Çağdaş Dünyanın Anlamı
Biz burada kısaca çağdaş dünyanın ne olduğu sorusundan hareketle, bu soruya cevap ararken, aynı zamanda çağdaşlığın niçin bir ‘talep’ olarak karşımıza çıktığını da keşfetmeye yöneleceğiz. Mevcut olanın niçin olması gereken olarak algılandığı ve bizim bunu keşfetmemizin, klasik ilim geleneği ile irtibatını işaret ettikten sonra, yapılan bu şeylerin aynı zamanda bir ‘yorum’, bir ‘tevil’, yani bir varoluş imkânı olarak nasıl gerçekleşeceğini ve bu hususta yine klasik ilim geleneğinin bize ne gibi imkânlar/ yani temekkünler sağladığını \ bizim için neleri mümkün kıldığını da kısaca zikredeceğiz.
Günümüzün okul kitaplarında dünya kelimesi yaygın olarak Güneş sistemindeki bir gezegenin adı olarak, yani fiziki bir cisim için kullanılmaktadır. Ancak biz ‘çağdaş dünya’ dediğimizde fiziki bir şey kastetmiyoruz. Bu demektir ki çağdaş dünya derken fiziki olarak üzerinde yaşadığımız ve adına dünya dediğimiz gezegenden bahsetmeyeceğiz. Gezegen olarak Dünya, şu veya bu şekilde değişimin konusu olsa da genellikle tarihin mevzusu olmayacak kadar az veya sınırlı değişime konu olduğu için, burada bizi ilgilendirmiyor. Bu manası ile Dünya birçok ilmin mevzusu olsa da bizim burada ilgi alanımızın neredeyse tamamen dışındadır. Biz ‘dünya’ derken, bu gezegenle biraz irtibatlı olmakla birlikte ondan daha farklı bir şeyi ifade edeceğiz. Kastettiğimiz şey bu gezegende tahakkuk etmekle birlikte daha çok insan fiillerinden oluşan ve insan fiillerinin neticelerinden ibaret olan ikinci bir ‘dünya’. Bu dünya her an olup yok olmakta ve bu arada değişmekte olduğu için, bunda bir öncelik sonralık, bir hareket ve bir oluş; dolayısıyla bir değişme gerçekleşmektedir. Hatta bu dünya, tam anlamı ile bir ‘oluş ve bozuluş/yokoluş’, klasik isimlendirmesi ise ‘kevn ve fesad’ âlemidir. Bu âlem bir değişme sürecinde olduğu için, hatta her an değiştiği için onunla irtibatlı olarak biz önceki-sonraki tefrikini yapabilmekteyiz. Bu tefrik kendisi ile birlikte önceki ile sonrakini teşhis ederek, bunlar arasındaki müşterekleri ve ihtilafları, ayniyetleri ve farklılıkları araştırmayı ve görmeyi mümkün kılmaktadır. Hakkında konuştuğumuz meselenin aslım burada görebiliriz. Ancak mesele bizim karşımıza biraz daha farklı bir şekilde çıkmaktadır. Bu sebeple bizim bu farklılığın sebebini biraz daha yakından konuşmamız gerekecektir.
Demek oluyor ki ikinci dünyanın bir çağdaş olanı bir de olmayanı vardır. Çağdaş kelimesi genelde iki farklı kelimenin tercümesi olarak dilimize girmiştir. Birisi ‘contemporain’ yani aynı zamanda bulunan anlamına gelmektedir. Mesela bu kelimeyi İstanbul için kullandığımızda Fatih/Çarşamba ile Levent ve Moda çağdaş olmaktadır. Çağdaşın bir diğer anlamı da moderndir. Modern kelimesi ortaya çıkış süreci itibariyle ‘antik’in muhalifi olarak uydurulmuş veya kullanılmıştır. Modern,’antik’in belki muhalifi veya muakibi diyebileceğimiz yeni hâlin adıdır. Batı dillerinde bu ayrımın çok açık bir şekilde yapıldığı dönem 18. yüzyıldır. 18. yüzyılın başında modern kelimesi yeni yeni kullanılmaya başlarken, yeni hâli ifade eden terimlerden mesela Rönesans (Renaissance: yeniden doğuş) diye bir terim henüz yok, Rönesans diye bir dönem insanların kafasında henüz mevcut değil.
