Çağdaş İnsan,Kendi Varlıklarını Üretimsel-Tüketimsel Sisteme Dönüştürmüştür
Çağdaş toplumlar kendi varlıklarını neredeyse büsbütün bir iktisadi işletmelere,üretimsel-tüketimsel bir sisteme dönüştürmüşlerdir.Daha fazla tüketmeye koşullanan toplumlar dolayısıyla daha fazla üretmeye icbar edilmekte;bu döngü ise doğal ve insani kaynaklara israfına ve kitletilmesine neden olmaktadır. Tabiata karşı kazanıları her zafer insanın daha bir aşağılandığı çağdaş sınıflı toplumların varlığını yoksullarla zenginler arasındaki uçurumu derinleştirerek pekiştirmektedir. Kâinatın muhkem bir barınak olarak inşa edilmesi psıkolojisine dayalı teknolojik girişimlerin sonuçta küçük bir azınlığın mutluluğu için çoğunluğun sömürü ve yıldırılmasıına dayandığı ortadadır.
Oysa İslam, insanın olumlu oluşu ve kâinatın geçici bir uğrak oluşunun bilincini sağlar. Bu ise ne büsbütün bir dünyayı terki, ne de en yüksek bir hazzın sağlanması adına doğanın ve insanların ıstismarının mantığını değil, vasat bir yol izlenmesini gerektirmektedir. Kaynakların insafsızca somurüldüğü ve israf edildiği bir anlayış olarak kapitalizm, yalnızca tabiatın dengelerini bozmak ve kaynaklarını heba etmekle kalmamakta, sınıfsal ve kültürel bir ayrışma oluşturarak imanları kendi amaçları doğrultusunda araçsallaştırarak, kışkırtarak, baskı altına alarak, toplumları da ifsada sürüklemektedir. Kapitalizm üretime dayanan bir hız döngüsüdür ve bu döngüye tâ-biiyet ınsanları belli bir maddi refaha ulaştırsa da, bizzat bu döngüye kutsallaştırmaktadır. Özgürlüğün salt bir tatmin olarak anlaşıldığı kapitalizmin sınırsız tüketıcilık rüyası, gerçekte belirgin bir özgürlük kaybıyla sonuçlanmakta, insanlar bu kez üretimsel dizge tarafından araçsallaştırılarak kendisine yabancılaştırılmaktadır.
Müslümanlar tarihin anlamını kavramaya çalışırken,toplumsal sorunlar ve pratikler üzerinde de kafa yormalıdır.’’Aslolan iyiliği yaygınlaştıran,kötülüğü ise önlemeye çalışan” bir ümmetin (bir devlet ya da bir uygarlığın değil), bu bilinci özümsemiş bir insanlığın oluşturulmasıdır. Açlık, eşitsizlik, haksızlıklar, ırk ve cinsiyet ayrımcılığı, işkence ve yıldırılar gibi sorunlar, elbette önlenmesi gereken sorunlardır. Ancak aslolan kötülüklerin yok edilmesi değil, bunun için savaşacak bir inanç toplumunun teşkil edilmesidir. Toplumsal bir dayanak olmadığı sürece kötülüklerin üzerine yürünemez çünkü. Tarih, kozmosun kendi tarihi değil, insanoğlunun tarihidir ve insanın bilinçli katkılarıyla oluşur. Kurumlar ya da anıtlar onları yücelten bilinçlerin desteği ve yaşamsal katkıları olmadığı sürece çöp yığınından farksızdırlar: Tarihsel dalgaların kıyıya attığı anlamsız cüruflar ve tortular. Pratik sorunlar ve devasa kurumlar bir savaşçının çoğu kez ufkunu karartır. Muhammed (s.a.v.) ve arkadaşları tarihin üstüne yürürken ne binekleri, ne barınakları, ne de görkemli savaş makineleri vardı. Onlar, müşriklerin baskısı altında bunaldıktan o en umutsuz anlarında bile, Allah’a olan imanlarına dayanarak, gözlerini tarihe ve kendilerini kuşatan uygarlıkların ötesine dikmişlerdi. Dayanakları güç değil, hakikatti. Tiim tarihsel dönüşüm ve devrimler sadece inanç ve ahlâk sahibi, tarihe ve dünyaya yüksek bir zirveden bakabilen geniş ufuklu şahsiyetlerin kalpleri ve zihinleri üzerinde oluşmuştur. Hiçbir teknolojik ve bilimsel uygarlık düzeyinin bu temel gerçekliği değiştirmesi mümkün değildir. Nitekim çağımızda da, bir Gandhi veya Aliya Izzetbegoviç in mücadeleleri buna örneklik teşkil etmektedir.
Ümit Aktaş-İnsan ve İslam