir.

IX- Tevbe, 9/ 29. Ayetin Yorumu:

“Kendilerine Kitap verilenlerden Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allâh’ın ve Elçisinin haram kıldığını haram saymayan ve gerçek dini din edinmeyen kimselerle, küçül(üp boyun eğ)erek elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın.” Batılı araştırmacılar arasında Müslümanların sürekli savaş halindeoldukları, karşılaştıkları gayr-ı Müslimlere öncelikle Müslüman olmalarının teklif edileceği, kabul etmezlerse Müslüman hakimiyetine boyun eğerek cizye vermelerinin isteneceği, bunu da kabul etmezlerse savaşın başlayacağı şeklinde bir anlayış hakimdir. Bu fikir, batılı araştırmacılar arasında o kadar yaygındır ki bu konuyu işleyen her hangi bir kitaba bakıldığında bu düşünce ile karşılaşmamak neredeyse imkansızdır. Bu tez, Tevbe suresinin 29. ayeti ve bazı hadislerle (173) de temellendirilmektedir. Öncelikle bir hususa işaret etmek gerekir ki o da İslam hukukunda ki hakim telakkiye göre savaşın sebebi karşı tarafın Müslümanlara saldırısıdır. Hanefiler, Mâlikîler ve Hanbeliler bu görüştedir.(174) Şâfiîler’in savaşın sebebini küfür olarak görmelerinin gerekçesine de az yukarıda yer verdik.

Hz. Peygamber hiçbir zaman ilk savaşa başlayan taraf olmamıştır

Hz. Peygamber hiçbir zaman ilk savaşa başlayan taraf olmamıştır. Savaşlarının sebebi az yukarıda izah edilmişti. Bu sebeple bu ayetin Müslümanlara düşmanlığı bulunmayan gayr-ı Müslim bir ülkeye sırf dini sebebiyle saldırıda bulunulacağını ifade ettiği şeklinde bir yorum çok fazla tutarlılık arz etmez. Tevbe suresinin bu ayeti hicretin 9/630 yılında nazil olmuştur. Yani Müslümanların sürekli saldırı altında oldukları, ihanete uğradıkları, biraz da güçlendikleri için bertaraf edilmesi gereken ciddi bir düşman olarak telakki edildikleri bir dönemde yani saldırıya maruz kaldıkları savaş ortamında gelmiştir. Bu sebeple adı geçen ayet ve aynı doğrultudaki hadisler Müslümanlara, sırf farklı dinden oldukları için diğer devletlerle doğrudan bir savaşı emrediyor değildir. Dolayısıyla az yukarıda sıralanan savaşı meşru kılacak sebeplerin oluşması durumunda karşı tarafa öncelik sırasına göre bu teklifler yapılacak ve hangisini kabul ederlerse Müslümanlar da ona göre tavır takınacaklardır

 

Sonuç

Cihâd sadece elde silah savaşmak değildir. Savaş onun bir boyutudur. İslam alimleri, cihadı insanlığın temel değerlerine düşman olan şeytan, nefis ve açık düşmanla mücadele olarak anlarlar. Cihadın savaş boyutu diğer kısımları içinde en çok dikkati çeken yönü olmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’in cihad ayetleri veHz. Peygamberin uygulamaları dikkatli bir şekilde incelendiğinde cihadın şiddete referans olabilecek bir yönünün olmadığı görülmektedir. Hz Peygamber’in savaş sebepleri tarihi olarak ortadadır.Kur’ân-ı Kerîm’in ilgili ayetleriyle birlikte değerlendirildiğinde Hz. Peygamber’in bütün savaşlarının, saldırı değil savunma karakteri arz ettiğini söylemek mümkündür. Savaş esnasında da Hz. Peygamber Kur’ân’ın emrinin bir uygulaması olarak savaş dışında kalan hiçbir varlığazarar verilmesine izin vermemiş, işkence gibi insanlık dışı uygulamalar konusunda askerlerini bilinçlendirmiştir. Onun öğretisine göre savaşın muhatabı sadece savaş halindeki silahlı askerdir.

Dâru’l-harb kavramı dini sebebiyle saldırıyı hak eden, Müslüman yapılması ya da Müslüman egemenliğine boyun eğdirilmesi gereken gayr-ı Müslim ülke anlamında değildir. Müslüman ülke ile arasında barış antlaşması olmadığından her an saldırabilecek konumda bulunan gayr-ı Müslim ülke demektir ki Müslümanların teyakkuz/alarm durumunda bulunmaları gerektiğini ifade eder.