18.yüzyılda yazılan mühim birçok dünya tarihine bakıldığında antik dönem İslamiyet’in tebliğiyle bitiyor ve modern dönem de İslamiyet’in tebliğiyle başlıyor. Bunu temellendirenler “şu anda dünyada yaşanan her ne varsa bu hâline İslamiyet’in tebliğinden sonra gelmiştir” demekteler. Çünkü -açıkça ifade edildiği gibi- İslamiyet’in tebliğinden sonra/tebliği ile ortaya çıkmış olan yeni var oluş şekli, insanlığın şu andaki bulunuş şeklinin (siyasi, içtimai, ilimi ve fikri olarak) esasını teşkil ediyor. Dünyadaki bütün milletler, dinler, diller vesaire ne varsa hepsi şu andaki etkin şeklini İslamiyet’in tebliğ edilmesi çerçevesinde kazanmıştır. Modern tam da bunu ifade ediyor. Bunun en etkili iki örneğini tarihten verebiliriz. Bunlardan biri 62 ciltten oluşan Universal History diye bir dünya tarihidir. İngilizlerin hazırladığı bu dünya tarihi 1730’da neşredilmeye başlanıyor ve 1762’de tamamlanıyor. 18 ciltlik kısmı antik tarihe, geri kalan 44 cildi ise modern döneme ayrılmış. Modern dönem de bu temellendirme ile birlikte İslamiyet’in tebliğiyle başlıyor. İkinci önemli eser de gene Universal History başlığı altında telif edilmiş, 1803-1808 yıllarında İngilizce olarak neşredilmiştir. Bu 25 ciltlik dünya tarihinin ilk 9 cildi ‘Ancient History’e ayrılmış, 10. ciltten itibaren ‘modern history’ başlıyor. Modern tarih de yine dediğim gibi İslamiyet’in tebliğiyle başlıyor. Bu eserleri dikkate aldığımız vakit bu modern dönem dediğimiz dönemin ne zaman başladığı, yani modern dediğimiz kavramın ne için kullanıldığı ilginç bir hâl alıyor.
Tarihin Dönemlendirilmesi
Ama 18. yüzyılın ikinci yansından itibaren yeni bir bakış şekli söz konusudur. Aydınlanma dönemi denen dönem bu dönemdir. O dönemde bir ‘ara dönem’ uyduruluyor. Uydurulan dönemin adı da ‘Rönesans’tır. Şimdi Rönesans’ın araya girmesiyle birlikte tarihteki periyodizasyon/dönemlendirme dediğimiz olgu değişiyor. Roma İmparatorluğu özellikle İngiliz tarihçisi Gibbon’un Roma’yla ilgili yazdığı eserden (Decline and the Fail of Roman Empire) sonra ‘keşfediliyor’. Aslında bir keşiften daha çok bir ‘uydurma’, bir ‘inşa’, bir ‘kurgu’: bunun en güzel ifadesi ‘invention’. Bu arada Grek kültürü de yeniden keşfedi- liyor/yeniden kurulup/inşa ediliyor. Buradaki keşfetme mevcut olan bir şeyin ortaya çıkartılması değildir. Bu ‘construction’ anlamında bir Roma ve Grek dünyası inşa ediliyor. Bu inşa ile birlikte “Biz Rönesans’ta yeniden doğduk, bu yeniden doğuş aslmda Grek/Roma kültürünü hatırlamamız oldu” şeklinde bir görüş gelişiyor.
Bununla birlikte tarihte dönemlendirmeler yeniden yapılıyor. Yapılırken de Roma esaslı bir dönemlendirme söz konusu oluyor. Eski Çağ, Batı Roma’nm çökmesiyle miladi 4. asırda bitiyor. Gibbon’a göre Batı Roma’yı çökerten Hristiyanlıktır ve Hristiyanlık, medeniyet düşmanıdır. Batı Roma’nın çökmesi ile birlikte Eski Çağ, Doğu Roma’nın çökmesiyle birlikte, yani İstanbul’un fethi ile Ortaçağ bitiyor. 1453 ile birlikte Rönesans denen yeniden doğuş başlıyor. Fransız Devrimi’ne kadar Rönesans ve Aydınlanma birbirinin devamı iki dönem, bir dönemin iki aşaması olarak kabul ediliyor. Aydınlanma dönemi de Fransız Devrimi’yle bitiyor. Fransız Devrimi bittikten sonraki yeni döneme de modern dönem deniyor. Bu dönemde içerik olarak ortaya çıkan hâle ise ‘çağdaş dünya’ denilmektedir. Dikkatlice bakılacak olursa çağdaş dünyanın kavramsal zemini tarih üzerinde bir tasarruftan ibarettir ve bu tasarruf, mevcut duruma meşruiyet kazandırmak için, geçmişin olduğundan daha farklı bir şekilde kurgulanması, yani geçmişin tahrifinden ibarettir.
Klasik ilim geleneğimizi tahsil etmenin bize kazandıracağı ilk meziyet, o hâlde, tarihi olduğu şekilde kavrama imkânını elde etmektir. Buradaki tayin edici soru, tarihi Eski Çağ, Orta Çağ ve Modern Çağ olarak tasnif etmenin hakikat-i hâl ile olan irtibatının sorgulanmasıdır. Bu tasniflendirmenin hakikat-i hâl ile irtibatı nedir? Hakikate muvafık mıdır değil midir? Neticeleri açısından bakacak olursak bu tasnif, bu dönemlendirme Müslümanları, tarihte var olmuş, etkin olmuş bir güç olmaktan çıkarıyor; onun yerine Roma ve Bizans’ı tarihin merkezine yerleştiriyor, bunu da kendi başına bir amaç olarak değil, Batıdaki devletlere bir geçmiş ‘uydurmak’ amacına matuf olarak gerçekleştiriyor. Daha başka bir ifade ile tarih yazarlığı marifetiyle İslamiyet ve Müslümanlar, tarihte yok ediliyorlar. İngiltere’de, Fransa’da, Almanya’da ve daha kuzey bölgelerde neyin önceden mevcut iken yok olduğu ve daha sonra, yeniden doğduğu (re-naissance) sorusu sorulduğu zaman, bu soru ile birlikte bütün bu yörelerin Roma ve Bizans kadar Grek kültürü ile de sadece imajiner bir ilişkisinin olduğu kolayca fark edilebilir. Kısaca Roma ve Grekler ile ilgili geliştirilen söylemin, çağdaş dünyanın İslam medeniyeti içinde oluşmuş, İslam medeniyetinin ikincil (fer’î) özellikleri olarak sayılabilecek felsefe, bilim, teknoloji, siyaset, hukuk ve toplumsal organizasyon gibi alanlardaki başarılarının Batı Avrupa tarafından üstlenilmesinden başka bir esası olmadığının üzerini örte- bilme amacından başka bir anlamı yoktur.
Ancak bu Batı Avrupa’da, İslam tesiri altında da olsa, olup bitenin ‘İslami’ olduğu anlamına kesinlikle gelmez. Mesela 13. yüzyıl müelliflerinden ve Yahudi dinî düşüncesinin mimarı Musa İbn Meymun’un (Maimonides) eserlerinin mühim bir kısmını Arapça ve kelam ilminin diliyle yazmış olması sebebiyle bir ‘İslam alimi’ olması anlamına gelmediği gibi, 16. ve 17. yüzyıl siyaset düşünürlerinin Osmanlı’yı ideal devlet olarak kabul etmeleri de onları İslam siyasi düşüncesinin bir parçası hâline getirmez. Benzer durum, kötülük konusunda yazdığı “Candide” isimli romanında hakikati İstanbul’da bir Türk’e söyleten Aydınlanma’nın büyük düşünürü Voltaire’i de bir İslam düşünürü kılmaz.