Tevbe suresinin 29. ayeti doğrudan saldırı anlamında bir hükmü değil savaşı meşru kılan sebeplerin oluşması halinde savaş öncesi teklifleri ihtiva etmektedir. Savaş sonrası uygulamalara gelince Hz. Peygamber savaşın galibiyetle sonuçlanmasından sonra savaş esirlerine insani muamele dışında bir harekete izin vermemiş, himayesi altında yaşayan gayr-i müslimlerin bütün unsurlarıyla din ve vicdan hürriyetlerini, can güvenliklerini, mal emniyetlerini temin etmiş, namus, şeref ve haysiyetin korunması, akıl ve düşünce hürriyetinin muhafazası prensiplerine sadık kalmıştır. Sadece bu hakları koruma karşılığında ödeyebilecek durumda olanlardan askerlik yapmadıkları için cüz’i bir vergi olan cizye talep etmiştir.

Kur’ânın emirleri ve Hz. Peygamberin uygulamalarından hareketle İslam hukukçuları bütün toplumların insan haklarında eşit olduğu, uluslararası ilişkilerde barış ve adaletin esas alınması gerektiği, barış durumunda diğer devlet vatandaşlarının kazanılmış haklarına saygı gösterileceği, savaş durumunda düşmanın şerrini def edecek sınırın aşılamayacağı, savaş esnasında savaşa katılanlarla onlara destek verenler dışında hiç bir kimsenin hedef seçilemeyeceği, esirlere kötü muamele ve işkence yapılamayacağı, temel ihtiyaçlarının karşılanacağı, müslüman devletlerin diğer devletlerle yaptıkları antlaşmalara saygı gösterileceği, savaşı gerektiren durumlarda karşı tarafa haber verip ikaz etmeden savaşa başlanamayacağı prensiplerini kabul etmişlerdi. Bu prensipler tarihi süreç içerisinde bütün İslam toplumlarında gözetilmiştir.

Dipnotlar:

111 Halil b. Ahmed el-Ferâhîdî, Kitâbü’l-‘Ayn (nşr. Davud Sellûm v.dğr.), Beyrut 2004, s. 148, “h.r.b.” md.; 378, “s.l.m.” md.; İbnü’l-Faris, Mu‘cemü Mekâyîsi’l-luga, Beyrut 1420/1999, I, 565, “s.l.m.” md.

112 Halil b. Ahmed el-Ferâhîdî, s. 148, “h.r.b.” md.

113 Nisâ’ (4), 90; Enfâl (8), 61; Tevbe (9), 1, 4, 7.

114 Mümtahine (60), 8-9.

115 Kâsânî, Bedâi‘u’s-sanâi‘, Kahire 1327-28/1930, II, 49; VII, 341.

116 Serahsî, el-Mebsût, Kahire 1324-31, III, 111.

117 İbn Kayyim el-Cevziyye, Ahkâmu ehli’z-zimme, Beyrut 1415/1995, I, 223, 224.

118 Serahsî, el-Mebsût, Kahire 1324-31, X, 190.

119 Kâsânî, Bedâi‘u’s-sanâi‘, Kahire 1327-28/1930, II, 49; VII, 341.

120 Ahkâmu ehli’z-zimme, I, 223, 224.

121 Serahsî, el-Mebsût, X, 190; Kâsânî, Bedâi‘u’s-sanâi‘, II, 49.

122 Mümtahine (60), 8-9.

123 Nisâ’ (4), 1.

124 Safvetü’t-tefâsîr, Beyrut 1402/1981, I, 258.

125 Câmi‘u’l-beyân, Beyrut 1420/1999, III, 565.

126 Taberî, a.g.e., III, 567-569.

127 Taberî, a.g.e., III, 570.

128 el-Keşşâf, Kahire 1366/1947, I, 461-462. 58

129 Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, Beyrut 1415/1995, V, 167; Ebussuûd, İrşâdü’l-‘akli’s-selim, Beyrut , ts. (Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî), II, 138.

130 Süleyman Ateş, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsîri, İstanbul 1989, II, 99-100. 131 Al-i İmrân (3), 118-120.

132 Konu ile ilgili olarak bk. Saffet Köse, “Din Özgürlüğü ve Barış Yolunda İki Farklı Tecrübe…”, İslam hukuku Araştırmaları Dergisi, sy. 5 (2005), s. 13-48.

133 Konu ile ile ilgili tartışma ve ilgili referanslar için bk. Saffet Köse, İslam Hukuku Açısından Din ve Vicdan Hürriyeti, İstanbul 2003, s. 100-103.

134 Pezdevî, Kenzü’l-vusûl, Beyrut 1417/1997, IV, 419.

135 Maide (5), 33.

136 Mehdi Bâzergan, Kur’ân’ın Nüzul Süreci (trc. Y. Demirkıran-M. Feyzullâh), Ankara 1998, s. 261.

137 Mümtahine (60), 8-9.

138 Bk. M. Fuâd Abdüllbâkî, Mu‘cem, “a.h.d” md.; Wensinck, Mu‘cem, “a.h.d” md.

139 İbn Hişâm, es-Sire, Kahire 1415/1994, IV, 267; Taberî, Târîh (nşr. Muhammed Ebü’l-Fazl), Kahire 1960-70, III, 38-61; İbnü’l-Esir, el-Kâmil (nşr. C.J. Tornberg), Beyrut 1399/1979, II, 239-255; İbn Kesîr, es-Siretü’n- Nebeviye (nşr. Mustafa Abdülvahid), Beyrut 1411/1990, III, 526; M. Hamidullah, Hz. Peygamberin Savaşları (trc. Salih Tuğ), İstanbul 1981, s. 159-179.