Modern dönem yani çağdaş dünya reel olarak tek tek insanların etkin olarak yaşadığı değil, devletlerin etkin olarak yaşadığı bir dünyadır. Batı Avrupa’da başlayan ve daha sonra yaygınlaşan süreç neticesinde insan hayatının içinde gerçekleştigi çevre ve çerçeve tamamen devletlere bağlı olarak taayyün etmekte ve tanımlanmaktadır. Artık devletlerin olmadığı ve devletlerin kontrol etmediği herhangi bir mekân mevcut değildir. Bir devletin vatandaşı olmayan hiçbir insan ‘var’ muamelesi görmüyor. Vatansızlar veya vatansızlık sadece bir istisnadır ve bu konumda bulunan insanlar ‘bir şekilde’ canlarını muhafaza etmekte iseler de tam anlamı ile bir insan muamelesi görmemektedir. Yani insanların değil, devletlerin, yani siyasi gücün etkin olduğu bir dünyadır çağdaş dünya. Modern dünyanın ayına hususiyeti, devletin varlığının fertlerin var oluşunu önceliyor ve tanımlıyor olmasıdır. Bu meseleyi daha açık şöyle izah edebiliriz: Müslümanların etkin olduğu 15. yüzyılın dünyasını bir düşünün. Bir Müslüman’ın bir memleketten başka bir memlekete gidip dolaşabilmesi için bir şeye ihtiyacı yok. Müslüman olduğuna şehadet eden herhangi bir emare, kılığı kıyafeti veya dili, bir sözü, yeterlidir. Herhangi bir ‘devletin vatandaşı olmak’ gibi bir durum söz konusu olmadığı gibi, anlamlı da değildir.
Batı’da ilginç bir süreç yaşanmıştır. Bu süreç, birçok cihetten bazı hususiyetler taşımaktadır. Bu hususiyetler bir defalık ve Batı’ya has olduğu için, evrensel değildir. Bunun biraz daha açık bir ifadesi, Batı’daki sürecin insanlık tarihinde bir ‘sapma’, bir ‘anomali’ teşkil etmiş olmasıdır. Bu bir sapma ve anomali olduğu için, bu sürecin kendi mahiyetine uygun bir şekilde kavranması gerekmektedir. Bizim burada bunu gerçekleştirmemiz mümkün değildir. Sadece bazı hususları işaret ederek, bununla iktifa etmek durumundayım.
Burjuva tabirini herkes bilir. Burjuva, Fransızca bir kelimedir. Almanca karşılığı olan ‘bürger’ bugün vatandaşın karşılığı olarak kullanılıyor. Burjuva aslında ‘bourg’ kelimesi ile alakalıdır. Bourg Arapçadakı ‘burç’ kelimesinin Latinize edilmiş hâli veya o dile aktarılmış halidir. Burç, iç kale demektir. Tabii bir de dış kale ve de kalenin dışında olma hadisesi vardır. Bata Avrupa’nın oluşum sürecinde tayin edici yerler tabii ki şehirlerdir ama şehirlerin içerisinde de bourg’da yani iç kalede yaşayan özel olarak korunmuş, imtiyazlı insanlar vardır. İç kalede yaşayan insanlara ‘burjuva’ yani bourg’un içinde yaşayan insanlar deniyor. Tabii bu zaman içerisinde sadece mekân olarak orada yaşamak anlamından ticaret yapma imtiyazını elde etmeye kadar uzanan bir sürece dönüşüyor. Bu imtiyazların elde edilmesiyle birlikte burjuva dediğimiz sınıf oluşuyor.
Burjuva sınıfı oluşurken bourg’un asıl yöneticisi olan derebeyi ile bir ilişki içerisinde bulunuyor. Siyasi güç sahibi olan birisine yakın ve onun himayesinde olmakla sizin diğer insanlarla ilişkiniz arasmda bir irtibat vardır. Modernitenin sosyal ontolojisinin esası buradadır. Güç merkezine yakınlığınızla birlikte bir konum kazanıyorsunuz. Bu kazandığınız konum sizin ‘perso- na’nız yani şahsiyetiniz oluyor. Persona malum maske demektir. Bizde makam sahipleri eskiden kılık kıyafetleriyle Batı dünyasında da maskeleriyle bilinirlerdi. Bugün Ingiliz Parlamentosu’nda hâlâ kısmen bunun kalıntılarını görmek mümkündür. Maske bugün peruk hâline gelmiştir. Bunlar aynı zamanda insanların konumunu temsil eder. Siyasi merkeze yakın olmanın insanlara konum kazandırması ve insanların kendilerini bu konumla tanımlamaları, modernitenin ayına hususiyetini teşkil eder. Senyöre yakm olmak, sadece yakınında bulunmak değil, bağlı ve bağımlı olmayı ifade ettiği için, kim olduğunuz, hangi senyöre bağlı ve bağımlı olduğunuzla tanımlanmaktaydı.
Bunun teferruatını yine burada ele almak mümkün olmamakla birlikte, Batı’nın oluşum tarihini, asıl olarak biraz sonra kısaca işaret edeceğimiz senyörler arasındaki ittifaklar ve ihtilafların belirlediğini söyleyebiliriz. İşte bu ittifaklar ve ihtilaflar, insanları taraf seçme zorunda bırakarak, tercihlerini ‘itaat’ ve ‘is- yan’ temel kategorilerinden birine dahil etmektedir. İnsanların verdikleri kararlar Batı çağdaşlığı içerisinde tamamen bu iki kategori içinde gerçekleştiği için, kararlara sevk eden hâller hep ‘imperatif’, hep ’emir’ olarak kavranmış; bunun üzerinden çağdaşlık ve çağdaşlaşma, tamamen siyasal bir süreç olarak yaşanmıştır. Bunun gerisinde ise Batı’daki oluşumun siyasal karakteri yatarken, bu karakter özellikle İslam dünyasına sömürgeleşme üzerinden ulaşmıştır. İslam coğrafyasında modernleşmenin sadece ferdi-insani bir tercih olarak kalmayıp, toplumsal-yapısal, siyasi bir süreç olarak yaşanmasının arkasında Batı’daki bir ‘anomali’ ve ‘sapma’ teşkil etmekle birlikte, Batı’nın yaklaşık iki asır devam eden bir ‘güç’ sahibi olma imkânı elde etmesi teşkil eder. Güç sahipleri kendi ‘şâzz’ hâllerinin üstünü örtmek için, onun ‘olması gereken’ durum olduğunu; buna karşılık bu hâlde olmayanların ‘geri kaldıkları’ vs. gibi bildik bir söylemle, dünyada uyguladıkları zorla dönüştürme teşebbüslerini, temellendirme- ye yönelmişlerdir.
Martin Luther’in özellikle Almanca konuşan insanların yaşadığı yöreler için tasvir, ama biraz dikkatlice incelendiğinde bütün bir Batı Avrupa için geçerli olduğu anlaşılan durum, mo- dernite/çağdaş dünyanın nereden geldiği ve nasıl geliştiği hususunda bize biraz daha yakın bir malumat vermektedir. Luther’in gözlemlerine göre Hristiyanlarm yaşadığı yerlerde üç ayrı insan grubu vardır. Bunlardan birinci grup ki kahır ekseriyeti teşkil etmektedir. Türklerin adil olduğu kanaatinde ve Türklerin yönetiminde daha rahat edeceklerini düşünmektedirler, ikinci grup kilise, asilzadeler ve krallardan oluşan grup, Türklerle savaşmak taraftan, çünkü Türkler geldiği vakit onların imtiyazlan yok olmaktadır. Üçüncü bir grup da samimi Hristiyanlardır. Onlar Hristiyanların çatışmayla, savaşla bir alakalarının olmayacağını düşünüyorlar. Ondan sonra Luther’in kendisi çözüm önerileri sunuyor. Luther’in çözümü her halükârda Türklere karşı savaşın sürdürülmesi olsa da kendisi, diğer Reform önderleri ile birlikte, toplumsal bir reform sürecinin zorunlu olduğunu fark ederek, buna yöneliyorlar.
Burada kısaca bir noktayı da işaret etmekte fayda görüyorum: Reform sadece Protestan hareketi için geçerli değildir, Katolikler de bir süre sonra reform sürecine iştirak etmişlerdir. Bu reform sürecinde hem Protestanların hem de Katoliklerin çok çeşitli cihetlerden Müslümanlardan, özellikle Osmanlı toplumun- dan çok şeyi üstlendiklerini fark etmek, burada yapılanları kısaca gözden geçiren hemen herkesin kolayca başarabileceği kadar kolaydır. Hem Kalvinizm’in hem Protestanlık olarak bildiğimiz Luther’in yaklaşım şekline baktığınız vakit, bu üç reform önderinin (Luther, Calvin ve Melanchton) nihai olarak Müslümanların, hayatlarında gözüktüğü hâliyle, Müslümanlığa yönelmiş oldukları fark edilebilir. Oryantasyon [Orientation] dediğimiz şey tam da böyle bir şeydir. Orient şark demektir. Oryantasyon, şarka bakarak kendi hâlini tayin etme, yönünü belirlemedir. Bunu, Protestanlığın gelişme sürecinde ortaya çıkan esas tezlerde çok net olarak görebilirsiniz. Ortada eksik kalmış, belki kontrol altında tutulmuş ve engellenmiş, bir Müslümanlaşma süreci vardır. Diğer yandan da Katoliklerle çatışma içerisindedirler.