140 Enfâl (8), 56-58.

141 Enfâl (8), 71-72.

142 Tevbe (9), 1.

143 Tevbe (9), 4.

144 Tevbe (9), 7.

145 Tevbe (9), 10.

146 Tevbe (9), 2.

147 Tevbe (9), 13.

148 Taberî, Câmi‘u’l-beyân, VI, 270; Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 230; Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 188.

149 Kasas (28), 4-6; A‘râf (7), 137; Şu‘arâ’ (26), 59; Mü’min (40), 23-26.

150 Enfâl (8), 72.

151 Nisâ’ (4), 75.

152 Bakara (2), 191, 193.

153 Bk. Halil b. Ahmed el-Ferâhîdî, Kitâbü’l-‘Ayn, s. 489, “t.g.v” md.; Râgıb el-Isfahânî, el-Müfredât, s. 454, “t.g.y.” md

154 Halil b. Ahmed el-Ferâhîdî, Kitaâbü’l-‘Ayn, s. 622, “f.t.n.” md.

155 Ebü’l-Bekâ’, el-Külliyyât (nşr. Adnan Dervîş-Muhammed el-Mısrî), Beyrut 1413/1993, s. 692, “el-Fitne” md.

156 Bakara (2), 109.

157 Bakara (2), 217.

158 Halil b. Ahmed el-Ferâhîdî, Kitaâbü’l-‘Ayn, s. 622, “f.t.n.” md.; Râgıb el-Isfahânî, el-Müfredât, s. 560-561, “f.t.n.” md.; Ebü’l-Bekâ’, el-Külliyyât (nşr. Adnan Dervîş-Muhammed el-Mısrî), Beyrut 1413/1993, s. 692, “el-Fitne” md.

159 Kur’ân’da Toplumsal Sınanma ve Sonuçları (basılmamış doktora tezi, SÜ SBE), Konya 2006, s. 83.

160 Mukâtil b. Süleymân, el-Eşbâh ve’n-nezâir, s. 134; İbn Fâris, Mu‘cemü mekâyîsi’l-luga, Beyrut 1420/1999, I, 428, “dîn” md.

161 Bakara (2), 191.

162 Bakara (2), 193.

163 Bakara (2), 190.

164 Müslim, “Cihâd”, 2; Ebu Dâvûd, “Cihâd”, 82; Tirmizî, “Siyer”, 48, “Cihâd”, 14; İbn Mâce, “Cihâd”, 38; Dârimî, “Siyer”, 5; Malik, Muvatta’, “Cihâd”, 11; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, I, 300; IV, 240; V, 358; Taberânî, el-Mu‘cemü’lkebîr (nşr. Hamdi Abdülmecîd es-Silfî), Haydarabad 1322, XI, 179, nr. 11562; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ (nşr. Muhammed A. Atâ), Beyrut 1414/1994, IX, 84, nr. 17949; 90-91, nr. 17966.

165 İnsan (76), 8-9.

166 Bakara (2), 194.

167 İbn Hişâm, es-Sire, III, 34.

168 Taberî, Câmi‘u’l-beyân, VII, 664-666; Tabersî, Mecma‘u’l-beyân, Beyrut, ts. (Dâru Mektebeti’l-Hayât), XV, 138-139.

169 Enfâl (8), 61.

170 Taberî, Câmi‘u’l-beyân, VI, 278.

171 Nisâ’ (4), 90.

172 Taberî, a.g.e., IV, 201.

173 Müslim, “Cihâd”, 2; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 82; Tirmizî, “Siyer”, 30, 47; İbn Mâce, “Cihâd”, 38; Dârimî, “Siyer”, 38; Mâlik, Muvatta’, “Cihâd”, 11; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, V, 352, 358. 174 M. Sa‘îd Ramazan el-Bûtî, el-Cihâd fi’l-İslâm, Dımaşk 1414/1993, s. 94; Ahmet Özel, “Cihâd”, DİA, VII, 528.

orijinali için bkz: 
http://www.islamhukuku.com/Uploads/Sayilar/islam%20hukuku%20dergisi%2010__(p37-70)337.PDF

 

Muhammed Ali

Son Yazılar

Tecelli Türleri

  Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…

2 ay önce

Allah’ı Bilmenin İmkânı ve Bunun Yöntemi

  Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…

2 ay önce

Varlık Mertebeleri ve Te’vil

  Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…

2 ay önce

Dilin Kabuğu

Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağır­lıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…

2 ay önce

Çözüm Aldatmacası

İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…

2 ay önce

Anda Olmak -Geçmiş ve Gelecek Arasında Bir Yer

İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygu­larımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…

2 ay önce