Kısaca şunu hatırlamakta fayda vardır: Batı Avrupa’nın oluşum süreci, Osmanlı Devleti’nin doğrudan dahlinin bulunduğu bir süreçtir. Reform hareketi ile birlikte, siyasal olarak zaten feodal bir yapıya sahip olan bir yöre, dinî olarak da -yani kilisenin belirleyiciliği anlamında- parçalanınca, Osmanlı Devleti’nin buralarla fazlaca uğraşmasını gerektirecek bir durum kalmamış, Osmanlı sadece ‘gerektiğinde’ buralara müdahale etmiştir. Osmanlı’nın 16. ve 17. yüzyıllarda bütün Avrupa’yı kontrolü altında tuttuğunu söylemek abartma değildir. Vestfalya Antlaşması’nın yapıldığı dönemin haritasına bakılacak olur- & Avrupa’da toprakları en geniş olan ülkenin Polonya olduğu, Polonya’nın da doğrudan Osmanlı himayesinde bulunduğu görülebilir. Kuzey denizine kadar Batı Avrupa, doğrudan doğruya her yönden Osmanlı Devleti’nin kontrolü altındadır. Vestfalya Antlaşması bilindiği gibi Yüzyıl Savaşları’ndan sonra 1648 yılında yapılmıştır. Bu antlaşma, daha önceki Augsburg Antlaşması’nda (1555) olduğu gibi, Katolik kilisesinin önemli bir dahli olmakla birlikte, nihai olarak yerel feodal senyörler arasında gerçekleşmiştir. Antlaşmaların muhtevası incelendiğinde, meselenin dar anlamı ile bir ‘barış’ antlaşması olmayıp, bunun ötesinde insanların ‘hayat tarzları’ ile ilgili antlaşmalar olduğu görülebilir. Nasıl bir dine inanacağınızı hangi senyörün yönetiminde yaşadığınız belirlediği gibi, nasıl bir hayat yaşayacağınızı da hangi ‘sınıfa’ ait olduğunuz belirlemektedir. Sınıfların da nihai olarak kilise veya yine feodal hakimlere yakınlıkla/bağlı ve bağımlılıkla alakalı olduğunu hatırda tutacak olursak, o zaman modernite veya modern dünyanın/çağdaş dünyanın mahiyeti hususunda bakışımızı biraz daha keskinleştirmiş olacağız.
Demek oluyor ki modern-çağdaş dünya dediğimiz siyaset merkezli düzenin oluşma sürecini kiliseler ve yerel güçler arasındaki çatışmalar belirliyor. Bu çatışmalarda Osmanlı Devleti duruma göre hakem, duruma göre bir tarafı destekleyen veya tarafsız bir güç olarak ama her zaman en büyük güç olarak meseleleri takip ediyor. 1722’de Amsterdam’da neşredilmiş “Ali Osman’ın Gizli Tarihi” veya “Gizli Anekdotları” isimli dört ciltlik bir kitapta “bütün dünyanın önünde titrediği Osmanlılardan” bahsediliyor. Amsterdam o vakitler Avrupa kapitalizminin önemli merkezlerinden biridir. Avrupa’daki çatışmaların içerisinde kral, yerel senyörler, Kilise ve burjuva sınıfı yer almaktadır. Aralarında yaşanan tartışmalarda burjuva adına konuşan çeşitli insanlar vardı.
Bilindiği üzere ‘Aydınlanma’ adı verilen dönemin düşünürlerinin büyük bir kısmı üniversite hocası değildir. Bunların büyük bir kısmı zenginlerin kütüphanecisi, hizmetkârı veya himayesinde yaşayan insanlardır. Bunları ifade etmek için kullanılan Fransızca kelimenin Türkçedeki karşılığı okumuş taifesidir. Burjuvanın himayesinde olmak bağlamında bakıldığı vakit birçok özgürlükçü fikir veya öyle kabul edilebilecek fikirler esas itibariyle burjuva dediğimiz sınıfın taleplerini dile getirir. Bunların büyük bir kısmının Hristiyanlıkla müspet bir irtibatı yoktur. İslamiyet’le ilgili olarak yazdıkları eleştirilerin büyük bir kısmının genellikle İslamiyet’le doğrudan alakası yoktur, eleştirdikleri aslında Hristiyanlıktır. İlginç örneklerden biri Montesquieu’nun “Lettres Persanes” isimli eseridir. Montesquieu’nün bu eseri, o dönemlerde çok sayıdaki örneği gibi, sansür baskısı altında yaşayan insanların, müstear isimlerle ve kurgusal mekanlar uydurarak görüşlerini dile getirmelerinin örneklerinden biridir. İran mektupları olarak yazdığı, kurguladığı kötü şark, aslında Hekimoğlu İsmail’in Minyeli Abdullah isimli kitabındaki Minye’si, yani Mısır’dır. Fransa’yı anlatıyor ama Fransa demeden anlatıyor; Fransa’yı anlatırken de bir Fransız olarak değil, sanki bir İranlı konuşuyor gibi konuşmaktadır. Burada şunu da söylemeden geçemeyeceğim: O dönemde şark için kullanılan ‘despo- tisme orientale’ ‘şark despotizmi’ ibaresinin dönemin Osmanlı ve İran’ı ile hiçbir alakası yoktur. Burada anlatılan hemen hemen tamamen o günkü devrim öncesi Fransa ve Batı Avrupa’dır.
Batı’da otoriteye yakın, güç merkezine yakın, onun imtiyazıyla var olan ve bu imtiyazla konum kazanmış insanlar, burjuva, Fransa’da bir devrim yapıyor. Bu devrimin Almancadaki yaygın adı, gerçekleştiren sınıfın adıyla ‘bürgerliche revoluti- on’dur. Almanya’da Fransa ve Hollanda’ya göre güçlü bir burjuva oluşmamıştır. Bunun Almanya’daki dinî gelişimle alakası vardır. Almanların devlet kilisesi din ve devletin birbirinden ayrılmasını engellemiştir. Fransa’da devlet kiliseyle iş birliği değil çatışma içerisinde olmuştur. Kralın kiliseyle, Vatikan’la çatışması hep devam etmiştir. Osmanlı Devleti’nin Fransa’yı Vatikan’a karşı himaye etmesi bu noktadan çok önemlidir. Ama Osmanlı Devleti sadece Fransa ile değil, Vatikan’la da ilgilenmiştir. Mesela ikinci Bayezid zamanında kardinal seçimi konusunda Osmanlı Devleti’nin doğrudan dahli olmuştur. Protestan Almanya’nın tarihi, devletin kiliseden ayrılmadığı, devletin kilise üzerinde etkin olduğu bir süreç olarak gerçekleşmiştir. Almanya’da din-devlet ayrılığı diye bir uygulama hâlâ yoktur. Protestan bölgelerde Protestanlık ‘devlet kilisesi’ (Staatskirche) olarak etkin olmuş; zaman içerisinde Katolikler de Osmanlı Devleti’ndeki uygulama örnek alınarak, devletle ‘ahit’ imzalamış ve bu ahit üzerinden sisteme katılmıştır. Bugün din, yani kiliseler devletin anayasal olarak parçasıdır. Devleti, kilise ve hükümet beraber oluşturur. Bu konuyu da burada kesmekle birlikte şunu ifade edebiliriz: Batı Avrupa’nın tarihi, yani ‘çağdaş dünyanın’ tarihi, kurum hâline gelmiş çıkar gruplarının birbirleri ile çatışması sürecinde ortaya çıkmıştır. Çatışma ise, tarafların sahip oldukları ideoloji veya dinî inançlara bağlı olarak, aralarında barışı öngörmediği için, ateşkeslerle devam etmiştir. Batı tarihinde ve kültüründe ‘sulh’ kavramı olmadığı gibi, ‘barış’ da daha çok Kant’m rüyasını gördüğü ebedi barışın içerdiği unsurları hiçbir zaman sağlayamamış ve genellikle bir ateşkesin ötesine geçememiştir.
Tahsin Görgün – Türkiye’de İslami Düşünce Geleneği,syf: