Burhan Bozgeyik – Kemalist Eğitim ve Din Düşmanlığı
1930’ların eğitiminde dine yer yoktu
1930’lu yıllar, yakın tarihimizin en dikkat çekici yıllarıdır. Bu yıllarda ülkemizde cereyan eden hâdiseler sadece bizim için değil bütün beşer tarihi için çok mühim hadiselerdir. Zira bu yıllar içerisinde, o zamana kadar eşine emsaline rastlanmamış gelişmeler olmuştur. Siyasi iktidara hâkim olan Mustafa Kemal Atatürk, yıllarca çetin bir mücadele verip, siyasi iktidarı ele geçirdikten sonra, bu 1930‘lu yıllar içerisinde; düşündüğü, planladığı “insan’’ modelini yetiştirmek için kesif bir çalışma içerisine girmiştir.
Atatürk, düşündüğü insan modelini yetiştirmek için Eğitim sistemini yeni baştan tanzim etmiş, ilkokuldan üniversiteye kadar, bütün eğitim müesseselerinde okutulacak ders kitaplarıyla bizzat ilgilenmiş, ders kitaplarının bazı bölümlerini kendisi kaleme almış, diğer bütün kitapları da inceden inceye tetkik ettikten sonra bastırtmıştır. Yani, düşündüğü insan modelinin nasıl yetiştirileceği hususunda en ufak ayrıntıyla bile bizzat meşgul olmuş, her safhada kontrolü elinde bulundurmuştur.
1930’a gelinceye kadar
Türkiye’nin 1930’lu yıllarında cereyan eden hâdiseleri iyi anlayabilmek için o zamana kadarki gelişmeleri ana hatlarıyla göz önünde bulundurmak lazımdır. O zamana kadar neler olmuştur? Bu soruya iki ana başlık altında cevap vermek lazımdır:
1. Kültür sahasında olup bitenler,
2. Siyasî sahadaki gelişmeler.
Cumhuriyetin ilanından sonra kültür sahasında gelişmelerden bazıları şunlardır:
7 Ocak 1924: Tevhid-i Tedrisat kanunu çıkarıldı. Bütün okullar Milli Eğitim Bakanlığına bağlandı.
3 Mart 1924: Halifelik kaldırıldı. Osmanlı hânedanınamensup olanların bir daha dönmemek, Türkiye topraklarına ayak basmamak, transit olarak da olsa geçmemek üzere yurt dışına sürülmesi kararlaştırıldı.
3 Mart 1924: Şer’iye vekâleti kaldırıldı.
8 Mart 1924: Dini mahkemeler kaldırıldı.
25 Kasım 1925: Şapka kanunu çıkarıldı.
30 Kasım 1925: Tekke, zaviye ve türbeler kapatıldı.
17 Şubat 1926: İsviçre Medenî Kanunu Türkçeye tercüme edilerek “Türk Medenî Kanunu” olarak kabul edildi.
1 Mart 1926: İtalya Ceza Kanunu Türkçeye tercüme edilerek “Türk Ceza Kanunu” olarak kabul edildi.
1926: Bütün Orta dereceli okullarda din dersleri kaldırıldı.
28 Mayıs 1927: Binalar üzerindeki Osmanlıca Kur’an harfleriyle yazılmış bütün tuğra ve methiyelerin kaldırılması hakkında kanun çıkarıldı.
3 Şubat 1928: İlk Türkçe hutbe İstanbul’da okundu. Bilahare, Ezan, kamet ve hutbelerin bütün yurt sathında okunması için çalışmalar yapıldı.
10 Nisan 1928: İsmet Paşa ve 120 arkadaşının teklifi üzerine Anayasa’dan bütün dinî terimlerin kaldırılması hakkında bir kanun çıkarıldı. Buna göre: “Devletin, dini, din-i İslâmdır” kaydı kaldırıldı. Milletvekillerinin yemin şekli değiştirildi. “Vallahi” demek yerine “Namusum üzerine” tâbirinin kullanılması kabul edildi.
1 Kasım 1928: Harf inkılabı yapıldı.
1 Ocak 1929: Arapça harflerle dilekçe yazılması ve kitap basılması yasaklandı.
1 Eylül 1929: İlk ve orta öğretim okulları ders cetvellerinden “Arapça” ve “Farsça” dersleri kaldırıldı.
Siyâsî sahadaki gelişmeler
1930’a kadarki başlıca siyâsî gelişmeleri şu şekilde hülasa edebiliriz:
23 Nisan 1920: TBMM, dualarla, Kur’an-ı Kerim okunmasıyla açıldı. Bu ilk mecliste çok sayıda medrese tahsili yapmış din âlimi vardı.
24 Temmuz 1923: Lozan antlaşması imzalandı. Lozan’daki görüşmeler esnasında TBMM’de sert tartışmalar oldu. Rauf Orbay’ın başında bulunduğu hükümet de, Lozan’da Türkiye’yi “başmurahhas” sıfatıyla temsil eden ismet İnönü’ye imza yetkisi vermedi. Bunun üzerine imza yetkisini TBMM reisi Mustafa Kemal verdi.
11 Ağustos 1923: TBMM ikinci devresi açıldı. Milletvekilleri yemin etti. Birinci devre TBMM’de yer almış olan sarıklı milletvekillerinin hemen hepsi bu meclise giremedi. Ayrıca Lozan antlaşmasına karşı çıkmış olanların da çok büyük ekseriyeti bu yeni mecliste yer almadı. Bu meclisin teşekkül etmesine yol açan seçimin belli başlı hususiyeti şunlardı:
Seçim, “Açık rey, gizli tasnif’ esasına göre yapılmaktaydı. Yani reyler sandık kurulunun önünde açıkta verilmekte, ama tasnifi, sandık kurulu üyeleri kendi aralarında yapmaktaydı.
Seçim birkaç gün sürmüştü. Bu zaman zarfında, sandık anahtarı hükümetçe vazifelendirilmiş kişilerde bulunmuştu.
9 Eylül 1923: 9 Ağustos 1923’de kurulmuş olan Halk Fırkasının tüzüğü 9 Eylül 1923’te kabul edildi. Böylece bu parti resmiyet kazandı. Partinin genel başkanı Mustafa Kemal Paşa idi.
17 Kasım 1924: Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF) kuruldu. Bu fırkayı Halk Fırkasının (CHP) icraatını beğenmeyenler kurmuştu. Bu yeni partinin kurucuları arasında İstiklal Harbinin Önde gelen simaları yer almaktaydı. Başlıcaları şunlardı: Kâzım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele. Ayrıca 30 milletvekilide parti kurucuları arasında yer almıştı. Bu yeni partinin çatısı altında İttihat ve Terakkide çalışmış “kurt” politikacılar da vardı:
13 Şubat 1925: Doğu’da Şeyh Sait ayaklanması patlak verdi. Bu ayaklanmanın, Türkiye ile Ingiltere’nin; Musul meselesi yüzünden aralarındaki anlaşmazlığın zirveye çıktığı bir zamanda ve TBMM’nin Musul’a askerî müdahale yapılması karan almasının an meselesi olduğu bir sırada oluşu dikkatleri çekti.
4 Mart 1925: Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarıldı. Fethi Okyar Başkanlığındaki hükümet bu kanun teklifini kabul etmeyeceğini açıklamış, bunun üzerine bu hükümet düşürülmüş ve İsmet İnönü başkanlığında yeni bir hükümet kurulmuştu. Kanun 79a karşı 82 oyla kabul edildi, (üç rey farkıyla)
Bu kanun, hükümet görüşüne aykırı her türlü düşünce ve faaliyeti yasaklamaktaydı. Ayrıca kanun gereğince iki İstiklâl Mahkemesi kurulmuştu.
31 Mayıs 1925: Doğudaki hâdiseler tamamen bastırıldı. Ayaklanmanın lideri Şeyh Said ile birlikte 47 kişi Şark İstiklal mahkemesi tarafından idama mahkum edildi. Karar 29 Haziran 1925’te Diyarbakır’da infaz edildi.
Mart 1925: Takrir-i Sükun kanununa dayanılarak çeşitli illerde neşrolunmakta olan birçok dergi ve gazete kapatıldı. Bazı gazeteciler İstiklal Mahkemesi’ne verildi.
Nisan 1925: Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının İstanbul’daki merkez ve şubeleri arandı. Bütün vesikalarına el konuldu. İstiklal Mahkemesi Doğu Anadolu’daki bütün Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası teşkilatlarını kapattı. Ankara İstiklal Mahkemesi de, parti programının 6. Maddesinde yer alan; “Parti, efkar ve itikâd-i diniyeye hürmetkardır” ifadesini, “irtica kışkırtıcılığı” olarak değerlendirdi ve hükümetten “gereğinin yapılmasını” istedi.
3 Haziran 1925: Hükümet TCFnı kapattı. Böylece Cumhuriyet tarihinin ikinci siyâsî partisi 6 ay hayatta kaldıktan sonra siyaset sahnesinden çekilmiş oldu. Bu partinin kapatılmasıyla birlikte siyaset sahnesinde önde gelen birçok şahsın da siyâsî hayatı sona ermiş oldu.
1925-1926:İstiklal Mahkemeleri, daha öncebahsettiğimiz kararlara tepki gösterenlerden binlercesini muhakeme etti. Neticede yüzlerce idam kararı verdi.
17 Haziran 1926: Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa’ya suikast yapılacağı ihbarı olduğu açıklandı. Bunun üzerine İstiklâl Mahkemeleri harekete geçerek, TCF’nin ileri gelenleri başta olmak üzere, meşhur İttihat ve Terakkiciler ile daha başka birçok kişiyi tevkif etti.
Tevkif edilenler arasında milletvekilleri de vardı.: Bunlardan meşhur simalar şunlardı: Ali Fuat Paşa (İstanbul), Kazım Karabekir Paşa (İstanbul), Refet (Bele) ve Cafer Tayyar (Eğilmez)
Suikast ihbarı üzerine tevkif edilenlerden 19’u idam edildi. İdam edilenler içerisinde Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası milletvekilleri de vardı: Şükrü (İzmit), Abidin (Saruhan), Albay Arif (Eskişehir), İsmail Canpolat (İstanbul), Halis Turgut (Sivas) ve Rüştü Paşa (Erzurum) j Meşhur simalardan Rauf Orbay on yıl hapse mahkum j edilmiş, Kazım Karabekir, Cafer Tayyar, Ali Fuat Cebesoy ve Refet Bele ise ordunun baskısı ile beraat ettirilmişlerdi.
1 Şubat 1927: Milletvekili seçimi yapıldı. Bu seçimin başlıca hususiyetleri şunlardı:
1. Seçime tek parti katılmıştı.
II.Her isteyen kişi milletvekili adayı olamamamıştı.Partinin aday gösterdiği kişiler,bağımsız olarak da olsa seçime katılamamıştı.
III.Milletvekili adaylarına parti tespit etmişti.Adayların tespitinde birinci derecede rol oynayan sima,Cumhurbaşkanı M.Kemal Paşa idi.
12 Ağustos 1930: Serbest Cumhuriyet Fırkası(SCF) isminde yeni bir parti kuruldu . Bu partinin kurucularını bizzat Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa tespit etmişti,
4 Eylül 1930: SCF’nin kurucuları İzmir’de çok büyük bir kalabalık tarafından karşılandı. 5 Eylülde İzmir de yapılan mitinge muazzam bir kalabalık iştirak etti. Ayrıca yurdun muhtelif bölgelerinde SCFye olan ilginin arttığı müşahede edildi.
24 Eylül 1930: SCF’nin lideri Ali Fethi (Okyar) Bey Gümüşhane milletvekili seçildi,
1 Kasım 1930; SCF temsilcileri, mahalli seçimlerde haksızlığa uğradıklarını, çeşitli baskılarla karşılaştıklarını söylediler. Bundan sonra Mecliste sert tartışmalar cereyan etmeye başladı.
16 Kasım 1930: Ali Fethi Cumhurbaşkanı ile görüştü. Bu görüşmede SCF’nin feshi kararlaştırıldı,
17 Kasım 1930: Ali Fethi Bey Dahiliye Vekaleti ne bir dilekçe verdi ve “Gidişata göre Gazi Hazret feriyle siyasî pahada karşı karşıya gelmek vaziyetinde kalabileceği anlaşıldığı” gerekçesiyle partiyi kapattıklarını bildirdi.
Böylece yeni bir parti denemesi de neticesiz kalmış oldu. ;Bundan sonra CHP, 1946‘ya kadar yapılan bütün seçimlere tek başına katıldı.
Bazılarına temas ettiğimiz bu kültürel ve siyasî gelişmelerde Atatürk’ün rolü çok mühimdi.Bütün gelişmeleri, neticelerini de tahmin planlanmış ve tatbik sahasına sokmuştu.
M.Kemal ipleri ele geçiriyor
1930 yılına gelindiğinde Mustafa Kemal Paşa, kültür sahasında düşündüklerinin mühim kısmım gerçekleştirmiş bulunuyordu. Ayrıca, siyasî sahada görüşlerine karşı çıkacak kimse kalmamıştı. Bizzat kendisinin tesbit ettiği milletvekilleri ile diğer devlet ricâli düşüncelerine samimi olarak iştirak ediyordu.
1930 yılı başlarında Mustafa Kemal Paşa siyasi sahada güçlü bir şahsiyetti. Yani, yıllarca ‘insan’ modeli “ni yetiştirmek için rahatça çalışabilen kavuşmuş durumdaydı. Bu bakımdan bütün mesaisini Eğitime harcadı. Ders kitaplarının yazılması esnasında yapılan tartışmalara iştirak etti,görüşlerini açıkladı. Eğitimin her safhasıyla bizzat meşgul oldu.
Atatürk’ün düşündüğü insan modeli nasıldı? Bunu direnmek için o devrede yazılmış, okutulmuş ders kitaplarımı bakmak kafidir. Biz de öyle yaptık ve 1930’lu yıllarla okullarda okutulmuş bazı ders kitaplarına baktık. Bu kitapların muhtevasını hülasa olarak nazarlara sunmak istiyoruz,
İlk ünce tarih kitaplarından başlayalım:
Ders kitapları içerisinde tarih kitaplarının ayrı bir yeri vardır, Zira, yeni ideolojinin ye felsefenin ağırlık kısmı bu kitaplarda verilmek istenmiştir.
Tarih kitapları yazılmaya başlanmadan önce Atatürk’ün görüşü bu kitapların bir an önce yazılıp bitirilmesi şeklindeydi.
Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı şöyle diyor:
“İşin ehemmiyet ve şümûlünü kavrayanlar boyacı küpüne daldırıp çıkarma kabilinden acele bir Türk tarihinin yazılamayacağını ileri sürerlerse de sözlerine ehemmiyeti verilmedi.” (Belleten, no: 10, s. 349)
Arasında İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın da bulunduğu bin cemiyet, “Türk Tarihinin Ana Hatları” isminde bir çalışma yaptı. Atatürk bu çalışmayı gözden geçirirken kendi görüşlerini de açıkça belirtti.
Uzunçarşılı 100 adet basılan bu çalışmadaki Osmanlı tarihiyle ilgili kısımdaki yanlışlıklara dikkat çekerek bu çalışma hazırlanırken müracaat edilen eserler arasında Osmanlı tarihine ait bir tek eserin bile bulunmadığını söylüyor:
Uzunçarşılı, Osmanlı tarihindeki yığınla yalan ve yanlış meselelerin bulunuşunu şu şekilde izah ediyor;
“Ana hatlarını yazmış olan arkadaşlardan bazıları birkaç kısmı birden alıp bilmedikleri kısımları üzerinde de kalem yürütmüşlerdi; nitekim ilk kitap bu yüzden pek noksan ve pek yanlış olmuş, bereket ki yüz nüsha kadar basıldığından ortalığa yayılmamıştı. Atatürk’ün bu arzusunun gelip geçici zannedilmesi işin ciddi tutulmamasına sebep olmuştu. Halbuki iş hiç de öyle çıkmadı.” (a.g.e., 350)
Uzunçarşılı, tarih kitabı yazılırken Atatürk’ün tarih yazan heyetin toplantılarına başkanlık ettiğini, bir aya yakın zaman zarfında her gün saat dörtten gece yansına kadar Çankaya’daki kütüphanede çalışıldığını, kitaplar basılmadan önce, son müsveddelerin Atatürk tarafından gözden geçirildiğini ve Atatürk’ün imzalamasından sonra basıldığını söylüyor.
(a.g.e.,s.352-353)
Kitapların Hususiyetleri
Gerek tarih kitaplarında, gerekse diğer kitaplarda, dikkati çeken en mühim husus, bu kitaplara klasik bilgilerin yanı sıra, ideolojik ve felsefi denilebilecek değerlendirmelerin de çokça yer almasıydı. Bu kitapların, Atatürk’ün düşündüğü ve planladığı ideolojik temel üzerine bina edildiği rahatlıkla söylenebilir.
1931 de basılan tarih kitaplarına baktığımızda, bütün kitapların önsözü ile, “kitabın hazırlanmasında çalışanlar” listesinin aynı olduğunu görmekteyiz.
Meselâ 1931’de basılan Liseler için yazılmış Tarih I kitabında kitabın “Türk Tarih Tetkik Cemiyeti” tarafından yazıldığı belirtilmekte ve kitabın hazırlanmasında şu şekilde sıralanmaktadır:
M.Tevfik Bey (Riyaseti-cumhur Umumi Kâtibi ve Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti Reisi), Samih Rifat Bey (Çanakkale Mebusu ve T.T.T.C. Reis Vekili), Akçuraoğlu Yusuf Bey (İstanbul Mebusu, Ankara Hukuk Mektebi Siyasî Tarih Profesörü ve T.T.T.C. Reis Vekil), Reşit Galip Bey (Aydın Meb’usu ve T.T.T.C. Umumî Kâtibi), Haşan Cemil Bey (Bolu Meb’usu ve T.T.T.C. Azası) Afet Hanımefendi. (Musiki Muallim Mektebi ve Medenî Bilgiler Muallimi ve T.T.T.C. Azası), Baki Bey (Erkanı Harbiye Miralayı, Büyük Erkânı Harbiye Harp Tarihi İkinci Şube Müdürü), İsmail Hakkı Bey (Balıkesir Meb’usu ve T.T.T.C. Azası), Reşit Saffet Bey (Kocaeli Meb’usu ve T.T.T.C. Azası), Sadri Maksudi Bey (Şarki Karahisar Meb’usu ve T.T.T.C. Cemiyet Azası, Şemseddin Bey (Sivas Meb’usu ve. İstanbul Darülfünun Türk Tarihi Sabık Profesörü ve T.T.T.C. Azası), Şemsi Bey (Miralay, Harita Umum Müdürlüğü Harita Şubesi Müdürü), Yusuf Ziya Bey (Eskişehir Meb’usu, İstanbul Darülfünunu Hukuk Tarihi Sabık Profesörü ve T.T.T.C Azası)
Tarih kitaplarının hepsinin baş kısmında yer alan “Mukaddime” de, son yıllara gelinceye kadar Türk tarihine ehemmiyet verilmediği kasıtlı olarak yanlış bilgiler verildiği; belirtilmekte ve şöyle denilmektedir:
“Türk ve İslâm müverrihler de Türklüğü ve Türk medeniyetini İslâmlık ve İslâm medeniyeti ile kaynaştırdılar: İslâmlığa takaddüm eden (İslâmiyetten önceki) binlerce yıla ait devreleri unutturmayı ümmetçilik siyasetinin icabı ve din gayreti vecibesi bildiler.)
Kâinatı kim yarattı?
LİSE I Tarih kitabı, “Tarihten evvelki zamanlar ve Eski Zamanlar” başlığını taşıyor:
Kitabın 1931 tarihli baskısının sahifelerini teker teker çevirmeye başlıyoruz. Kitapta yer alan ilk bölüm, Beşer Tarihine Giriş” başlığını taşıyor.
Bu bölümde, Kâinat ve Tabiattan bahsedilirken, Kâinatın Cenab-ı Hak tarafından yaratılmadığı açıkça söyleniyor.
Kur’an-ı Kerim’e taban tabana zıt olan düşünce şu şekilde işleniyor:
“Kâinatın varlığından anlaşılan kuvvet, hareket, Kâinatın kanunlarına tabidir” denildikten sonra
Tabiat içinde şöyle deniliyor:
“İşte, tabiat, hem kâinatın varlıklarının birliğidir ve hem aynı zamanda, kâinatın kanunlarına tabî hareket ve kuvvettir.O halde tabiat hem kanunların sahibidir, hem aynı kanunların tâbiidir.” (Tarih I, İstanbul: 1931, Devlet Matbaası, s.2)
Tabiat, hâşâ Cenab-ı Hak yerine ikâme edildikten sonra insanın da Cenab-ı Hak tarafından değil, tabiat tarafından yaratıldığı söyleniyor:
“Bütün varlıklar, tabiatta dahil ve onun kanunlarına tabi olunca, hayat sahibi olan ve her nevi mahluklar, insanlar da hiç şüphesiz bundan hariç ve müstesna olmazlar.”
İnsan kimin mahlukudur?
“Filhakika, insan, tabiatın mahlukudur. Hayatın büyük kaidesi de tabiata tâbi olmaktır. Tabiatta hiçbir şey yok olmaz ve hiçbir şey yoktan var olmaz. Yalnız tabiatı vücuda getiren varlıklar, tabiatın kanunları icabı olarak şekillerini değiştirirler.” (s.2)
Kâinat, Tabiat ve insanın yaratılışı hususlarında bu şekilde Kuran-ı Kerim’e zıt görüşler ortaya konulduktan sonra Cenab-ı Hak ve diğer mukaddes değerlerin “insan zekâsının ürünü” olduğu ve “insan dimağı tarafından uydurulduğu” söyleniyor. “Zeka” başlığı altında yer verilen görüşler şöyledir:
“Şunu söyleyelim ki, insanların bütün bilgileri ve inanışları, insanın zekâsı eseridir. Zekâ tabiî olan dimağdan çıkar. Bundan, tabiatı anlamakta zekânın, en büyük cevher ve müessir olduğu anlaşıldığı gibi tabiatın fevkinde ve haricindeki bütün mefhumların, insan dimağı için kendi tarafından uydurma şeylerden başka birşey olmayacağı meydana çıkar.” (s.2)
Tabiatçılığın çürük direkleri
Ülke idaresini zorla ele geçiren kadro, genç nesillere işte bu şekilde bâtıl ve sapık görüşleri okuturken,aynı yıllarda büyük İslâm âlimi Bediüzzaman, Kur an eczahânesinden aldığı “ilaçlarla” bu zehirlerin panzehirlerini hazırlıyordu.
Risale-i Nur diye bilinen eserlerinde; Allahın varlığı ve birliği, Haşir, Ahiret, Kader, Peygamberlere iman. Kitaplara iman başta olmak üzere imanın esaslarına dair meselelere açıklık getiren Bediüzzaman, Yirmiüçüncü Lema isimli eserinde de baştan sona işte ders kitaplarındaki “tabiatperestlik” düşüncelerini ele almakta ve bu düşünce ne kadar çürük, esassız ve gülünç olduğunu isbat etmekteydi.
Bediüzzaman bu eserinin giriş kısmında şöyle diyor:
‘’Şu notada, Tabiiyyunun münkir kısmının gittikleri yolun içyüzü ne kadar akıldan uzak ve ne kadar çirkin ve ne derece hurafe olduğu, lâakal doksan muhali tazammun eden (içine alan] dokuz muhal ile beyan edilmiş. Sair risalelerde o muhaller kısmen izah edildiğinden; burada gayet muhtasar olmak haysiyetiyle, bâzı basamaklar tayyedilmiştir. Onun için, birdenbire, bu kadar zahir ve aşikâre bir hurafeyi nasıl bu meşhur âkıl feylesoflar kabul etmişler, o yolda gidiyorlar, hatıra geliyor. Evet, onlar mesleklerinin iç yüzünü görememişler. Hem, hakikat-ı meslekleri ve mesleklerinin lâzımı ve muktezası odur ki, yazılmış her bir muhalin ucunda beyan edilen o çirkin ve müstekrehve gayr-ı makul hulâsa-i mezhepleri ve mesleklerinin lâzımı ve zarurî muktezası olduğunu gayet bedihî [açık] ve kat-î [kesin] burhanlarla [delillerle] şüphesi olanlara tafsîlen beyan ve ispat etmeye hazırım.” (Lem’alar, İstanbul:1976,s.l66)
Zındıka fikri
Bediüzzaman bu eseri yazma sebebini şu şekilde izah ediyor:
“…Bin üçyüz otuz sekizde [1922] Ankara’ya gittim İslâm ordusunun Yunan galebesinden neş’e alan ehli îmanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek içişi dessâsâne çalıştığını gördüm. Eyvah, dedim, bu ejderha
îmanın erkânına ilişecek! O vakit, şu Ayet-i kerime bedahet derecesinde vücud ve vahdeniyeti ifham ettiği cihetle ondan istimdat edip, o zındıkanın başını dağıtacak derecede Kur’an-ı Hakimden alınan kuvvetli bir bürhanı, Arabi riselesinde yazdım. Ankara’da, Yeni Gün Matbaasında tabettirmiştim. Fakat maatteessüf Arabi [Arapça] bilen az ve ehemmiyetle bakanlar da nâdir olmakla beraber, gayet muhtasar ve mücmel [hülâsa] bir surette o kuvvetli bürhan tesirini göstermedi. Maateessüf, o dinsizlik fikri hem inkişaf etti, hem kuvvet buldu. Bilmecburiye, o bürhanı [delili] Türkçe olarak bir derece beyan edeceğim.” (a.g.e, s.167)
Daha sonra tabiatperestlerin; “Sebepler icad ediyor” “Kendi kendine oluyor”, “Tabiat icad ediyor” gibisinden temel düşüncelerini teker teker ele alıp bu düşüncelerin ne kadar gülünç ve safsata olduğunu isbat eden Bediüzzaman, sebepler icad ediyor” düşüncesine karşı, yüzlerce maddelerle dolu bir eczahanede şifa verici bir ilacın kendi ikendisine olabilmesinin akıl dışı olduğunu misal verdikten sonra şöyle demektedir:
“…Elhâsıl: Şu eczahane-i kübrâ-yı âlemde [Büyük bir eczahâne gibi olan dünyada, kâinatta], Hakîm-i Ezelinin [Sonsuz hikmet sahibi olan Cenab-ı Hakkın], mizanı ; kaza ve kaderiyle alınan [Kaza ve kader ölçüsüyle alınan] mevadd-ı hayatiye, hadsiz bir hikmet ve nihayetsiz ilim ve herşeye şâmil bir irâde ile vücud bulabilir,’’Kör sağır, hudutsuz sel gibi akan külli anâsır [unsurlar] ve tebâyi [tabiat] ve esbabın [sebeplerin] işidir’ diyen bedbaht, ‘o tiryak-ı acib, kendi kendine şişelerin devrilmesinden çıkıp olmuştur.’ diyen divane bir hezeyancı; sarhoş bulunan bir ahmaktan daha ziyade ahmaktır. Evet o küfür; ahmakane, şarhoşane, dîvanece bir hezeyandır.” (a.g.e.,s.l68)
1930’Iu yılların ders kitaplarında okutulan İslam inancına aykırı temel fikirleri birer birer çürüten Bediüzzaman zaman zaman şöyle ifadeler kullanmaktadır:
”Ey ahmak-ül humakâdan tahammuk etmiş sarhoş ahmak! Başını tabiat bataklığından çıkar, arkana bak; zerrattan, seyyarata kadar bütün mevcudat, ayrı ayrı lisanlarla şehadet ettikleri ve parmaklarıyla işaret ettikleri bir Sâni-i Zülcelâli gör., ve o sarayı yapan ve o defterde sarayın programını yazan Nakkaş-ı Ezelînin cilvesini gör., fermanına bak, Kur’anını dinle., o hezeyandan kurtul!..” (a.g.e.,s,175)
Mülhidlere tokat!
Bediüzzaman niçin bu gibi ifadeler kullandığını da şu şekilde izah etmektedir:
“Bu risalenin sebeb-i te’lifi [yazılış sebebi], gayet mütecavizane ve gayet çirkin bir tarz ile “hakaik-i imaniyeyi’’ tezyif edip; bozulmuş aklı yetişmediği şey’e hurafe deyip., dinsizliği, tabiata bağlayarak; Kur’ana hücüm edilmesidir. O hücum ise, şiddetli bir hiddeti kalbe verdi ki, şiddetli ve galiz tokatları o mülhidlere ve haktan yüz çeviren bâtıl mezheblilere yedirdi. Yoksa Risale-i Nurun mesleği, nezihane ve nâzikâne ve kavli leyyindir.” (a.g.e.,s.l66)
Bediüzzaman’ın dediği gibi altı bin küsur sayfalık Risale İ Nur’da bu Tabiat risalesinde görülen, dinsizlere karşı söylenmiş bazı ifadelerin benzeri nâdirdir.
Bin yıl îslâmın bayraktarlığını yapmış bir milletin çocuklarını, İslama yabancı, hattâ düşman etmek isteyenlere karşı söylenenleri tenkit etmek insafla telif edilebilir mi?
Yaratılış bahsini inkâr
“Dünya ve Hayat Hakkında Yanlış Fikirler” başlığı altında yine Kur’an-ı Kerim’deki âyet-i kerimeler inkâr edilmekte, insanın ve Kâinatın yaratılışı hakkındaki bahislerden “din kitaplarındaki hikayeler” şeklinde bahsedilmektedir. Bu kısımda şöyle deniliyor:
“Bundan 200 sene evveline kadar dünyanın 5-6 bin sene önce yaratıldığı ve insanın Basra’ya iki günlük yolda, Fırat nehri üzerinde bulunan ‘Cennet’te yaratıldığı zannolunmakta idi.
“Bu kanaatler hep din kitaplarındaki hikâyelerin, olduğu gibi hakikat sanılmasından doğuyor.
“Artık, hayatın 6 bin senelik değil, milyonlarca senelik olduğu anlaşılmıştır.” (s.3)
Hayatın nasıl başladığı, insanın nasıl yaratıldığı hususunda, Tarih kitabında yer alan görüşler de Kur’an-ı Kerim’i inkâr eder mâhiyettedir. Hayatın yaratıcısının Cenâb- ı Hak olduğu açıkça inkâr edilmekte, hayatın yaratılışı sebeplere bağlanmaktadır.
Kitapta şöyle deniliyor:
“Herhalde şunu kabul etmek lazımdır ki hayat tabiatım haricinden gelmiş değildir ve tabiatın fevkinde bir âmilin eseri de değildir. Hayat tıpkı suyun buhar olması; bazı cisimlerin billur hâline geçmesi, hararet tesiri ile toprağın ısınması kabilinde zarurî bir tabiat hâdisesidir ve husulü için lazım olan tabiî sebepler mevcut olduğu zaman kendiliğinden hasıl olmuştur.” (s.5)
İnsanın ceddi
İnsanın yaratılışı mevzuunda da Kur’an-ı Kerim’deki bahisler tamamen inkâr edilmekte , insanın hayvandan geldiği, hususan maymundan geldiği açıkça belirtilmektedir. Bu bahis kitapta şu şekilde yer almaktadır:
“…Bu hayvanlar arasında birtakımları vardır ki, bunlar, sürüler halinde bir arada bulunuyorlar, biribirlerine bakıyorlar, biribirlerini taklit ediyorlar, biribirlerinin hareketlerinden ve seslerinden anlıyorlardı:
“Bu devir inkişaf ettikçe, nebatlarının ve hayvanlarının bugün dünyada görülenlere benzeyişleri de arttı. Yavaş yavaş çirkin kaba nesiller, bugünün mütekamil memeli hayvanlarına inkılâp etti.
“Bu hayvanlar zümresinin başında: sıra ile maymunlar, kuyruksuz maymunlar ve nihayet insanlar bulunmaktadır.
Maymunla müşterek ced
“Gördük ki, hayat zincirinin son halkası insandır. Bu zincire nazaran insanın sair memeli hayvanlar gibi, daha basit bir sınıfa ait cetlerden geldiği kanaatine varılır.
“Filhakika umumiyetle iddia olunuyor ki, insanın ve büyük maymunların müşterek bir cetleri vardır. (Res. 1,2). Bu ceddahi,daha basit şekilleri haiz bir nesilden, ilk memeli hayvan
cinslerinin birinden ayrılıyor. Bu memeli hayvan da bir nevi yerde sürünen hayvandan ve nihayet bu da balıklardan geliyor. B unların hepsi de ilk hayat şekli olan iptidâi hücreye dayanıyor.
“İnsanın bu şeceresi, insanın teşrihile sair kemikli hayvanların teşrihi arasındaki mukayeselere müstenittir.”
Bu bahis için atıfta bulunan fotoğrafa bakıyoruz. Bir insan iskeleti ile bir goril iskeleti yan yana konulmuş. Güya ikisi arasındaki benzerliğe dikkat çekiliyor ve bu da insanın maymundan gelmiş olduğu fikrine delil olarak gösteriliyor.
Kur’an-ı Kerim’deki insanın yaratılış bahsini tamamen inkâr öden bu görüş daha sonra şu şekilde devam ettiriliyor: “Hulâsa insanlar, sularda kaynaşıp çırpınan bir mevcuttan, çok yavaş yürüyen bir tekâmülle, bugünkü şekle geldiler; “İnsanın bugünkü yüksek zekâ, idrak ve kudreti, milyonlarca nesilden geçerek hazırlandı. Artık o, bugün, tabiatın nihayetsiz büyüklüğüne ve-tabiat içinde, kendi nev’ininmukadderatına, gittikçe büyüyen bir irade ve şuur ile bakıyor.
İnsanların ilk ceddi
“İnsanların ceddi olarak tavsif olunan mahlûk kayalar arasında saklanan koşucu bir mahlûk idi. Bu mahluk kolayca ağaçlara tırmanabiliyor, ayaklarının baş parmakları ile ikinci parmakları arasında bir maddeyi tutabiliyordu.
“Şüphesiz bu insanlar bugünkü nesillere nazaran pekkaba yapılı idiler. Fakat kendilerinden evvelki cetlerinden daha az kaba idiler.” (s.4-7)
Allah’ı inkâr
Bu Allah’ı inkâr eden görüş, Tarih kitabının müteakip sayfalarında daha açık seçik olarak ifade edilmektedir. Bu mevzuda şöyle denilmektedir:
”Ata korkusu yavaş, yavaş anlaşılmaz bir surette kabile Allah’ı’ korkusuna intikal etti. Dimağları bu düşünceyi geçmeyen insanlar, kâinatı da aile çerçevesi içinde gördü. İnsanlarda ata korkusu tehlikeli hayvanlara karşı olan korku ile karıştı. Bu suretle Allah mefhumunun başlangıç hali olan ” ulvileştirilmiş ata” ya temsil olarak, muhtelif hayvanlara şekiller verildi.” (s.21)
Liseler için yazılmış olan bu tarih kitabında dindeki haram ve helâlin de bizzat insanlar tarafından “uydurulduğu” söylenmektedir. 1930’lu yıllarda ders kitabı olarak okutulmuş olan bu kitapta şöyle deniliyor:
“İnsanlar, birbiri ile konuşarak da birbirinin korkularını teyit ve tekit eylediler; müşterek mukaddesat ananeleri icat ettiler. Bu mukaddesat içinde memnu (haram) ve gayritahii (mekruh) mefhumlarına ait fikirler mühim yer tuttu; gayrisafolmak korkusu tasfiye olunmak endişesini doğurdu.
“Ekseri insanlar hemcinslerine yapmamaları icap edeni şeyleri bildirmekten zevk alır. İşte bu suretle tarihinin mebdeinde sırf indî ve keyfi olmak üzere tatbik olunun bir sürü memnuat meydana çıkmıştır.” (s.22)
Böylece Cenab-ı Hakkın emirleri ve nehiyleri toptan inkar edilmekte bu emr ve nehiylerin insanlar tarafından ortaya çıkarıldığı söylenmektedir. Tarih kitabında bununla da
kalınmamakta bütün dinî bahislerin insanlar tarafından meydana getirildiği söylenmekte ve bu dinî bahislerden “hikâyeler ve hurafeler” olarak söz edilmektedir. Kitapta şöyle deniliyor:
“Dilin lugatçesi çoğaldıkça insanın hikâye ve nakil kabiliyeti de ziyadeleşti. Kendilerine, kabilelerine, mukaddesata, dünyaya ve her şeyin sebeplerine ait birtakım hikâyeler nakletmeye başladılar. Bu suretle bir kabile zihniyeti ve bir an’ane inkişaf etti. Bu hal, insanları istediği gibi serbest bir fikir ve düşünceye malik olabilmek imkânından mahrum ve bazı fikirleri, bazı telkinleri olduğu gibi kabul etmeğe mecbur ediyordu. Görülüyor ki, insanlar bu bahsettiğimiz tarihlerden itibaren şahsiyetlerden bir kısmını feda etmek mecburiyetinde kalmışlardır. Beşeriyet bugün dahi hâlâ aynı yolu takip etmektedir.” (s.23)
Kitapta dinin menşei şu şekilde izah edilmektedir:
“Bütün bu müşterek adetler ve inanışlar insanların aralarında zihnî ve hissî birtakım bağlar kurdu ve insanlarda müşterek düşüne müşterek harekete saik oldu. İşte bu hadiseye biz bugün din namını veriyoruz.
“İnsanların hayatına taalluk eden herşeyde olduğu gibi dinî meselelerde de bir tekâmül hadisesi görünür. İptidaiinsanda Allah ve din hakkında hiçbir fikir ve kanaat yoktu. Bu kadar umumi ve şümullü telakkilere, insanın dimağı ancak yavaş yavaş alıştırıldı. Din fikri, insanlar cemiyet hayatına sarahaten atıldığı nisbette genişlemeye başlar, vahdet mefhumuna yaklaşır ve nihayet, tabiatın kudret ve azametiyle daha ziyade anlaşılması kabil, hakikî bir mahiyet alır. Görülüyor ki, insanlar cemaat halinde yaşamaya başladıktan sonra, diğer İçtimaî müesseseler gibi müesseselerinide vücuda getirmişlerdir.
’Uluhiyet mefhumunu bulan,bu mefhumun sırlarınıkeşfeden ve bugün dahi keşfetmeye devam eden, insan zekâsıdır.'(23-24)
Liselerin birinci sınıflarında okutulan bu tarih kitabı , bütan semavî dinleri, Cenabı Hakkın varlığını ve birliğini,Peygamberlerin varlığını ve vazifelerini açıkça inkâr etmekte ve dinlen insanların meydana getirdiğini söylemekle. Kur anın hükümlerini açıkça reddetmiş olmaktadır.
Başta da belirttiğimiz gibi, ders kitaplarındaki bu görüşlerin her satırı, her kelimesi bizzat Atatürkün tasvibinden geçtikten sonra neşredilmekte îdi Bugün bu ders kitaplarındaki bahislerin bir bölümünü bizzat Atatürk’ün kaleme aldığı gün ışığına çıkmış bulunmaktadır. Mesela yukarıda ders kitaplarından iktibas yaptığımız bölümlerin büyük ekseriyeti bizzat Atatürk tarafından kaleme alınmıştır.
Allah’ın birliğini inkâr
İki bine Doğru Dergisinin 22-28 Şubat 1987 sayısında neşrolan Atatürk’ün el yazışma baktığımızda, bu yazıların 1931 baskılı Lise I Tarih kitabının Mısır ile ilgili’ bölümü ile kelimesi kelimesine aynı olduğunu görmekteyiz.
Mısır Medeniyeti bahsi ve Mısır’da dinî inanışlar bizzat Atatürk’ün kaleminden çıkmıştır. Bu bahis içersinde Cenab-ı Hakkın birliğinin açıkça inkâr edildiği ve ‘’bir Allah’’inancının siyasetin doğurduğu bir netice olarak kabul edildiği satırları çok enteresandır. Derginin 12 ve 13. Sayfasında yer alan Atatürk’ün el yazısı ile Tarih kitabının 122. 124-ve 125 sahifelerini karşılaştırıyoruz. Tıpa tıp aynı.
Cenab-ı Hakkın birliğini inkâr eden “Masum ve cahil insanları, yüzlerce Allah’a taptırmak veya Allahları, muayyen gruplara toplamak ve en nihayet bir Allah kabul etmek, siyasetin doğurduğu neticelerdir” satırları bizzat Atatürk’ün kaleminden çıkmıştır, (a.g.d., s. 13) Bu satırlar kelimesi kelimesine, noktası ve virgülüne kadar, Tarih I kitabının 1931 baskısının 122 ve 123. sayfalarında yer almaktadır.
Tarih II kitabı “Ortazamanlar” başlığını taşıyor. Kitap birinci kitap gibi Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti tarafından yazılmış. Önsöz yine aynı. Kitabın kapağında “Maarif Vekilliği Talim ve Terbiye Heyetinin 12.lV. 1932 tarih ve 11 sayılı kararı ile ders kitabı olarak kabul edilmiştir” deniliyor.
Liselerde okutulmuş olan bu ders kitabının “İslâm Tarihi” bölümü, kitabın en dikkât çekici kısmıdır. Buradaki bilgiler de Liselerin birinci sınıfında okutulan tarih kitabı gibi İslâm kaynaklarındaki bilgilere taban tabana zıttır.
Kitaptaki bahislerden bazılarına göz gezdirelim:
Uydurulmuş masal
Kâbe-i Muazzâma, Hacarü’l Esvet ve Hz. İsmail (a.s) hakkında bütün dinî kitaplarda teferruatlı malumat mevcuttur. Bu malumatların temel kaynağı da bizzat Kur’an ı Kerim’dir. Ne var ki Atatürk zamanında yazılan ve liselerde okutulan bu ders kitabında bütün bu malumatlardan “uydurulmuş masal” olarak bahsedilmektedir. Kitapta şöyle deniliyor:
“Kâbe çok eskidir. Ne vakit ve kim tarafından yapıldığı bilinmiyor. Arap an’anesi kâbenin inşasını İbrahim Peygambere atfetmektedir.
“Bu mukaddes karataş an’anesi Friklerde de vardı. Friklerin mukaddes sayarak ihtiram ve ibadet ettikleri Karataş bugünkü Afyonkarahisar şimalinde kadîm Pessinüs şehrinde bulunuyordu.
“Arapların aralarında yayılan bu an’aneye göre İbrahim, karısı Hacer ile oğlu İsmail’i buraya getirmişti; Zemzem de onlar için fışkırmıştı; İbrahim, oğlu İsmail ile birlikte Kâbeyi bina etmişlerdi. Cebrail kendilerine o zaman beyaz ve mücella olan Haceri-esvedi getirmişti; bu taş sonradan günahkârların ellerini sürdüklerinden dolayı kararmıştı. Bunların hepsi, bittabi, sonradan uydurulmuş masallardır.” (Tarih II. Orta Zamanlar. İstanbul: 1932, s.85)
Peygamberimizin Hayatı
Bu ders kitabındaki Peygamberimizin hayatı, İslâm’a davet, vahiy ve Kur’an-ı Kerim ile ilgili kısımlar da bütünüyle İslâmî hükümleri ve kaynakları inkar eder tarzdadır. Peygamber Efendimizin hayatının her safhası inceden inceye bilinmesine ve asırlar boyunca meydana getirilmiş binlerce sıhhatli kaynaklarda yer almasına rağmen, Tarih II kitabında şöyle denilmektedir:
“Muhammed’in çocukluğuna ve gençliğine ait malumata sonradan katılmış çok uydurma şeyler vardır; onun vatandaşlarını dine davete başladıktan sonraki hayatı daha çok malûmdur.” (s.89)
Kitapta Peygamber Efendimizden hep “Muhammed” diye bahsedilmektedir. Diğer İslâm büyüklerinden bahsederken de hürmet ifadesi kullanılmamakta ve doğrudan isimlerikullanılmaktadır.
İslama dâvet
Ders kitabında Peygamber Efendimizin Cenab-ı Hak tarafından vazifelendirilişi inkâr edilmekte, ve sanki Peygamberimiz kendi kendini peygamber ilan etmiş gibi nazarlara sunulmaktadır. Kitapta şöyle denilmektedir:
“Kırk yaşına geldiği zaman peygamberliğini ilân ve vatandaşlarını, kendinin bulduğu ve doğru olduğuna inandığı yeni bir dine o zamanın haniflerine imtisalen “İbrahim dini” inkıyat mânâsını ifade eden “İslâm” denilmiştir.” (s.89)
Kur’an-ı Kerim Hakkında
1930’lu yıllarda liselerde okutulmuş olan bu ders İ kitabında Kur’an-ı Kerim, vahiy, Peygamber Efendimizin vazifesi, cin ve diğer mukaddes değerlerden de İslama, Kurana aykırı bir şekilde bahsedilmektedir. Bu bahisler ders kitabında aynen şu şekilde yer almaktadır:
“Muhammed’in koyduğu esasların toplu olduğu kitabaKuran denir. Bu esasları ihtiva eden cümlelere Ayeti ayetlerden mürekkep parçalara da Sure derler.
İslâmananesinde bu ayetlerin Muhammed’e Cebrail adında melek vasıtası ile Allah tarafından vahiy, yani ilham edildiği kabul olunur.
“Tarihi noktai nazardan da mütalaa edildiği zaman görülüyor ki: Muhammed birden bire Allah’ın Resulü diyerek ortaya çıkmamıştır. O, Arapların ahlâk ve âdetlerinin pek fenâ ve pek iptidâi ve ıslaha muhtaç olduğunu anlamış,bunları ıslah için tenha yerlere çekilerek senelerce düşünmüş ve yıllarca tefekkürden sonra kendisinde vahiy ve ilham fikri doğmuştur. Vahiy, ilham fikri Muhammed’den evvel de Araplarca meçhul değildi. Bütün iptidai kavimler gibi Araplar da, şairlerin, akıl erdiremedikleri kuvvetlerden ilham aldıklarına inanırlardı. Bu kuvvetler Araplar için cinlerdi.
Cinler, gûya kâhinlere kayıptan haber vermek kudretini ilham ederlerdi. Bu nevi itikatlar Arabistan’da her zaman o kadar canlı ve derin olmuştur ki Muhamamed dahi cinlerin vücuduna samimi olarak inanmıştır. O, hakikaten cinlerin şairlere şiir ilham ettiğine kani idi. Araplar şairleri, bir kâhin gibi telakki ederlerdi. Muhammed’in Musa, İsa dinlerine dair öğrendikleri de kendisinde bu telakkiyi kuvvetlendirmiştir. Bu peygamberler melekler vasıtasiyle ilham aldıklarını söylemişlerdi. O dinlerde de cin ve melek telakkisi vardı. Dinler nazarında cinler, kötü ruhlar olduğundan; peygamberler onlardan mülhem olamazlardı. Muhammed de diğer peygamberler gibi kendisine ilham eden kuvvetin insanları iğfal eden bir kuvvet olmayıp, onları hayır ve saadete irşat eden İlâhî bir kuvvet olduğuna samimî olarak inandı.” (s.90-91)
Atatürk’ün el yazısı
Bazı yayın organlarında ortaya konulduğu gibi, yukarıdaki satırlar neredeyse kelimesi kelimesine Atatürk tarafından kaleme alınmıştır. İlk defa Saçak dergisinin neşrettiği ve el yazısının fotokopisine de yer verdiği Atatürk’ün yazdıklarına baktığımızda Atatürk’ün yazdığı;
” Araplar – Muhammed – Araplar İmparatorlukları – Arabistan- Arapların iptidaî dinleri Muhammed’in menşei – Muhammed’in peygamberliği ilk vahi” bölümlerinin aynen ders kitabında yer aldığım görmekteyiz. Dilerseniz bubahislerin bazı kısımlarını bir de Atatürk’ün el yazısından takip edelim:
“Muhammed’in menşei: Muhammed’in aile ve atalarına ait bütün malumat tarihî olmaktan ziyade efsanevîdir. Peygamber zamanında bir malûmat yoktu; bunlar sonradan icat olunmuştur.
“Muhammed’in Peygamberliği: Muhammed’inpeygamberlik vazifesinin nasıl başladığını izah etmek en nazik ve en müşkil meselesidir.
“Muhammed’in bir melek ile allah ile (İmlayı da noktası ve virgülü ile aynen alıyoruz. Allah lafzı el yazısında hep küçük harfle yazılmış) hakikaten konuşmuş olduğu kanaatinde bulunanlar olduğu gibi, Muhammed’in, isteyerek böyle söylediğinide ileri sürenler olmuştur.
“Bu faraziyeleri bir tarafa bırakmak ve meseleyi ilim ve mantık çerçevesi içinde mütalaa etmek daha doğru olur.
“Kuranda öğrendiğimize göre, Muhammed hiç değişmeden yaşamış bir insan değildi; o da hayat ve hadiselerin zaruri icapları karşısında adeta hergün değişmiştir.
“Muhammed, iptida allah’ın resulüyüm diyerek ortaya çıkmamıştır; bunu düşünmemiştir. Bu düşünce, senelerdi mücadele ettikten sonra kendisinde hasıl olmuştur.” (Saçak, Mart 1986,s.23-29)
Atatürk’ün el yazısının bu kısmını Saçak’tan önce Noktadergisi de neşretmişti. (Nokta, 17 Kasım 1985,s. 13)
Tıpa tıp aynı satırlar
Ders kitabındaki kısmın, Atatürk’ün yazdığı metinle aynı olduğunu müşahhas bir şekilde görebilmek için Saçak dergisinden Atatürk’ün el yazısını iktibas etmeye devam ediyoruz. Mevzuun devamında Atatürk şöyle diyor:
’’Asıl meselenin hal noktası şurdadır:
“Bütün iptidaî kavimlerde olduğu gibi Araplarda da şairlerin akıl erdiremedikleri kuvvetlerden ilham aldıklarına inanırlardı. Bu kuvvetler Araplar için Cinlerdi. Cinler, gûya kâhinlere de kâyıptan haber vermek kudretini ilham ederlerdi. Bu nevi itikatlar Arabistan da her zaman o kadar canlı ve derin olmuştur ki Muhammed dahi cinlerin vücuduna samimî olarak inanmıştır.
Hakikaten cinlerin şairlere ilham ettiğine kani idi. Muhammed’in İsa ve Musa dinlerine dair öğrendikleri de bu itikadını kuvvetlendirmiştir…” (Saçak, sayfa 28-29)
Atatürk’ün bu bahisle ilgili düşünceleri bu minval üzere devam edip gidiyor. Görüldüğü gibi birkaç kelime değişikliği % dışında ders kitabındaki yazılanlarla tıpa tıp aynıdır.
İlk vahiy
Ders kitaplarında ilk vahiy, Risalet vazifesi ile ilgili bilgiler de tamamen Kur’an-ı Kerim’e ve bütün İslâmî kaynaklara aykırıdır.
Tarih II kitabında şöyle deniliyor:
’’Muhammed’in peygamberliğinin başlangıcına dair birçok rivayetler vardır. Bunlar pek çok efsanelerle karışmıştır. Hakikatte Peygamberin ilk söylediği Kuran ayetlerinin ne olduğu kat’i surette „malûm değildir. Muhammed uzun bir devirdeki tefekkürlerin mahsulü olan ayetleri lüzum ve ihtiyaçlara göre takrir ediyordu. Bununla beraber kendisini tahrik eden kuvvetin tabiat fevkinde bir mevcudiyet olduğuna samimi surette kani idi. Muhammed’i harekete getiren ilk amil bu samimi heyecanlar olmuştur. Muhammed bidayette irticalen dinî hitabette bulunan bir vaiz oldu. Vaizlikten Nebiliğe, Nebilikten nihayet Allahın Resulü haline geçti.” (Tarih II, s.91-92)
Atatürk’ün Yazdırdığı Sayfalar
Saçak dergisinde bizzat Atatürk tarafından yazdırıldığı sabit olan sayfalara baktığımızda satırı satırına ders kitaplarıyla aynı olduğunu görmekteyiz. Atatürk bizzat yazdırdığı bu “İlk vahiy” kısmında aynen şöyle diyor:
“Muhammed’in peygamberliğinin başlangıcına dair bir çok eski rivayetler vardır. Bunlar artık efsanelere karışmıştır. Hakikatte Peygamberin ilk söylediği Kuran ayetinin ne olduğu malum ve belki de mazbut değildir. Kuran sureleri Muhammed’e açık semada peyda olmuş bir şimşek gibi günün birinde birdenbire bir taraftan inmiş değillerdir. Muhammed’in beyan ettiği sureler uzun bir devirde dini tefekkürlerinin mahsulü olmuştur. Muhammed bu surelere birçok çalıştıktan ve tetkikler yaptıktan sonra ebedi bir şekil vermiştir. Mamafih kendisini tahrik eden batini amilin yukarıda söylediğimiz gibi tabiatın üstünde bir vücut olduğuna kani idi.
“Muhammed’i harekete geçiren bir amil samimi heyecanlar olmuştur. Muhammed daha sonra irticalen dini hitabette bulunan bir vaiz oldu. Vaizlikten nebiliğe, nebilikten de nihayet Allah’ın Resulü haline geçti. (Saçak, Mart 1986, s.31-33)
Lise 2 Tarih kitabında Kur’an-ı Kerim hakkında da geniş geniş görüş belirtilmiştir. Kitapta şöyle deniliyor:
“Kur’anın içindekiler başlıca üç bahiste mütalaa olunabilir.
“Birincisi ve en mühimi Allah’ın bir olduğuna ve ondan başka Allah olmadığına ye Muhammed’in onun Resulü bulunduğuna inanmak;
“İkincisi, hukuki hükümler ve ibadetler;
“Üçüncüsü, tarihe ait malumattır.
“Hukuki hükümler zaman ve mekân içinde içtimai heyetlerin uğradıkları değişikliklere göre değişe geldiğinden on dört asır evvelki zaman ve mekânın ihtiyacına göre lüzumlu ve kâfi görülmüştür. Bular daha ebedi olmayıp zamanla değişmeye mahkumdurlar.
“Tarihe ait malumata gelince yeni fenler sayesinde meydana çıkarılan hakikatlerden yakın tarih bilgilerini bile temellerinden sarsmaktadır.” (s.92)
Görüldüğü gibi okullarda okutulan bu ders kitabında hepsinin cevabı bulunan sübjektif görüşler ve değerlendirmeler, kesin ifadelerle ortaya konulmakta ve İslâm inancına uymayan bu görüşler talebelere bu şekilde; takdim edilmektedir.
Ders kitabında daha sonra şöyle deniliyor:
“Kuran sureleri Mekke’de ve Medine’de söylenmiş olmak itibariyle başlıca ikiye ayrılır. Birinci devreye ait ayetler hissi ve edebîdir. Medine’de söylenen âyetler ise muhteviyat itibariyle daha ciddi olmakla beraber edebiyat nokta-i nazarından Mekke devri ayetlerinden dundur.” (s.93) *
Islâm tarihi boyunca, hiç kimsenin ağzından çıkmamış olan ve müsteşriklerde bile rastlanmayan bu ifadeler ders kitabında bu şekilde yer almıştır.
Peygamberimiz İçin
Kitapta Peygamber Efendimizin hayatının diğer safhalarından da malum üslupla bahsedilmekte ve şöyle denilmektedir:
“Muhammed’i ve onun nasıl bir din müessisi ve dini bir devlet reisi olduğunu anlayabilmek kendisinin bilhassa askeri faaliyetlerini tetkik etmek lazımdır. Aksi takdirde Muhammed’i. her şeyi bir melekten alan ve aynen muhitine tebliğ eden ümmi, cahil, hissiz hareketsiz bir put derekesine indirmek hatasından kurtulmak mümkün olmaz, (s.94)
İslâm tarihinde “müseylimetü’l Kezzap” diye bahsedilen yalancı Peygamber Müseylime’den ders kitabında şöyle bahsedilmektedir:
“Müseylime, taraftarlarının şarap içmelerine müsaade gösterdi. Müseylimeye imtisal eden başka adamlar da olmuştur. Müseylime, başlangıçta muvaffak olur gibi oldu. Muhammed’e gönderdiği bir mektupta Araplar üzerinde hüküm ve nüfuzun paylaşılmasını teklif etti. Hakikatte Müseylime de kıymetsiz sayılmayacak ahlaki ve dini bir mezhep ortaya koymuştu.” (s. 122)
Halifenin Seçimi
Liselerde okutulmuş olan bu tarih kitabında halifenin seçimi ve Hülefâ-i Raşidin yani dört halife devri de bütün sıhhatli İslâm kaynaklarından çok farklı bir şekilde anlatılmaktadır. Kitapta söylenilenlere baktığımızda bu bilgilerin ya gayr-i müslim tarihçilerin kitaplarından alınıp, yeni bir anlayışla ortaya konulduğunu veya İslami kaynaklardaki bilgilerin bu şekilde yorumlanmış olduğunu görmekteyiz. Osmanlıca kaynaklardan alınan bilgilerin hiçbir incelemeye lüzum görülmeksizin alındığı ve birçok yanlış okumaların bile aynen metne geçirildiği belli olmaktadır. Mesela “Evs” kabilesinin Osmanlıca yazılışı ‘’Us” şeklinde okunmuş ve Evs kabilesinden hep “Us kabilesi” diye bahsedilmiştir, (s. 115 ve diğer sahifeler) Halifenin seçimi ile ilgili bölümde, Sahabeler iktidar kavgası içerisinde ve iktidarı ele geçirmek için birbirleriyle amansız bir çekişme içerisinde ve bu uğurda her türlü hileyi yapmaktan çekinmeyen kişiler olarak gösterilmektedir. Ayrıca Hz. Ebubekir’in (r.a.) halifeliğe seçilmesi, bir oldu bittiye getirilmiş hadise olarak nazarlara sunulmaktadır.
Kitapta halifeliğin seçimi hadisesi bu minval üzere hiçbir sağlıklı İslâm kaynağında bulunmayan değerlendirmelerle anlatılıyor ve şöyle deniliyordu:
“Görülüyor ki, Ebubekir’in intihabı, pek fırtınalı bir surette cereyan etmiştir; bu intihap, bütün Müslümanların reylerine müracaat sureti vukua gelmemiş, bilâkis hususi biri evin avlusunda tesadüfen toplanmış küçük bir ekalliyetin gürültülü ve acele bir teşebbüsü neticesinde olmuştur. Bu intihabın muntazam ve meşru sayılmayacağı hakkında ve hiçbir vekalet sıfatını haiz olmayan bir avuç adamın böyle biri şey yapmaya hakları olmayacağı tarzında iddialar serdolunmuştur.
“Ebubekir’in muvaffakiyeti, bilhassa Uslarla Hazreçlerin arasındaki eski husumetten ileri gelmiştir.
“Ne kadar ibrete şayan bir vaziyettir ki* daha Muhammed’in öldüğü anda bütün eski nifaklar, ihtiraslar, hırsıcahlar zincirden boşandılar; o derecede ki hakkında korku ve hürmet beslenen Peygamberin henüz ılık cesedi, son nefesini verdiği basit odada unutulmuş ve ihmal edilmişti.
“Ali ve yakın akrabaları, Muhammd’i terki hayat ettiği kerpiç odada kimseye haber vermeksizin açtıkları bir mezara acele gömdüler. Peygamberin karıları bile bundan haberdar edilmedi; onlar yalnız bitişik odada kazma sesleri işiterek az çok ne yapılmakta olduğunu anlamışlardı.” (s. 115)
Halifeliğin Hakiki Mahiyeti
Kitapta halifelik için de İslam âlimlerine ve İslâmî kaynaklara ters görüşler ortaya konulmakta ve halifeyi seçenlerin bile halifenin başkumandanlık, devlet reisi sıfatlarını akıllarına getirmediklerini, o esnada tam bir kargaşa olduğunu söylemektedir. Tarih kitabında şöyle deniliyor:
“Muhammed’in birdenbire ve Müslümanlara hiçbir nasihat etmeksizin ortadan kaybolması Medine’de ashabın büyük şaşkınlığını mucip oldu. Bütün ruhlar derin bir surette sarsıldı; derhal niza zuhur etti. Medine’de başlıca üç fırkanın mevcudiyetini meydana çıkardı. Peygamber zamanında biribirleriyle iyi geçinmiş olan bu fırkalar, şimdi yalnız kendi maddi ve manevi menfaatlerini muhafaza etmekten başka bir şey düşünmüyorlardı.
“Muhammed’in ölümünden Ebubekir’in ölümüne kadar geçen kısa bir müddet zarfında bunlardan hiçbiri mevcudiyetini ihsas edemedi; bunlar tamamen alıklaşmalardı.” (s. 116-117)
Her kelimenin cevabı vardır
Peygamber Efendimiz ve Sahabe-i Kiram hakkında budeğerlendirmelerin yer aldığı Tarih kitabının, Hülefa-i Raşidin, Tabiin ve İslâm tarihinin diğer devirlerindeki büyükler hakkındaki üslubu da aynıdır. Tenkitçi,küçümseyici üslup değişmemektedir.
Ders kitaplarından aktardığımız görüşlerin hepsinin, hatta her kelimenin cevabı mevcuttur. Bütün Müslümanların takdirini kazanmış sıhhatli kaynaklardan her bahsin cevabını vermek mümkündür. Ancak hem Tarih kitabının diğer bahislerini nakletmek, hem de bu cevapları vermek yüzlerce sayfa tutacaktır. Bu bakımdan bu şekilde bir mukayese yapmak ciltler tutabilir. Ayrıca böyle bir çalışma bizim incelememizden ayrı bir bahistir.
Bu bakımdan biz mevzuu dağıtmadan diğer defâ kitaplarına hülasa olarak göz gezdirmeye devam edelim..
Tarih III
Tarih III kitabı “Yeni ve Yakın Zamanlarda Osmanlı Türk Tarihi” başlığını taşıyor. Yazarları ve “Mukaddime” kısmı diğer tarih kitaplarıyla aynı.
Bu kitapta Osmanlı tarihi bâriz bir şekilde tenkitçi bir gözle yazılmış; Osmanlı idarecileri için küçümseyici, tenkit edici ifadeler kullanılmış. Osmanlı devrinde kazanılan mühim zaferlerle Halifeliğin Osmanlılara geçmesi gibi mühim hâdiseler bile sert bir şekilde tenkit edilmiş.Kitabın bütününde yer alan bu üsluba ve mütalaara örneklere bakacağız.
Sofu görünmeye çalıştılar
Yavuz Sultan Selim’in pederi Sultan II. Beyazıd hakkında bu ders kitabında şöyle deniliyor:
’’Fatih zamanında ilişilmeyen Hıristiyan mabetlerinin çoğu camiye tahvil edildi; manastırların çoğu Tekkeye çevrildi, Şarktan gelme âlim ve şeyhlerin sarayda itibarı arttı. Onlar da Sultanı mütemâdiyen sofuluğa teşvik ettiler; ve kendisine Veli ünvanını takdırdılar. O zamanlar ekseri memleketlerde olduğu gibi, Osmanlı memleketinde de heyeti içtimaiyeye öncü olan saraydı; Devletin büyükleri de, sultanı taklit ile, hiç olmazsa zahiren, sofu görünmeğe çalıştılar. Hasılı Beyazıt II zamanında, Osmanlı devletinin hars ve siyasetinde bir irtica meşhuttur.” (Tarih 3, İstanbul: 1931, Devlet Matbaası, s.36)
Yavuz Sultan Selim kumandasında kazanılan Çaldıran ve Ridaniye zaferleri ders kitabında şu şekilde anlatılıyor: “Osmanlı- Mısır harplerinin saikı, Hicaz su yollarının tamiri için Fatih tarafından Mısır sultanına yapılan teklifin reddi ve Osmanlı mahmisi Dulkadir Beyliği işlerine Mısırın karışması değildi. Bunlar ancak zahirî birer sebepti. Bunu,bilhassa Yavuz Selim’in Çaldıran zaferinden sonra, bütün ı Müslüman memleketlerini Osmanlılar idaresi altına almak arzusunda ve cihangirlik siyasetinde aramak lazımdır.” (s.37)
Çaldıran ve Ridaniye zaferlerinden sonra İslâm tarihinde çok mühim bir hadise vuku bulmuş ve hilafet Osmanlılara geçmişti. Böylelikle maddî olarak İslâm âleminin büyük bölümünü idare eden Osmanlılar İslâm âleminin manevî lideri mevkiine gelmişlerdi. Tarih kitabında bu bahis anlatılırken hilafet müessesesi küçümsenmekte ve Yavuz’un halife olduğu zamanda halifeliğin İslâm âleminde zaten ciddî bir kıymet ve ehemmiyeti olmadığı söylenmektedir, (s.38) Kitapta halifelik “paslanmış silah”a benzetilmekte ve daha sonra şöyle denilmektedir:
“İşte bu paslanmış silahı, pazusunun kuvveti sayesinde işe yarayacak bir hale getirmek ümidi ile Yavuz Selim eline almıştı. İslâm âlemini istila ile birleştirmekte, onu da kullanmak istiyordu; fakat ilerde görülecektir ki Osmanlı sultanları, hilafet sıfatlarından ciddi bir fayda görememişlerdir.” (s.38)
Bu ders kitabında Osmanlı tarihinde yer almış olan meşhur simalardan hep alelâde bir şahıs gibi bahsedilmişi ve sıfatlarının söylenmemesi de dikkatleri çeken bir diğer husustur: Hayrettin, Selim, Sinan, vb. denilmesi gibi…
Biyoloji Dersleri
Biyoloji derslerindeki mevzular Tarih I’deki insanların ve diğer canlıların yaratılışı bahislerindeki muhteva v içerisinde ele alınmıştır. 1930’lu yıllarda okutulan bu kitaplarında en geniş yeri “Türklerin değişmeleri ve tekamül teorileri” başlığı altında işlenen bahis işgal etmektedir.Bu bahisle muhtelif teorilerden bahsedilmekte, ancak, değiştiğini söyleyenlerin görüşlerine iştirak edildiği de açıkça belirtilmektedir.
Bu bölümün hemen girişinde şöyle denilmektedir;
“Bundan önceki çoğalma ve kalıtım bahislerinde, bütün canlıların kendilerine benzeyen ve kendi, vasıflarından bir kısmı haiz olan yeni canlılar meydana getirdiklerini gördüğümüzü hatırlayalım.” (Biyoloji II. 1938, s. 157)
Darwin Teorisi
Kitapta Darwin teorisinden de geniş geniş bahsedilmekte ve şöyle denilmektedir:
“Uzun müşahede ve tetkiklerden sonra 1859’da türlerin orijini adlı bir eser yazan İngiliz tabigiyatçısı (İmlayı ve yazılış şekillerini aynen alıyoruz) Darven (Darwin), türlerin değişebildiklerini ve biribirinden hasıl olduklarını bütün dünyaya anlatmak imkânını bulmuştur.
“Gerçekten türler içinde diğerlerinden farklı fertlere hemen hemen her zaman tesadüf edilmektedir. Böyle muayyen farklarla ayrılmış fertler, tür içinde bir variyete teşkil ederler.
“İnsan ırkları gibi tabi bir şekilde meydana gelmiş ırklar bulunduğu gibi, yapay olarak ırklar yapılabilir. Meselâ: âtlarda koşu ve yük taşıma kabiliyeti dikkâte alınarak koşu ve yük taşıma kabiliyetleri fazla at variyetelerinden İngiliz atları gibi, kadanalar gibi ırklar yaratılmıştır,” (s. 157-158)
Kitapta yer alan bahis bu minval üzere uzayıp gitmekte, çeşitli teoriler anlatılmaktadır. Bu teorilerin hepsinin de ortak vasfı, Kur’ân-ı Kerim’deki canlıların ve kainatın yaratılış bahsinin inkâr edilmiş olmasıdır.
Kitapta, teori sahipleri, sanki teorilerini kesin delillerle ispatlamışlar gibi nazara verilmekte ve sonunda şöyle denilmektedir:
’’Muhakkak olan türlerin değişmeleri ve yeni türler meydana getirmeleridir.” (s. 164)
Kafatası Şekilleri
Bu ders kitabında, “Türk ırkı antropolojisi” diye bir mevzua da yer verilmiştir. Hemen başlarda Türk ırkının hususiyetleri olduğu söylenerek, renk, burun, kulak, göz, boy ve kafatası şekillerinin şekli ve ölçüsü verilmekte, daha sonra şöyle denilmektedir:
“Bu vasıflarla en mükemmel bir yükselme derecesi gösteren ırkımız, Avrupa’nın Alp ırkı vasıflarını haizdir. Esas itibariyle Alp ırkı Avrupa’ya Orta Asya’dan geçmiştir.”
Bu bölümde “Pratik çalışmalar” kısmında şöyle denilmektedir:
“Kafatası şeklinin ırkların tekâmülünde büyük bin ehemmiyeti vardır. Önden arkaya doğru uzun olankafataslarına dolikosefal, yuvarlak olanlara brakisefal veikisinin ortası bir şekil gösterenlere de mezosefal denir. Kafataslarının bu ayrılışı kafatası karinesi, kafatasının en büyük yan genişliğinin 100 ile çarpanının en büyük ön-arka genişliğine nispetinden çıkar.” (s. 165)
Daha sonra bu kafatası hesabıyla ilgili malumat da verilmiş ve şu hükme varılmıştır:
Brakisefal kafatası en mütekâmil insan kafatasıdır.(s. 166) Bu çarpma, toplama ve bölme işleminin ne içil yapıldığı böylelikle ortaya konulmaktadır. Bu hesapların neticesinde de Türk ırkının kafatası olduğu söylenilen “Brakisefal” kafatasının en mütekâmil insan kafatası belirtilmektedir. Bu bahsin sonunda bir de okullarda yapılacak çalışmalar sıralanmış. Ders kitabında deniliyor:
“1. Her okulda talebenin kafatası karineleri ölçülecekle talebe yekûnuna göre muhtelif kafataslarının yüzde nisbetleri tesbit edilecek, aynı zamanda bunların ortalaması bulunacaktır.
“2. Talebelerin boyları da ölçülerek ortalama boy elde edilecektir, (s. 166)
Tabiat Bilgisi
İlkokullarda okutulan “Tabiat Bilgisi” dersleri de, aynı Biyoloji dersi ve diğer dersler gibi ele alınmış o ders kitaplarıyla muhteva ve üslup bütünlüğü sağlanmasına dikkat edilmiştir.
İlkokul 4. sınıflar için yazılan Tabiat Bilgisi kitabının hemen başlarında “Tabiatı niçin severiz?” başlığı altında şöyle deniliyor:
“Tabiat bizim anamız, babamızdır.” (Tabiat bilgisi, IV. Sınıf,Türkiye Cumhuriyeti Maarif Vekilliği, İstanbul : 1931, s.6)
Bu bahsin devamında ise şöyle deniliyor:
“Bir ana, yavrusunu küçük yaşında sütü ile besler, büyütür. Çocuğunu uyutmak için kendisi bir dakika gözlerini yummaz, rahatından vazgeçer değil mi? Babamız, bizi okutup adam etmek için bütün sıkıntılara katlanır, bizim için uğraşır, bizim için yorulur.
“İşte çocuklar; tabiatta tıpkı bir ana, bir baba gibi bize yiyecek, içecek ve giyeceklerimizi verir. Tabiat bize buğdayı, meyvayı, suyu, eti, tuzu, yünü, pamuğu vermeseydi ne yapardık?
“Demek oluyor ki tabiat; yani toprak, sular, ağaçlar, kuşlar ve kuzular bizim içindir. Şu halde taibat bizim anamız ve babamız gibidir.” (s.6-7)
Yurt Bilgisi Dersleri
İlkokullarda okutulan “Yurt Bilgisi” dersleri başlıca iki temel üzerine oturtulmuştur: Cumhuriyet’ten önceki devri, yeni Osmanlı idaresini bütünüyle tenkit etme. 2. Cumhuriyetten sonraki devirde de, Cumhurbaşkanı Atatürk’ü ön plana çıkarma…
“Cumhuriyetten önce nasıl idare olunurduk?” başlığı altında yazılanlar şunlardır:
“Eskiden Türkiye’de bir padişahla idare olunan mutlakiyet hükümeti vardı. Bu hükümette milletin sözü dinlenmezdi. Padişah milleti hiçe sayardı. Devlet işlerini kendi düşündüğü, bildiği, istediği gibi görürdü. İş başına getirdği adamlar içinde okuma yazma bilmeyenler, halkın başına bela kesilenler, halka yapmadık işkence bırakmayanlar da vardı.Halkın bunlardan şikayetine kulak asılmazdı.Memurlar doğru iş görmezlerdi. Milletten vergi diye toplanan paralar, milletin iyiliğinden ziyade padişahın keyfine sarfolunurdu. Orduya bakılmazdı; askerin giyeceği, yiyeceği düşünülmezdi. Mahkemelere işi düşenler, aylarca, yıllarca haklarını elde edemezlerdi. Kuvvetliler, zenginler zayıfları, zavallıları ezerlerdi. Gazeteler padişahın hoşuna gitmeyen şeyleri yazamazlardı.
“Bir yanda padişah, saray adamları, zorbalar har vurup harman savurururken öte yandan zavallı halk bin bir güçlük altında ezilirdi. Millet bu haksızlıklara, bu işkencelere yüzlerce yıl dayandı.
“Ama, padişahın, padişah hükümetinin millete çektirdiği acılar o kadar arttı, Türk milletinin canı o kadar çok yanmaya başladı ki el birliği edip mutlakiyet idaresinden kurtulmak yollarını aramaya mecbur oldu. (İlkmektep Kitapları: IV. Sınıf, Yurt Bilgisi, İstanbul: 1937, Devlet Basımevi, s. 15-16)
Övmelerle Dolu Kısım
Ders kitabının Çanakkale ve İstiklâl Savaşları ile diğer bahislerinde dikkati çeken en mühim husus, hep Atatürk’ün övülmesidir. Kitapta Birinci Dünya Savaşı ve Çanakkale Savaşı’nın başlangıcı anlatıldıktan sonra şöyle deniliyor:
“Çanakkale’de Anafartalar kahramanı Kemal Atatürk, düşman ordusunu kıyıya çiviledi. Onlara bir adım ileri attırmadı. Bu kahramanlık önünde düşman kumandanları da parmak ısırdılar. Gazimizin büyüklüğünü söylemekten kendilerini alamadılar.” (s. 18)
Kitabın müteakip bahislerinde de aynı üslup muhafaza edilmektedir.
Yurt Bilgisi kitabında bir de “kaç biçim hürriyet var?” başlığı altında bir bahis var. (s.32}
Burada hürriyetler sıralanırken yalnızca; şahsî hürriyet, mesken masuniyeti, topluluk hürriyeti, cemiyet kurma hürriyeti ve matbuat hürriyetinin sıralanması ve din ve vicdan hürriyeti, düşünce hürriyeti, gösteri yürüyüşü yapma hürriyetinden bahsedilmemesi dikkatleri çekiyor.
Yurt Bilgisi kitabında “Hoşgörme ve taasupsuzluk” başlığı altında yazılan kısımda şöyle deniliyor:
“Bugün kimsenin namaz kılıp kılmadığına , ramazanda oruç tutup tutmadığına bakmıyoruz. Kimsenin dinine karışmıyoruz.
“Eskiden böyle değildi; açıkça oruç bozan birini gördüler mi, hemen yakalarlar, uluorta oruç bozdu diye cezalandırırlardı. Mekteplerde talebeyi zorla camiye sokarlardı; oruç tutacak hali var mı, yok mu, abdestli mi, değil mi diye bakmazlardı. O vakit hoşgörmek yoktu.
“Sofu olanlar, namaz kılmayanlara kızarlardı; namaz kılmayan çocukları döverlerdi. Daha tuhafı, inanılmayacak şeylere inananlar, inanmayanları dinsiz sayarlardı.” (s.45)
Altı ok
İlkokulların beşinci sınıflarında okutulan “Yurt Bilgisi” dersi de IV.sınıfın okutulan derslerin devamı mahiyetindedir. Bu ders kitabında CHP’nin “Altı oku”nun tanıtılması dikkati çekmektedir. “Altı Ok” başlıklı bölümde şöyle denilmektedir:
“Bazı yapıların üstlerinde kırmızı üzerine altı beyaz ok bulunan bayraklar görüyoruz. Bu kırmızı üzerine altı beyaz ok, veya beyaz üzerine altı kırmızı ok resmine bazı gazetelerin , dergilerin, kitapların duvar takvimlerinin üzerinde de rastlıyoruz.” (İlk mektep Kitapları: V. Sınıf, Yurt Bilgisi, İstanbul: 1937s.l8)
Aynı bölümde altı okun neye işaret ettiği sıralanmakta ve bilahare şöyle denilmektedir:
“Türkiye devleti tebaasından olan her Türk Ana Yasamıza giren altı prensibi iyice öğrenmeli ve her birine gönülden inanmalıdır.” (s. 18)
Bu bahsin sonu şu şekilde bitmektedir:
“Biz hepimiz ileri Türk olduğumuz için, bu altı prensibi Ana Yasamıza koyduk. Altı Oktan ayrılmayız.” (s.21)
Türkler nasıl müslüman oldular?
’Türk Tarihinin Ana Hatları” isimli kitabın 1930lu yılların eğitimi üzerindeki tesiri çok büyüktür. Bu kitap i eğitim modelinin temel esaslarından biri olarak kabul edilebilir.
1930 yılının başlarında hazırlanan bir taslak Atatürkün geniş mütalaaları ile birlikte ilk önce yüz adet basılmış, bilahare bu çalışma daha da genişletilmiştir. Biz bu kitabın genişletilmiş kısmında yer alan bazı mevzulara göz gezdireceğiz.
Liselerde okutulan tarih kitabını yazan kişilerin kaleme almış gözüktüğü kitapta, “Türklerin nasıl Müslüman olduğu’’hususunda çok geniş şekilde fikir yürütülmektedir. Kitabın bu kısmında, İslâmiyet, “Türkler arasında hariçten giren bir din olarak gösterilmekte ve bu başlık altında işlenmektedir.
Çok uzun olan bu bahsin özeti şudur: İslâmiyet Türkler arasında Türk kabileleri arasındaki mevcut olan çatışmalardan istifade ederek girmiştir. Türk beldelerini istilâ eden Müslümanlar sel gibi kan akıtmışlardır. Velhasıl, söylenmek istenen şudur: ‘Türkler kılıç zoruyla Müslüman olmuştur,”
Özetlediğimiz bu görüşü bir de kitaplardaki satırlarla takıp edelim:
İkinci Halife Ömer zamanında Kadisiyle zaferiyle Sasanıler payitahtının mukadderatını tayin eden Arapların Nihevent meydan muhaberesinde İranilerin son mukavemet kuvvetlerini kırmaları yalnız bütün İran’ın Arap hakimiyeti alıma girmesini değil, şark kapılarının Arap istilâsına, İslâm dinine açılmasını da temin eylemiştir, İran hükümdarı Yezdicürdün Belh önündeki mezbuhane mücadelesi de neticesiz kalınca Horasan da elden çıkmış, Arap orduları Ceyhun boylarına, Türk çitlerine dayanmıştı. İslâm dinini götüren Arap orduları Ceyhun boylarına yanaştıkları bu tarihlerde Orta Asya Türklüğü elim akıbetleri içinde çırpmıyordu.
…Tukyu Hanlığı zamanında Mavereünnehir ve Sint Havzası küçük küçük beyliklere bölünmüştü. Bunların başlıcaları Suğut, Buhara, Esruşne, Şaş, Keş, Fergana, Toharistan, Heytal, Çanbülistan, Kornet, Vahan, Odiyana Prenslikleri idi. Bu beylikler kendi aralarında bir birlik vücuda getiremediklerinden Araplara karşı mukavemet edecek bir halde değillerdi. Bu sebepten Mavereünnehir, Toharistan, Sint havalisi Araplara karşı demekti.”(Türk Tarihinin Ana Hatları. Methal Kısmı. İstanbul: 1931, Maarif Vekaleti, s.63-64)
Çok Kan Dökülmüş
Kitapta Türklerin Müslüman Araplara karşı her yerde mukavemet ettiği ve çetin mücadele verdiği söylenmekte, daha sonra şöyle denilmektedir:
“Kuteybe’nin (Halife Abdülmelik zamanında Horasan Valisi) Horasan valiliği zamanındadır ki Araplar Türk ellerine doğru ilerlemeğe başladılar. Geçtiği yeri kana boğan Kuteybe Ceyhun Nehriyle Buhara şehri arasında ticaret ve servetiyle meşhur Baykent şehrini yağma ettikten sonra her şeyi yaktı yıktı. Şehir halkını katliam ettirdi. Kuteybe uzun ve sürekli bir mücadeleden sonra Toharistan, Fergana, Buhara, Semerkant havalisini Arap hakimiyeti altına sokabildi. Fakat din götüren Arap ordularının yağmagerliği Arap ümerasının zulüm ve teadisi istilâ edilen yerlerde bile İslâm dininin intişar ve taammümüne mani oluyordu. 13 sene Türk kanı dökerek nankör Emevilere şanü şeref kazandırmaya çalışan Kuteybe nihayet zulümlerinin cezasını gördü. Arap Halifesi Süleyman Kuteybe’nin fazla kuvvetlenmesinden ve bu kuvveti kendi saltanatı aleyhinde kullanmasından korkarak bütün kardeşleri ve ailesi efradı ile birlikte öldürttü.” (s.65)
“Türkler Mukavemet Etti”
Kitapta o devirdeki Türk boylarının siyasi durumu anlatıldıktan sonra mevzua şu şekilde devam edilmektedir:
“Miladî 756 tarihinden itibaren kuvvetlenmeye başlayan Karluklar 776 tarihine doğru hudutlarını Çu Nehri boylarına kadar tevsi ederek Arap istilasına az çok mukavemet edecek bir kuvvet vücuda getirdiler. Fakat ne Türgeşler ne de Karluklar Maveraünnehir ve Toharistan’daki küçük beylikleri hakimiyetleri altında birleştirmeye muvaffak olmadıkları gibi bu mıntıkaların nihayet kat’i surette Arapların eline geçmesine de mani olamadılar Mamafih bu küçük beylikler müstevli Araplara karşı hürriyetlerini müdafaa ettiler. Emevilerin hunhar kumandanları buralarda seller gibi kan akıttıkları, on binlerce hanüman söndürdükleri halde İslam dinini bir türlü bu havaliye kat’i surette sokamamışlardı. Türkler, din neşrine gelen Arap ordularının bir sürü çapulcu olduğunu görerek mukavemet etmiş, her vesile ile bir ihtilal çıkarmışlardır.” (s.67)
Islâmın Bayraktarı
Bu kitapta Türklerin Müslüman oluşu bu şekilde anlatılırken, bütün İslam tarihçileri çok daha değişik anlatmakta ve Türklerin, kılıç zoruyla değil, akıl ve mantık süzgecinden geçirdikten, kalp terazisine vurduktan sonra İslâmiyeti kabul ettiklerini ve İslâma candan bağlandıklarını söylemektedirler.
Türkler İslâmiyeti kabul ettikten sonra, İslâmiyet için canla başla çalışmış ve bin sene İslâmın, Kuran’ın bayraktarlığını yapmıştır. Böyle necip ve cihangir bir kâvmin kılıç zoruyla İslâmî kabul ettiğini ancak bazı müşteşriklerle bu Türk Tarihinin Ana Hatlarını yazanlar söylemişlerdir.
Sosyoloji Dersleri
1930lu yıllarda liselerde okutulmuş olan ders kitaplarından en’mühimlerinden birisi de “Sosyoloji”dir. Zira bu ders kitabında- Atatürk”ün ortaya koyduğu yeni sistemin ideolojisi ortaya konulmuştur. Bu derk kitabı bütünüyle; Atatürk’ün ideolojisinin ana hatlarını ortaya koyar mahiyettedir.
Kitapta yer alan bazı mevzulara göz gezdirelim;
Sosyoloji kitabında, milleti yapan unsurlarla, milliyetçilikmevzuları işlenirken, “din” unsuruyla âdeta kıyasıya bir hesaplaşma içerisine girildiği görülmektedir.Millet ve milliyetçilik mevzularında dinin bir tarafa bırakılması için büyük gayret sarfedildiği açıktır.
Kitapta “Milleti yapan unsurlar” bahsinde şöyle bir soruruluyor;
“Din, millet birliğini yaratan bir âmil midir?”
Bu sorunun cevabı şu şekilde veriliyor:
“Din, en ilkel cemiyetlerde siyasî ve sosyal zümrenin ilk kadrosu olmuştur. Fakat zaman ile, siyasi inançlar, dini inançtan ayrılmıştır. Başlangıçta insanları aynı zümre içinde birleştirici, kuvvetli bağ olan din, orta zamanlardan sonra kuvvetini kaybetmiş ve siyasi âmil olmaktan çıkmıştır.” (Sosyoloji-Liseler İçin Yeni Programa Göre yazılmıştır- Necmeddin Sadık. İstanbul: 1936. Devlet Matbaası, s.43)
Milliyet-Dincilik
Kitapta, dini, millet ve milliyetçilikten tamamen tecrit etme görüşü müteakip sayfalarda da kendini gösteriyor;
“Bazı garp tarihçilerinin eski Türkler hakkında yazdığı eserler Türk’ün çok eski ve şanlı bir mazisi olduğunu öğretti ve Türkiye’de bu milli tarihi tetkik merakını uyandırdı.(s.46) denilerek, Türklerin İslamiyeti kabul etmeden evvelki tarihine dikkat çekildikten sonra mevzu bu minval üzre sürüp gidiyor ve daha sonra şu hüküm veriliyor:
“Meselâ, milliyeti dincilik sananlar, veya öyle gösterenler oldu. Türk millî cereyanı karşısında bir panislâmizm cereyanı çıkarıldı. Bunlar, dinin bu asırda hâlâ sosyal bir bağ olduğunu sanarak bütün Müslümanları Türk milleti içinde görmek isteyen cahil politikacılardı.” (s.47)
Kitapta Cumhuriyet Halk Partisinin 4. kabul edilen “Milli Kültürün esas düsturlaradır verilmiştir. CHP’nin bu düsturlarına baktığımızda yine ‘din’eyer verilmemiş olduğunu görmekteyiz.
Dinin millet birliğini teşkil etmekte rol oynamadığım söyleyen bu görüş, bizzat Atatürk’ün görüşüdür. Mehmetçik dergisinde neşrolan, Atatürk’ün bu mevzu ile ilgili görüşlerine baktığımızda sosyoloji ders kitabındaki görüşlerle tıpa tıp aynı olduğunu görmekteyiz. Atatürk; millet, milliyetçilik ve din mevzularında şöyle diyor:
“Din birliğinin de bir millet teşkilinde müessir olduğunu söyleyenler vardır. Fakat biz bizim gözümüz önündeki Türk milleti tablosunda bunun aksini görmekteyiz.
“Türkler Arapların dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. Arap dinini kabul ettikten sonra, bu din ne Arapların, ne aynı dinden bulunan acemlerin ve ne de Mısırlıların ve sairenin Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine hiçbir tesir etmedi. Bilakis, Türk milletinin milli rabıtalarını gevşettir millî hislerini, millî heyecanını uyuşturdu bu pek tabi idi çünkü Muhammed’in kurduğu dinin gayesi bütün milliyetlerin fevkinde şamil bir Arap milliyeti siyasetine müncer oluyordu. Bu Arap fikri, ümmet kelimesiyle ifade olundu.
Muhammed’in (Atatürk böyle yazmış. Dergi iktibas yaparken Peygamber Efendimizin isminin önüne Hz. sıfatını koymadan edememiş) dinini kabul edenler kendilerini unutmaya, hayatlarını Allah kelimesinin, her yerde yükseltilmesine hasr etmeye mecburdurlar. Bununla beraber, Allah’a kendi milli lisanında değil Allah’ın Arap kavmine gönderdiği Arapça kitapla ibadet vemünacaatda bulunulacaktı. Arapça öğrenmedikçe, Allah a ne dediğini bilmeyecekti. Bu vaziyet karşısında Türk milleti birçok asırlar, ne yaptığını ne yapacağını bilmeksizin, adetâ bir kelimesinin manasını bilmediği halde Kur’anı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndüler. Başlarına geçebilmiş olan serdarlar, Türk milletince, karışık cahil hocalar ağzıyla ateş ve azap ile müthiş bir muamma halinde kalan dini, hırs ve siyasetlerine alet ittihaz ettiler. Bir taraftan Arapları zorla emirleri altında bir taraftan Avrupa’da allah kelimesinin ilası parolası altında Hıristiyan milletlerini idareleri altında geçirdiler, fakat onların dinlerine ve milliyetlerine ilişmeyi düşünmediler.
Ne onları ümmet yaptılar ne de onlarla birleşerek bir kuvvetli millet yaptılar. Mısır’da belirsiz bir adamı halife diye bir palaspareyi, hilafet alâmeti ve imtiyazı olarak altın sandıklara koydular halife oldular. Gâh Şarka Gâh garba veya her tarafta birden saldıra saldıra Türk milletini Allah için, peygamber için topraklarını menfaatlerini benliğini unutturacak Allaha mütevekkil kılacak derin bir gaflet ve yorgunluk beşiğinde uyuttular. Milli duyguyu boğan fani dünyaya kıymet verdirmeyen sefaletler, zaruretler, felaketler- his olunmaya başlayınca asıl hakiki saadete öldükten sonra ahirette kavuşacağı vaat ve temin eden dini akide ve dini his millet uyandığı zaman onun şu acı hakikati görmesine mani olamazdı.Bu feci manzara karşısında kalanlara,kendilerinden evvel ölenlerin ahiretteki saadetlerini
düşünerek veya bir an evvel niyaz ederek ahiret hayatına kavuşmak telkin eden din hissî; dünyanın acısı duyulan tokadıyla; derhal Türk milletinin vicdanındaki çadırını yıktı, davetlileri, Türk düşmanları olan Arap çöllerine gitti.Türk vicdanı umumisi derhal yüzlerce asırlık kudret ve küşayişiyle, büyük heyecanlarla çarpıyordu. Ne oldu ? Türk’ün milli hissi, artık ocağında ateslenmisti: artık Türk cenneti değil eski hakiki büyük Türk cedlerinin mukaddes miraslarının son Türk ellerinin müdafaa ve muhafazasını düşünüyordu.
“İşte, dinin, din hissinin Türk milletinde bıraktığı hatıra.” (Türk Kara Kuvvet Güçlendirme Vakfı Yayın Organı Mehmetçik Dergisi. Eylül/Ekim/Kasım /Aralık ’86, sayfa:23- 24)
Atatürk’ün bu görüşlerinin ders kitabındaki görüşlerle aynı olduğu açıktır. Dergide Atatürk’ün el yazısının fotokopilerine de yer verilmiştir. Ancak dergi bu el yazısını çözerken bazı imla değişikliği yapmıştır. Şöyle ki:
Atatürk, “Allah” lafzını küçük harfle yazmıştır. Ama dergi büyük hafle yazmayı tercih etmiştir. Atatürk, Peygamber Efendimizden “Muhammed” diye bahsetmiştir, dergi: “Hz; Muhammed” demiştir. Bunlardan ayrı olarak derginin, Atatürk’ün el yazısındaki Peygamber Efendimizin hırka-i şerifinden bahseden kısmı almayışı enterasandır. Dergideki metinde, “Hırkasıdır diye bir palaspareyİ, hilafet alameti ve imtiyazı olarak altın sandıklara koydular” kısmı yoktur. Oysa bu kısım Atatürk’ün el yazısında açık seçik olarak okunmaktadır.
Otoriter idare
Sosyoloji ders kitaplarında rejimlerden bahsedilirken, demokrasiyle idare edilen ülkelerden bahsedilmekte, bu rejimin esası olan “kuvvetler ayrımı” teorisinin her yerde başka başka tatbik edildiği söylenmekte ve daha sonra şöyle denilmektedir:
“Bu farkların artması ve her memlekette parlamentolu hükümet sistemlerinde millî ihtiyaca göre değişiklikler yapılması son yıllarda parlamento sisteminde bir buhran doğurmuştur.” (s.89)
Kitapta bu buhranın ortaya çıkışı şu şekilde sıralanıyor:
“Fırkaların (partilerin) parçalanması, çoğalması ve gitgide, millî işlerden ziyade kendi nüfuz ve kudretleriyle meşgul olmaları, fırkalar arasındaki çarpışmalar da millî işlerden ziyade fırka menfaatlerinin göz önünde tutulması, icra kuvvetlerinin, bu fırka zihniyetiyle sık sık düşmesi, değişmesi ve bu yüzden hükümet otoritesinin istikrarsızlık neticesi sarsılması birçok memleketlerde parlamentolu hükümet sistemine ve bu sistemin esası olan siyasî fırkalara (siyasi partilere) karşı bir hoşnutsuzluk uyandırmıştır. Bu buhran yer yer kuvvetli hükümet arzularını doğurmuştur.” (s.89) ’
Ders kitaplarında bu satırların yer aldığı yıllarda Türkiye’de tek partinin mevcut bulunduğu hatırlanırsa bütün bu mütalâaların mevcut sisteminin müdafaası serdedildiği açıkça görülür.
Nitekim bir sonraki parağrafta bu durum açıkça belirtilmiştir:
“Hükümet şeklinin son senelerindeki tekâmülü bu yolda oldu. Bu tekâmülden yeni hükümet sistemleri doğdu.Sovyet Rusya, Nasyonal – Sosyalist Almanya, Faşist İtalya,Kemalist Türkiye gibi.” (s.89)
Ders kitabında “Kemalist Türkiye” diye tabir edilen ülkemizde o an için mevcut rejimin “kuvvetli hükümet ‘’ esasına dayandığı bu şekilde söylendikten sonra ‘’milli devrimlerden doğma” hükümetlerin hep bu şekilde olduğu söylenmekte ve neticede “Bu asrın dinleri bu milli hareketlerdir” denilmektedir. Ders kitabındaki bu görüş şu şekilde izah edilmektedir:
“Milli devrimlerden doğan millî hükümetlerde hep böyledir. O zaman iş başına gelen hükümete hemen hemen daima, millî tarihin bu tehlike ve heyecan ânında millî vicdanı kendi etrafında birleştirmiş, bu birleşik ve kuvvetle çarpan millî vicdanı temsil etmiş insanlar geçer. Eski cemiyetlerde ‘mana’, ‘kut’ denen manevi kudret, son asır cemiyetlerinde milleti kurtaran, ona yürüyecek, erişecek ülküyü gösteren millî, siyasî kahramanlarda tecelli eder. Bunun içindir ki bazı teorilerin anlattığı gibi, bu otoritenin temeli korku ve şiddet değil, kuvvet ve sevgidir. Bütün bir milleti arkasına katan bugünün millî kahraman ve kurtarıcılarından bütün bir cemiyetin vicdanı yaşıyor. Eski devirlerde büyük dinleri doğuran sosyal hareket, mahiyet bakımından başka türlü değildi. Bu asrın dinleri, bu millî hareketlerdir.” (s.90)
Bu bahsin sonunda o anki rejime yöneltilen tenkitlere de temas edilmekte ve şöyle denilmektedir:
“Türkiye’de Cumhuriyet Hükümetinin ve onun ilk Reisinin kuvvetli otoriteye sahip olmaları, yukarıda anlattığımız sebeplerden ileri geliyor. Bu otoriteyi görerek, rejime ‘diktatörlük’ gibi isimler veren yabancı bazı yazıcılar, bir hâdisenin yalnız üst kısmına, sathına bakan ve derinliğini görmeyen, bilhassa sosyal hadiseleri hiç anlamayan insanlardır.” (s.91)
Din nedir?
Sosyoloji dersi kitabının en dikkat çekici bölümü “Dür başlığını taşıyan kısımdır. Bu kısımda yazılanlara baktığımızda, 1930‘lu yıllarda eğitime hâkim olan havanın
bütünüyle aksettirilmiş olduğunu görmekteyiz.
Bu ders kitabında din ile, tabiri caizse kıyasıya bir kavga içine girilmiştir. Dinin İlahî vasfı bütünüyle inkâr edilmekte ve dinin insanlar tarafından meydana getirildiği söylenmektedir. Ayrıca din duygusunun cemiyetten çıktığı ve dini doğuran sebeplerin tamamen sosyal olduğu ileri sürülmektedir.
“Din nedir?” şeklindeki soruya kitapta şu cevap verilmektedir:
“Sosyoloji, din hâdisesini, kendi metoduna göre, yani dışardan, eşya’ gibi, bir sosyal müessese olarak tetkik eder. Bunun içinde en eski zamanlardan beri yaşamış olan dinleri mukayese eder. Bu dinlerin, ilk şeklinden bugüne kadar nasıl ( tekâmül ettiklerini, hangi sebepler altında değiştiklerini arar, kanunlar çıkarır.
“Dinin ilk ve en sade şeklini aramak için en iptidaî cemiyetlere baktığımız zaman görürüz ki buralardaki ilk dönem sosyal teşkilatın bir şeklinden ibarettir. Din kudreti, din duygusu bizzat cemiyetten çıkan manevî kudretten başka birşey değildir. Dinin, cemiyetten gelen sosyal bir hâdise olduğunu ispat eden şey, dinlerin, cemiyetlerin bünyesine göre değişmesi, tekâmül etmesidir.” (s.97)
Dinleri, cemiyetlerin büyümesi gibi gittikçe gelişil sosyal bir hadise olarak değerlendiren bu ders kitabı, İslam inancına ve Kur’an hükümlerine tamamen aykırı bu görünüşü şu şekilde izah ediyor:
“Cemiyetler büyüdükçe bu kutsiyet sıfatı eşyadan ayrılır. Artık kendiliğinden mukaddes hayvanlar, nebatlar yoktur.Bu dinî kuvvetler ayrıca ilâhlaştırılır. Yavaş yavaş ‘ervah’ ve ilahlar mefhumu vücut bulur. Bu ilâhlar istedikleri yerde otururlar. Kutsiyetlerini diledikleri gibi şu veya bu mahlûka verebilirler, tik safhada Allah fikri, bu suretle, biraz daha mücerret bir şekil alır, fakat gene Allah, tabiatın içindedir, insanların hayatı karışır. Aşiretteki din bu safhadadır.
Cemiyetler daha büyüdükçe site(il) dini çıkar. Bu devrede ulûhiyet fikri daha yüksek ve tabiat üstünde bir hal alır. Meselâ Atina sitesinde ilâhlar Olemp dağının tepesindedir, insanlardan daha ayrı yaşarlar. Roma, Yunan dini, bu suretle, siteyi yapan aşiretlerin sayısı gibi çok ilâhlı bir dindi.
“Daha evrensel dinlerin çıkması (Hıristiyanlık, Müslümanlık gibi) sitenin büyümesi ile olur. O zaman uluhîyet tamamen mücerret ve ‘her yerde hazır ve nazırdır.” (s.98)
1931li yıllarda okutulan bu ders kitabı bu şekilde Cenab- ı Hakkın sıfatlarından birisi olan “Mekândan münezzeh ve her yerde hazır ve nazır olmayı” cemiyetlerin büyümesinin ortaya çıkardığı fikrini ortaya atmaktadır. Kitapta mevzu şu şekilde devam ediyor:
“Görülüyor ki dinî fikirler her zaman cemiyetin bünyesinin bir kopyası gibidir. Sosyal kümelerin değişmesi, genişlemesi ve merkezleşmesi din kuvvetlerinin F tasavvurunda da aynı hadiseleri vücuda getiriyor. Cemiyet, tekâmülünün her safhasında dini nasların ve inançların kendiliğinden fışkırdığı kaynaktır. İnsan, cemiyetin büyük manevi kudretini her devirde bu suretle duymuş ve ilâhlaşmıştır. Diğer taraftan, ilk insanların din şeklindeki düşünceleri eşyanın ve Kâinatın bir nevi izahı idi. Bütün tekâmül etmiş büyük dinlerde bu ilk karakteri buluyoruz. Her din, insanların ilk düşünüş ve görüş tarzı ilk ilmi, ilk ahlakı,ilk hukuku olmuştur. O derecede ki asırlar boyunca, insanlığın tekâmülü müsbet bilgileri, büyük güçlükler ve kavgalarla parça parça dinden koparmış, ayırmıştır.” (s.98)
Dini bu şekilde izah eden ders kitabı, cennet, cehennem, haşir, âhiret, ruh gibi bütün dinî değerleri de aynı maddeci gözle ve İlahî hükümlere zıt bir şekilde açıklamaya devam etmektedir, (s. 100)
Kitapta sayfalar dolusu iddialar ileri sürüldükten sonra şöyle deniliyor:
“Yukarıda anlattığımız gösteriyor ki dini doğuran sebepler gibi, dinleri tekâmül ettiren âmiller tamamen sosyaldir. Onun için bazı filozofların, dinler arasındaki farkları iklim farklarından ileri gelme sanmaları yanlıştır.” (s. 103)
“Cihad gülünç oldu”
Daha önce milliyetçilik bahsinde de gördüğümüz gibi,dinin insanları birleştirici unsur oluşuna her vesileyle karşı çıkılmaya devam edilmekte ve şöyle denilmektedir:
“Dinin milletleri birleştiren ve hareket ettiren âmil olması, Orta kurunlara kadar sürdü, ondan sonra gitgide zayıfladı.
(s. 105) ‘
Kitapta daha sonra, Selçuklu ve Osmanlı idarecilerinin yegane ideâli olan “İ’la-yı kelimetullah’’yani Cenab-ı Hakkın ismini yüceltmek mefkuresi küçümsenmekte ve şöyle denilmektedir:
“İslâm memleketleri de’ İlâ-yı kelimetullah’ için din namına cihad’a giderlerdi. Fakat, 1914 dünya harbinde,bütün dünya Müslümanlarının ruhanî şefi Halife olan
Osmanlı padişahının ilân ettiği bu ’cihad’ gülünç oldu, bütün Müslüman memleketleri düşman tarafına ordular göndererek Türkiye aleyhine harbettiler.’’ (s.105)
Tevfîk Fikret gibi
Sosyoloji kitabında Tevfik Fikret’in imanın altı esası yerine yeni esaslar kabul edişinin aynen benimsendiğini görmekteyiz. Kitapta şöyle deniliyor:
“Her cemiyet, bir ideal kudret yaratıcısıdır. Her cemiyet olan yerde, müşterek kıymet hükümleri doğar. Ancak cemiyetin yarattığı bu ideal kudret, ‘maneviyat’ telakkisi, sosyal hayatın her devresinde mutlaka dinler yaratmaz. Eski devirlerde yeni yeni dinler yaratan bu sosyal kaynaşma hayatı, insanlığın müsbet ilimleri meydana çıkardığı bu asırlarda, aynı mahiyette, fakat başka çeşit ideal kuvvetler yaratır. İlme iman, her yerde başka ülküler doğurmaktadır. Milletlerin yarattığı yeni ideal, yeni kıymet hükümleri, ilim, ahlâk, sanat idealleridir.” (s. 106)
Dini tasfiye
Kitapta bu şekilde, dini cemiyetin ortaya çıkardığı iddia edilerek, bu ulvi değeri tartışma zemini açılmakta daha sonra Laiklik sistemi, dinin ferdî vicdanlara geçmiş şekli olarak takdim edilmekte bilahare de şöyle denilmektedir:
“Devlet, bu asırda , artık hiç bir dinin koruyucusu olmadığı gibi kendisine de resmen bir din tanımaz. Eski devirlerde de din vardı, çünkü devlet, otoritesini dinî kuvvetlerden alıyordu. Devlet reisi, aynı zamanda ruhani bir şefti: Eski ‘Kanuni esasiler’ de ‘Devletin dini İslâm dinidir’ diye bir madde vardı.” (s. 107)
Çok eski zamanlar olmuş gibi bahsedilen bu hadise aslında Cumhuriyet kurulurken cereyan etmiş ve uzun yıllar hükmünü devam ettirmişti. Bilindiği gibi, “Devletin dini, dinî Ulamdır” hükmü hem 1921, hem de 1924 Anayasalarında yer almış ve 1928’e kadar devam etmiştir.
Laiklik nedir?
Kitapta laiklik için şöyle deniliyor:
“Devletin din karşısında ilgisiz olmasına, ‘laiklik’ adı veriliyor.” (s. 107)
Laiklik bu şekilde tarif edilirken, gerek bu kitabın yazıldığı, gerekse okullarda okutulduğu yıllarda laiklik,bu tarifle olandan çok farklı şekilde tatbik edilmiş ve devlet dine karşı ilgisiz olmak bir yana, dinin her hükmüne karışmıştır.Ezan dan Kur’an’a, dinin emri olan kıyafete varıncaya kadar…
Kitapta laikliği izah için şöyle deniliyor: .
“Eskiden, ferdin taptığı ilâhları devlet kudreti temsil ederdi. Cemiyetlerde demokrasi başlayınca sadece milli vicdanı temsil eden, milletten kuvvet alan devlet,Allah ile kul arasına giremez oldu. Laik devlet demek,her ferdi kendi inançlarında serbest bırakan, Allah ile kul arasına girmeyen devlet demektir.
“Din ile devletin bir olduğu devirlerde, devlet din namına idare ederdi: Kanun dindi, ahlâk dindi, ilim namına kurulurdu, mahkeme, mektep hep dinî idi.(syf;108)
Laik sistem izah edilirken ahlâkın dâ dinle ilgisi olmadığı iddia edilmekte oradan mesele hukuki esaslarına getirilmektedir.
Kitapta şöyle deniliyor:
“Eskiden tek ahlâk, din idi, ahlâkın müeyyidesi olan hukukta vahiy ile nazil olmuştu. Ahlâk ve hukuk, tamamen dinî olunca ahlâkın tanzimi ve kanunların tatbikile mükellef olan mahkemeler de bittabi dinî olacaktı.
“Fakat, vaktiyle, bütün bağ kuvvetini dinden alan iptidaî cemiyetlerin ahlâk telakkisi nasıl bizzarur dinî ise, şimdi de birlik ve bağlılık kaynağı başka yerlerde olan modern cemiyetlerin ahlâk telakkileri de bugünkü sosyal hislerin mahiyetinden çıkar. Bu suretle büyük dinlerin asırlardan beri tesis ve teşkil ettikleri dinî, ahlâk yerine, kanunlarını, mabedini ve gayesini ancak insanlardan soran laik bir ahlâk teessüs etti. Ahlâki kaideleri vücuda getiren şey, falan veya filan dinin hiç değişmeyen bünyesidir. Ahlâkın dinlerle münasebeti kalmadığı artık münakaşaya bile değmeyen bir mevzudur. Eğer, dinin ahlâk üzerinde tesiri kalsaydı, aynı dine mensup olan cemiyetlerde muhtelif ahlâk telakkilerine tesadüf edilmezdi.” (s. 109)
Ahlak dinden ayrılınca
Ders kitabında bu şekilde ahlâk dinden ayrı gösterilmekte bunun neticesi de şu şekilde açıklanmaktadır:
“Ahlâk, dinden ayrılınca, bir cemiyetin ahlakî kaidelerinin ifadesi olan hukuk da lâikleşti. Hırsızlık etmek, adam öldürmek, hilekâr olmak, kadına tasallut etmek gibi ahlaksızlık sayılan hareketleri kanun cezalandırır. Ahlak laikleşince ceza kanunuda laikleşti. Bunun içindir ki bizde bile en evvel laikleşen, çok eskiden beri dini ahkamdan kurtulan kanun, ceza kanunu olmuştur.
“Nihayet, eğitim ve kültür müessesesi olan mektepler de lâikleşti.” (s.l 10)
Sosyoloji ders kitabı, dini bu şekilde “insan yapısı” olarak i tarif edip, bu iddiasında ısrarlı olduğunu her vesileyle belirttikten sonra, müteakip bahislerde, îslâmın mühim I hükümlerini teker teker ele almakta ve bu hükümleri Kur’an’ın esaslarına zıt bir şekilde açıklanmakta ve tenkit etmektedir.
Ders kitabında Kur’an’ın “tesettür”, yani örtünme emri tenkit edilmekte, eski Türk kadınlarının örtünmediği ve örtünmenin fena bir hareket olduğu söylenmekte bilahare Mevlânâ’nın “Fih-i Mâfih” eserinden bir misal verilmektedir.
Kitapta şöyle deniliyor:
“En eski Türklerde, kadınların örtünmediğini erkekten kaçmadığını söyledik.
Osmanlı devrinden önce de örtünmenin fena bir hareket olduğunu yazan Türk mütefekkirleri vardı.
“Selçuk Türkleri devrinde yaşamış olan meşhur Manevi sahibi Mevlânâ Celâleddin “Fih mafih” adlı bir eserinde kadınların örtünmesinden çok zarif ve nükteli bir şekilde bahsederek şöyle diyor ki:” (s. 144)
Bundan sonra Mevlânâ’nın verdiği misal olduğu gibi alınmış. Ne gariptir ki, Cumhurbaşkanı Sayın Kenan Evren 8 Ocak 1987 günü Çukurova Üniversitesinde yaptığı konuşmasında örtünmenin aleyhinde konuşurken kitaptaki bu bahsi aynen okudu. Sayın Evren’in aynı metni bu ders kitabından aldığını söylemek mümkündür.
Halbuki Hz. Mevlânâ orada verdiği misale örtünün lüzumsuzluğunu ortaya koymak istemiyordu, terbiye vermeden, güzel ahlak sahibi yapmadan, idrak sahibi
etmeden yapılan telkinlerin ters tepebileceğini anlatmak istiyordu.
Kitapta Mevlânâ’nın vermiş olduğu misal örtünme aleyhine kullanılmak suretiyle gerçeğe uygun düşmeyen bir yorum getiriliyordu. Pekâlâ, Hz. Mevlânâ zamanında Müslüman kadınlar tesettürlü değil miydi? Hz. Mevlânâ’nın ailesi tesettüre riâyet etmiyor muydu?
Hem kitapta yer alan bu mantık ölçü alındığında ortaya çok vahim neticeler çıkabilir. Kitaptaki fikre göre her saklanan şey merak uyandırmaktadır, bu bakımdan faydadan çok zarar vermektedir. Böylesi bir mantık, herşeyden önce bu mantığı ileri sürenin mahremiyetine takılır. Zirâ, merak etmenin hududu yoktur. Bu kadar basit bir düşünce lise ders kitabında ciddî ciddî işlenmiş ve Kur’an’ın açık hükmü olan “tesettür” aleyhine kullanılmak istenmiştir.
Bu açık gerçeklere rağmen kitapta şu şekilde demagoji yapılmaya devam ediliyor:
“Mevlânâ’nın bu satırları, yedi asır önce bîr Türk filozofunun kadınların örtünmesini ahlâka uygunsuz bulması bakımından Türk zihniyetinin o devrinde bile Arap ananeleriyle çarpıştığını gösteriyor. (s. 145)
Cemiyette yer etmiş olan tesettür an’anesine bu şekilde açıkça karşı çıkıldıktan sonra, bu defa da Osmanlı devrindeki tatbikatlar şiddetli bir şekilde tenkit edilmektedir. Ders kitabında, “Osmanlı devrinde kadın” başlığı altında şunlar söyleniyor:
“Osmanlı devrinde, eski Roma pederşahi aile şeklinden ima ve Araplarla hanlılardan bize geçen adetlerle kadın fena bir vaziyete düşmüştü.
Kadının evde kapalı kalması, kimseye görünmemesi, hiçbir iş görmemesi ve bütün medenî, siyasî haklarından mahrum olması, Türk kadınını çok geriletmişti.” (s. 145)
Osmanlı devrinde kadının durumu şu şekilde tenkit edilmeye devam ediliyor:
’’Zevcenin iş görüp para kazanmağa hakkı yoktur.”
“Bu suretle evde kapalı ve örtülü kalan, cemiyet hayatına hiç katılmayan kadın asırlarca kafes ve duvar arasında yaşadı. Bu ayrılık, her sahada devam etti. Kadın kocası ile beraber dahi sokağa çıkamazdı. Genç kızlar bile bundan dolayı tahsilden mahrum bırakılırdı.” (s. 146)
’’Kızlar yalnız ‘sübyan’ yani ana mekteplererine giderler orada yalnız kuran öğrenirlerdi.”
’’Evlerde bile kadınlar kadın misafirlerle haremde, erkekler de kendi aralarında ‘selamlık’ da otururlardı”’ (s. 148) “Kadını erkekten ayıran ve ona yalnız bazı işler gördüren sebepler, tamamen dinî idi. İptidaî insanların kadın karşısında duydukları korku, totem kudretinin kanda sanılmasından ileri geliyordu. Kadına bağlanan bu ‘haram’ ‘namahrem’, ‘tabu’ fikri, ilk ailede kadınla erkek arasında sıkı bir iş bölümü yürüttü, kadını cemiyetten dışarı attı. (s.150)
Ecnebi kadınların örtünmesi
Kitapta, gayr-ı müslim kadınlara örtünme meçti getirilmesi de sert bir şekilde tenkit edilmekteydi.Bu mevzuda şöyle deniliyordu:
”Memlekette muhtelif unsurlar yaşadığı ve! örtünmeğe ve açık gezmemeğe mecbur tutulduğu için sokağa çıkan bir kadının İslâm, Yahudi veya Hıristiyiyan olup olmadığı bir bakışta anlaşılabilmek için her dine mensup kadınlara ayrı bir renkte elbise, başörtüsü ve ayakkabı tahsis olunmuştu. Herhangi bir millete mensup bir kadın diğerine, bilhassa îslâmlara ait renk, şekil ve tarzda elbise ve ayakkabı giyemezdi.
“İslâm olmayan kadın ise siyah renkten başka kumaştan elbise giyemezler ve Müslümanlara tahsis edilmiş sarı çedik pabucu aşla giymeğe cesaret edemezlerdi.” (s. 146)
Eski ve yeni hukuk
Ders kitabında Osmanlı devrinde hukuk sisteminin İslâmî yapısı da şiddetle tenkit edilmektedir. Kitapta bu bahsin başlarında şöyle deniliyor:
Bir cemiyetin hukuku ve bu hukukun medenî milletlerde ifadesi olan yazılı kanunların sosyal vicdandan doğduğunu anlattık.
“Osmanlı devrinde, uzun asırlar, hukuk ve millî vicdan arasında büyük bir ayrılık görüyoruz. İmparatorluğun son devirlerine doğru millî vicdanın arzuları ve ihtiyaçları ile hukuk arasındaki ayrılık son dereceyi bulmuş ve Tanzimat devrinde birtakım korkak ve devamsız ıslahat denemeleri yapılmıştır.
“Bu ayrılığın sebebi, Türkiye’de tatbik edilen hukukun tamamen dinî olmasıydı. Eski devirlerde hukukun esası yalnız dinî kitaplar, fıkıh ve Mecelle idi. Bunlar da bütün hükümlerini dinden;’şeriat ahkâmından alırlardı.
“Birçok asırlar önce, Arap sitesi gibi sosyal varlığın vicdanından doğan ve asırlarca hiç değişmeyen bu dinî, şerî kanunlar, Türk sosyal bünyesine uymuyor, cemiyet
ilerledikçe kanunlar geri kalıyor, bu yüzden sosyal hayatta kargaşalıklar oluyordu.
’’Uzun asırlar Türk hukukuna hâkim olan Fıkıh ‘Ahkâmı şer’iyenin asıllarını gösterir bir ilim’ sayılırdı/Şeriat, yani İslâm kaideleri de kitaba (yani Kur’ana), sünnete (yani hadise, peygamberin sözlerine), icmâ’a yani bir devrin fıkıhcılarının birlik fikrine dayanırdı.
“İslâm dininin çıktığı devirde küçük Arap sitelerine kâfi gelen bu kanun, asırlar sonra, büyümüş, ilerlemiş, bünye ve ahlâkını değiştirmiş bir cemiyete yetmez olmuştur.
“İslâm dininin, Allah tarafından geldiği için hiç değişmeyen bu hukukunu, zamanın ihtiyaçlarına uydurmak isteyen fıkıhçılar, kıyas ve mantık yollan ile işi büsbütün karıştırmışlardı. Peygamberin emirlerini kendi mezheplerine göre tefsir eden Hanefi, Şafiî, Malikî ve Hambeli imamları bu ahkâmı içinden çıkılmaz hale soktular. Nihayet ‘içtihat kapısı’ da kapanınca bu hukuk, eski fosiller gibi taşlaşıp kaldı.
‘Hukuk tamamen dinî olunca, bunun okunduğu yer medrese, tatbik edildiği yer de Şer’iye mahkemeleri oldu” (s. 182-183)
Bu sosyoloji ders kitabında, İslâmî inançlarla kıyasıya bir muharebenin göze alındığı görülmektedir. Yapılan bütün değerlendirmeler İslâmî hükümlerin tamamen dışındadır.Kitapta, İslam hukukunun temel kaynağı olan; sünnet, icma-ı ümmet ve kıyas-ı fukahaya bu şekilde karşı çıkılıp İslam hukukuna “fosil” denildikten sonra aynı bakış açısıyla yapılan değerlendirmelere şu şekilde devam edilmektedir:
Eski Türk hukukunun vaziyetini, Sosyoloji bakımından kısaca şöyle anlatabiliriz;
Bu hukuka temel olan fıkıh ve mecelle İslam şeriat kaideleridir Bu kaidelerde bir aşiret ve site cemiyeti olan Arapların o devirdeki cemiyetler gibi Arap aşiretlerinde de sosyal vicdanın birlik kuvvetini yapan Amil inan birliği, bu inancın esası da din idi. Her sosyal vicdan birtakım ahlâk kaideleri doğurur. Bu kaideler fertlerin yaşayış, düşünce, duygu ve hareketlerine düzen verir. Islâm şeriat kaideleri de bu cinstendir. Fertlere: ’Şunu yap, bunu yapma’ diyen ahlakî emirlerdir»
“Helal ile haramı’’ yani ’yapılanla ‘yapılmayan’ o devir münasebetlerinin icaplarına göre tayin eden şeriat ahkâmı, Osmanlı devrinde asırlarca kanun olmuştur.
’’Fakat’’ birliği ve bağlılığı müşterek sıkı insanlardan ileri gelen o zamanki küçük cemiyetlerde kanun vazifesini gören bu şeriat kaideleri» cemiyet büyüdükçe, genişledikçe, fertler arasında münasebetler arttıkça ve çeşitlendikçe yetişmez oldu. Kitap ile sünnetin kaideleri yetişmedikçe de, büyük imamlar, orta kanun mantığından alınma kıyaslarla hüküm vermeğe başladılar. Bu da yetmeyince hileye başvurdular. Bu suretle ahlâkın reddettiği hile oyunu, hile-i şer’iye adı altında kanun oldu.
’Türk cemiyeti uzun asırlar bu kanunla idare edildi.
’’Eski Arap aşiretlerinin ve sitesinin yirmi üç yıllık sosyal hayat ihtiyaçlarından doğarak ortaya çıkan bu kanun, büyük imparatorluk haline gelmiş, nüfusu o nisbette artmış, münasebetleri o derece çoğalmış, çeşitlenmiş geniş bir cemiyete elbette yetişmezdi. Cemiyet büyüdükçe, bilhassa ferdî duygular farklaşıp iş bölümü arttıkça, sosyal vicdanın yeni kaideler ifade etmesi lâzımdır. Bütün sosyal varlığı dinî duygulardan ibaret küçük bir cemiyet çeyrek asırlık din
hayatından doğan kaideler, büyük bir imparatorluğun altı yedi asırlık medenî ihtiyaçlarına tatbik edildi.” (s. 184-186)
İslâm tarihi boyunca, bütün İslâm ülkelerinde tatbik edilmiş olan hukuk sisteminden bu şekilde küçümseyici ve tenkitçi ifadelerle bahsedildikten sonra o anda mevcut olan hukuk sistemi şu şekilde anlatılıyor:
“Hukukta tam anlamıyla sosyal bir değişme olmak için, ilk önce cemiyette esaslı bir devrim lâzım geliyordu: Devleti dinden ayırmak.
“İşte Türk inkılâbının temeli hukuk değişimi lâiklik ile beraber esası olan medenî kanun ve Avrupa milletlerinin aynı olan diğer birçok yeni kanunlar ancak Cumhuriyet devrinde çıkmıştır.
“Bunlar arasında en mühimleri, İsviçre’de Code Civil’inden alınan ve 1926 senesi çıkan ‘kanunu medeni’ bu kanunu tamamlayan ’Borçlar kanunudur.” (s.186)
Yeni rejimin temeli
Görüldüğü gibi, 1930’lu yıllarda liselerde okutulmuş olan bu sosyoloji kitabında Atatürk’ün kurmaya çalıştığı yeni rejimin temel esasları ortaya konulmuş ve bu esaslar müdafaa edilmiş, bu yeni rejim müdafaa edilirken de geçmiş tarihlerde yapılan tatbikatlar şiddetli bir şekilde tenkit edilmiş,bilhassa İslâmî hükümlere karşı çıkılmıştır. Bu ap açık meydandır.
Tarih IV
1930’lu yıllarda okutulmuş olan ders kitaplarının en mühimlerinden birisi de “Tarih IV-Türkiye Cumhuriyeti” dir. “Tarih I” kitabında, kainatın meydana gelişi, insanın yaratılışı, Cenab-ı Hakkın varlığı ve birliği hakkında İslâm inancı dışında bir ideoloji ortaya konulduktan; “Tarih II” kitabında, Peygamber Efendimiz, vahiy ve İslâm tarihi hakkında yine Kur’an’a uymayan açıklamalar, yapıldıktan; ’Tarih III” kitabında, Osmanlı tarihleri ve bu devredeki tarihi şahsiyetler şiddetle tenkit edildikten sonra ‘’Tarih,4’’ kitabında da Türkiye’de kurulan yeni rejimin esasları konulmakta ve artık lise son sınıfa gelmiş olan gence bu
rejimin nasıl tesis edildiği anlatılmaktadır.
İnkılaplarda güdülen usûl
Ders kitabında ’’Türk inkılap ve ıslahat hareketlerinin tatbikatında güdülen usul” başlığı altında, ‘’devrim” diye de anılan “inkılapların nasıl gerçekleştirildiği açık açık anlatılmaktadır.
Bu bahiste anlatıldığına göre, devrimleri gerçekleştirmek için ilk önce milletin hissiyatı ve efkârı hazırlanılmaya çalışılmış, daha sonra hedefe ulaşmak için kademe kademe ileriye gidilmiştir. Kitapta Atatürk’ün şu sözleri naklediliyor:
“Türkün ata yurduna ve Türkün istiklaline tecavüz edenler kimler olursa olsunlar, onlara bütün milletçe müsallâhan mukabele ve onlarla mücadele eylemek icap ediyordu. Bu mühim kararm bütün icabat ve zaruriyatını ilk günde izhar ve ifade etmek musip olamazdı. Tatbikatı birtakım safhalara ayırmak ve vekayi ve hâdisattan istifade ederek milletin hissiyat ve efkârını hazırlamak ve kademe kademe yürüyerek hedefe vasıl olmağa çalışmak lazım geliyordu. Nitekim öyle olmuştur. Dokuz senelik efkâr ve icraatımız mantıki bir silsile ile mütelaa olunursa ilk günden bugüne kadar takip ettiğimiz umumî istikametin ilk kararın çizdiği hattan ve teveccüh eylediği hedeften asla inhiraf eylememiş olduğu kendiliğinden tebâruz eder.” (Tarih IV.T.T.T. Cemiyeti Tarafından yazılmıştır. İstanbul: 1934 Devlet Matbaası)
Atatürk’ün de belirttiği gibi devrimler önceden planlanmış, ancak tatbikat safhasına koymak için müsait zaman kollanmıştı. Ders kitabında bu husus şu şekilde açıklanıyor:
“Gazinin bu birkaç cümlesi milli mücadelenin zafere varan yürüyüş ve tekâmül safhalarının hazırlanmasında güdülen usulü gösterdiği kadar siyasi içtimai inkılap hareketlerininde nasıl önceden hazırlanmiş bir sıra ve tertip ile yürüdüğünü ve herbiri için ancak en elverişli sayılan zaman gelince tatbik sahasına geçildiğini açıkça gösterir. Türk inkılabının tatbikat şiarlarından biri de dertlerin kökünden sökülmesi ve atılan adımların asla ve hiçbir suretle geri alınmamasıdır.”
Gerçekten de yapılan devrimlere kronolojik sırası içerisinde göz gezdirdiğimizde zamanlamanın ve planlamanın çok ustaca yapılmış olduğunu görürüz. Meselâ, baştan buraya kadar misaller verdiğimiz ders kitapları hemen Cumhuriyet in başlangıcında okutulsaydı durum nasıl olurdu? İstiklal mücadelesinde herkes “Allah” demiş, ”Ya şehid, ya gazi olmak” idealiyle çarpışmıştı. Şehid olan Mehmetçiğin ceplerinden Kur’an-ı Kerim sayfalan çıkmıştı. Oysa ders kitaplarında milletin bu inançları değişik şekilce anlatılıyor, Allah inancına karşı çıkılıyor, cihad şuuru tasvip edilmiyor, Cennet, Cehennem inançları redediliyordu.Savaştan yeni çıkmış olan halk, ders kitaplarındaki bu yazılanları hazmedebilir miydi?
Ayrıca içtimai, kültürel ve dini ilgilendiren devrimler de ancak siyasi iktidara sağlam bir şekilde sahip olunduktan sonra yapılmıştı.Mesela Şapka kanunu, başörtüsüne karşı çıkılması, ezan okutulması gibi kararlar ve davranışlar,Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılsaydı durum nasıl olacaktı?
Başörtüsü Politikası
Yapılan devrimlerle- kültür hayatındaki köklü değişikliklerin önceden hazırlanmış bir plan dahilinde ve kademe kademe yapıldığım gösteren pek çok misal vardır. Biz bu pek çok misalden yalnızca birisini buraya almak istiyoruz. Kadınların tesettürü ve başörtüsü hakkında nasıl bir politika takip edilmişti?
Zaferin kazanıldığı ilk aylarda, başörtüsüne dokunulmadiği ve ilk önce kadınların başının açık olmasının tepkilere yol açacağının göz önünde bulundurulduğu görülmektedir.
Tiyatro sanatçısı Bedia Muvahhit, çeşitli çevre tarafından,”İlk defa sahneye çıkan Müslüman Türk kızı” olarak lanse edilmektedir. İşte bu sanatçı, ilk defa sahneye çıktığında, Atatürk tarafından alnından öpülerek tebrik edildiğini, ancak bundan sonraki oyunlarında sahneye başı açık çıkmamasını söylediğini anlatıyor. Yener Süsoy’un yaptığı sohbette Bedia Muvahhit şunları söylüyor:
“İzmir dumanlar içinde, düşman daha yeni gitmiş.Yerler kül içinde. Bir tek Tayyare sineması var. Yıkık, harap bir halde orada Atatürk’ün emriyle oynayacağız. Elim ayağım titriyor. Arkamdan birisi itti. O zamanın belediye reisi Şükrü Kaya. Kendimi sahnede buldum. Çok acemiyim. Acemi oyuncu sahnede ellerini nereye koyacağını bilemez zaten. Neyse bir gayretle oynadım. Sonunda, Atatürk sahneye geldi. Beni alnımdan öptü. “Kızım tebrik ederim. Benim istediğimi yaptın. Sakın bırakma, devam et’ dedi. “Bundan sonra Manisa, Nazilli filan gezeceksiniz. Yalnız, sahneye başı açık çıkmayacaksın’’ diye devam etti.”
Siz İzmir’de Başörtüsüyle mi Çıkmıştınız?”
“Hayır. Ama Atatürk, “İlk defa Türk kadını sahneye çıkıyor. Başınız açık olmasın’ dedi. ‘Ne yapalım Paşam’ dedim. Bana dönüp, ‘Ne renk elbise giyiyorsan; o renkten bir türban sar başına dedi. ‘Böyle böyle alıştıralım’ dedi.” (Milliyet, 15 Mart 1987)
“Başörtüsünü Çıkartınız”
Atatürk İstiklal Harbi’nin zaferle neticelendiği günlerde tiyatro artistine bu şekilde halkın karşısında başörtüsü kullanmasını tavsiye ederken, sonraki yıllarda, hususan siyasi iktidar bakımından en güçlü olduğu ve mühim devrimleri gerçekleştirdiği yıllarda ise her gittiği yerde hanımlara başörtülerini çıkarmalarını söylemiştir.
Atatürk’ün İstanbul’daki hayatının anlatıldığı kitapta, 17 Ağustos 1928 günü Atatürk’ün Moda Deniz Yarışlarına gittiği, akşam ise Kalamış’ta Belvü Bahçesinde verilen baloya katıldığı anlatıldıktan sonra bu baloda olup bitenler şu şekilde naklediliyor:
“Atatürk coşkun alkışlarla karşılandığı bahçede kendisi için hazırlanan masaya oturmuştur. Atatürk’ü yakından görmek için kendilerini dans yerine atan çiftler neşe içinde dönerlerken başlarını alelade bezlerle örtmüş olan bazı kadınlar Atatürk’ün dikkatini çekmiştir. Atatürk dans etmekte olan İhsan Bey isminde bir doktorun kızını çağırarak şöyle demiştir:
“Hanımefendi, bu başörtüsünü çıkardığınız takdirde güzel olacağınızı tahmin ediyorum, isterseniz bir tecrübe ediniz.
“Genç kız, Atatürk’ün bu hitabı üzerine başındaki örtüyü çıkararak dansa devam etmiştir. Bundan memnun olan Atatürk birkaç dakika sonra aynı genç kızla dans etmiştir.
“Atatürk başörtüsü ile dans eden öteki hanımlara da aynı tavsiyede bulunmuş, örtüleri çıkarttıkları takdirde daha iyi olacaklarım söylemiştir. Bunun üzerine balodaki bütün kadınlar başörtülerini çıkarmışlardır.” (Niyazi Ahmet Banoğlu Atatürk’ün İstanbul’daki Hayatı, c.l, s.218)
Tarih ders kitabında “Din ve Devlet” başlıklı mevzu işlenirken de Atatürk’ün 1921 ve 1924 Anayasalarındaki, “Devletin dini, İslâmdır” maddesine tâ ilk baştan karşı olduğu, zamanın icabı olarak sesini çıkarmadığı, ancak ilk fırsatta değiştirdiği kaydedilmektedir.
Bilindiği gibi 20.1.1921 ’de kabul edilen anayasada, devletin dinî hüviyete sahip olduğu pek çok maddede açıkça belirtilmişti. Öyle ki Büyük Millet Meclisinin vazifelerinden birisinin de “Ahkâm-ı şer’iyenin tenfizi” olduğu belirtilmekteydi, (madde 7)
Bu 1921 Anayasasında 29.10.1923 tarihinde 364 sayılı kanunla bazı değişiklikler yapılmış ve Anayasanın 2. Maddesi yeniden şu şekilde tanzim edilmiştir:
“Türkiye devletinin dini, din-i İslâmdır. Resmi lisanı Türkçe’dir.”
Devletin dininin İslâmiyet olduğunu belirten bu hüküm aynen 1924 Anayasasında da yer almıştır.
İşte Tarih kitabında bu gelişmeler anlatılırken, Atatürk’ün bu maddelere karşı olduğu söylenmektedir. Kitapta “Din ve Devlet” bölümünde şöyle deniliyor:
“Osmanlı İmparatorluğu, din ile devlet işini karıştırma hatasının Türk tarihindeki en son kurbanıdır. Osmanlı saltanatının sayısız hataları içinde her türlü millî inkişaf yollarını sımsıkı kapamış olması itibariyle bu hatayi başta saymak doğru olur.
“Osmanlı Devletinden Türk Cumhuriyetine miras kalan dertlerden izalesi belki en çetin görünen de bu idi. Asırlardan beri yalnız merkezî bir şekil halinde değil, kadıları, şer’i mahkemeleri, müderrisleri ve medreseleriyle köylere kadar bile kök vermiş bir teşkilat halinde bulunan ‘teokrasiyi’ kaldırmak ve modern devlet mefhumunu en pürüzsüz mahiyetiyle tamamlamak için haricî gailelerin büsbütün kalkmasını beklemek, mürteci unsurlarla menfaati bozulacakların milleti zehirlemelerine fırsat ve vesile vermemek lâzım geliyordu.’’
“Gazinin Birinci Büyük Millet Meclisi’nin ilk günlerinde kabul ettiği ve ilk teşkilâtı esasiyemiz sayılması, lazım geldiğini daha evvel söylediğimiz, takririndeki prensipler arasında devletin dini hakkında hiçbir kayıt yoktu. 20 Kanunisani 1921 tarihli Teşkilâtı Esasiye Kanununa yine devletin dini hakkında madde koydurulmamış olmakla beraber mutaasıp ve muhafazakâr zümrenin ısrarı üzerine yedinci madde ‘şeriat hükümlerinin tenfizi Büyük Millet Meclisi’nin vazifelerinden olduğunu’ ifade kelime girmiş, Gazinin mukavemete çalıştığı bu ısrarın derecesi Büyük Nutkun şu cümlelerinden anlaşılır;
“İlk Teşkilâtı Esasiye Kanunu’nu hazırlayan bizzat riyaset ediyorum. Yapmakta olduğumuz kanunla ahkam-ı şer’iye’nin bir münasebeti olmadığını anlatmaya çok çalışıldı. Fakat bu tabirden, kendi zuumlarınca, bambaşka mana murad edenleri ikna mümkün olmadı.” (Nutuk,s:435)
1924 Teşkilâtı Esasiyesinde ise, cumhuriyetin ilanından hoşnut olmayan ve bunda bütün hurafelere ve batıllara karşı yürüyecek kararların pişdarlığı manasını sezen aynı zümrenin daha bir zaman için tatmini ve Teşkilâtı Esasiyede ’Cumhuriyetin’ kolaylıkla tesbiti düşüncesiyle ’Devletin dini, İslâm dinidir’ hükmünü taşıyan ikinci madde kabul edilmiştir.” (s. 199-200)
Ders kitabında, devletin dininin İslâmiyet olduğunun anayasalarda hangi şartlar altında yer aldığı bu şekilde anlatıldıktan sonra, Atatürk’ün bu mevzudaki sözleri nakledilmektedir. Atatürk şöyle diyor:
“Kanun gerek-ikinci ve gerek 26’ıncı maddelerinde, görünen ve yeni Türkiye Devletinin asri karakteriyle kabili telif olmayan tabirler, inkılâp ve Cumhuriyetin o zaman için, görmediği tavizlerdir.
“Millet, Teşkilâtı Esasiye Kanunumuzdan,bu zevaidi, ilk münasip zamandan kaldırmalıdır.” (Nutuk s.436 Tarih IV. s.200)
Ders kitabında bu mevzu şu şekilde noktalanıyor:
“Filhakika yeni Türkiye Devleti bünyesinde manasızlaşan bu zait tabirler çok zaman geçmeden kalktı ve Teşkilâtı Esasiyemiz bugünkü laik ve mütekâmil şeklini aldı.” (s.200)
Türkçe Kur’an ve Ezan
Bu ders kitabında, Atatürk devri icraatlarından en mühimlerinden birinin de Türkçe ezan ve Kur’an okutulması olduğu söyleniyor. Kitapta bu mevzuda şöyle denilmektedir:
”1931-1932 yıllarının Cumhuriyet tarihine ait mühim hadiselerinden biri Türkçe Kur’an ile Türkçe ezanın birdenbire yayılmasıdır. Dinde bu geniş millileşme hareketi Büyük Şefin memlekette yaptığı uzun bir tetkik seyahati sırasında İstanbul’da bulunuşuna ve Ramazan ayma tesadüf eder. İstanbul’un en tanınmış müezzinleri Dolmabahçe Sarayı’nda bizzat- Gazi’den aldıkları irşat ve ilham ite bellibaşlı camilerde Türkçe Kur’an ve Türkçe ezan okudular, Türkçe tekbirler getirdiler. Kadir gecesi Ayasofya’da pek çok müezzinin ve camiden sokaklara kadar taşan binlerce halkın iştirakiyle Türkçe din merasimi yapıldı. Ondan sonra bütün memlekette müezzinler ezanı Türkçe okumayı öğrenmeye ve okumaya başladılar.(s.242)
Hatıraların ışığında
Ders kitabında “mühim hadise” olarak bahsedilen ezanın, kametin ve Kur’an’ın türkçe okutulması mevzuu gerçekten çok mühimdir. Zira bu tatbikatla “devletin dine, müdahalesinin yeni bir şekli ortaya konulmuş olmaktadır.
Bu mühim icraata geçilmeden önce de, diğer devrimlerde olduğu gibi inceden inceye düşünülmüş ve ne yapılması lazım geldiği hususu etraflıca tesbit edilmiş, bilahare tatbikat safhasına konulmuştur.
Bu icraata geçilmeden önce Fuat Köprülü başkanlığında bir komisyon kurulmuştu. Bu komisyonun vazifesi ‘’dinde hangi reformların yapılması gerektiğini tesbit etmek’’di.Bu komisyon geniş bir rapor hazırlamış ve camilere müzik âletleri konulmasını, ibadet dilinin değiştirilmesi teklif etmişti. (Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi,cilt:2, s.(572)
Atatürk bu komisyonun çalışmalarını da gözününde bulundurarak ezan, kamet ve Kur’an’ın Türkçeleşmesi hususu üzerinde ısrarlı bir şekilde durmuş ve bunu nasıl gerçekleştireceğini uzun uzadıya düşünmüştür. Dilerseniz bu mevzuu o günün şahitlerinden dinleyelim. Sadettin Kaynak anlatıyor:
“Atatürk bir gün Dolmabahçe Sarayı’nın büyük Muayede salonunda saz takımını toplamıştı. Kanunî Mustafa, Mısırlı İbrahim, Nobar, Hafız Kemal, Hafız Rıza, Hafız Fahri, hep orada idik. Atatürk, bir imtihan ve tecrübe yapmağa hazırlanmış görünüyordu. Elinde, Cemil Said’in tercümesi Türkçe Kur’an-ı Kerim vardı.
’’Evvelâ Hafız Kemal’e verdi, okuttu. Fakat beğenmedi: ‘Ver bana… Ben okyacağım…’ dedi. Hakikaten okudu, ama halâ gözümün önündedir; askere kumanda eder, emirler verir gibi âhenk ve tavırla okudu. Bunun da farkına vardı. Kur’anı sıra ile dolaştırmağa başladı. Hafızlara birer birer okutuyordu. ” (Niyazi Ahmet Banoğlu, Atatürk’ün İstanbul’daki Hayatı. İstanbul: 1974, c.2, s.351)
Atatürk bu şekilde Türkçe ezan ve Kur an okutmak için uzun uzadıya hazırlık yapmış ve nihayet bütün yurtta Türkçe ezan ve Kur’an okunulması emrini vermişti. Artık bütün camilerde Ezamı Muhammedi Türkçe okunacak, kamet Türkçe getirilecek, Kur’an-ı Kerim de Türkçe mealinden okunacaktı. Yâni o ana kadar, tam ondört asır devam etmiş polan “Şeâir-i İblâmiye” değiştirilecekti. Saadettin Kaynak, Türkçe Kur’an-ı Kerim ile Türkçe hutbe okunmasıyla ilgili hatırasını da şu şekilde naklediyor:
“Türkçe Kur’an’ın, anlattığım bu tecrübesinden sonra, Fatih Camiinde ilk defa Türkçe Kur’an okudum. Bunu müteakip, Türkçe hutbeye sıra gelmişti. Atatürk: ‘Haydi
bakalım.. Türkçe Hutbeyi de Suleymaniye Camiinde mukabele ile oku! Amma, okuyacağını, evvela tertip et, bir göreyim dedi. Yazdım, verdim. Beğendi. Fakat!
“Paşam, bende hitabet kabiliyeti yok. Bu başka iş, hafızlığa benzemez…” dedim. Zararı yok… Bir tecrübe edelim.. buyurdu. Bunun üzerine, tekrar sordum: ‘Hutbeye çıkarken sarık saracak mıyım?’
’’Hayır, sangı bırak… Benim gibi, baş açık ve fraklı!…” Ne diyeyim, inkılâp yapılıyor, peki!’ dedim.
”0 gün, hıncahınç dolan Süleymaniye Camiinde cemaat arasına karışmış yüzelli de sivil polis vardı. Bu tedbirin isabetli olduğu çok geçmeden anlaşıldı. Ben Türkçe hutbeyi okur okumaz, kalabalık arasından, bilâhare Arap olduğu anlaşılan biri, sesini yükselterek: ‘Bu namaz olmadı!. diye bağırdı.
“Fakat çok şükür, itiraz eden yalnız bu Araptı. Onu da, derhal karakola götürdüler..’ (a.g.e., s.352)
Bu ders kitabında Türkçe ezan ve Kur an ın birden bire yayıldığı’ ve ’her yerde okunduğu’ söylenmektedir. Anlatıştaki üsluba bakılacak olursa bunun her tarafta bir anda benimsenildiğinin ima edilmek istenildiği anlaşılır.Ama ne var ki, bu icraatın tatbik sahasına konuluşu hiç de kolay bir şekilde olmamıştır.
İmam ve müezzinler yurdun dört bir tarafında Ezan-ı Muhammedi’yi Kur an-ı Kerim i aslı şekilde okumakta ısrar etmişler, ancak bunlar, yukarıda anlattığı gibi muhtelif baskıya maruz kalmış,bazıları vazifeden atılırken, bazıları da hapsedilmiştir.İmam ve müezzinlerin yanı sıra halktan da bu icraata karşı çıkanlar, tıpkı diğer devrimlere karşı çıkanlara yapıldığı gibi anında
cezalandırılmışlardır. Böylece bu tatbikat 1950’de Demokrat Partinin iktidarı devralmasına kadar devam etmiştir.
Baştan buraya kadar bahsetmiş olduğumuz bu ders kitapları 1930’lu yılların eğitiminin karakterini açık seçik ortaya koymaktadır. Biz ders kitapları üzerinde yaptığımız bu araştırmamız esnasında, kitapların 1931 ve 1932 yıllarında yapılmış baskılarını da gözden geçirdik. Herhangi bir değişiklik yoktu.
Ders ktapları 1930’da yazılmaya başlanmıştı ve 1931 – 1932 ders yılından itibaren okutulmuştu.
1930’lu yılların siyasî iktidarının bu ders kitaplarının muhtevasını bütünüyle benimsediği kesindir. Bu durum her vesileyle ortaya konulmuştur. Meselâ Birinci Türk Tarih Kongresi’nde bu ders kitaplarının muhtevası takdirle yâdedilmiş, bunlara ilaveten yeni mülâhazalar da kitapların müteakip baskısında yer almıştır. “1930’lu yılların Eğitimi” nin karakterini daha iyi anlayabilmek için bu kongreye yakından bakmak gerekir.
2 Temmuz 11 Temmuz 1932 tarihleri arasında Ankara’da yapılan bu kongreyi Atatürk de baştan sona takip etmiş, zaman zaman sunulan tebliğler hakkında görüşlerini açıklamıştır. Bu kongrenin zabıtları bilahare yayınlanmıştır. İşte biz bu kitapta yer almış dokümanları ele alarak kongrede nefer söylendiğine bakacağız.
Yaratıcıyı inkâr
Afet Inan’ın kongreye sunduğu tebliğ, “Tarih I” ders kitabının muhtevasının yeniden anlatılması ve müdafa edilmesi şeklindedir. Yani Afet İnan da, ders kitaplarında
Olduğu gibi Cenab-ı Hakkın varlığını ve birliğini, yaratıcılığını ve diğer sıfatlarını inkâr etmektedir. Prof. İnan, hayatın yaratıcısının Cenab-ı Hak değil, tamamen fizik hadiseleri neticesi olduğunu iddia ederek şöyle diyor:
Hayatın yer yüzünde belirlediği zamana gelince onu tayin etmek mümkün değildir. Ancak, bugünkü ilim gayesinde hayatın tamamen fizik ve şimik hadiselerin neticesi olduğunu düşünmek hususunda, kendimizi selahiyatdâr görebiliriz.” (Birinci Türk Tarih Kongresi Konferanslar Müzakere Zabıtları, Maarif Vekaleti, s. 19)
İnan, bundan sonra, ders kitabında yer almış olan “insanın yaratılışı” bahsini aynen tekrarlamakta, bu hususta uzun uzadıya konuşmakta, daha sonra sözü insanların yapıcı, kafatası ve rengine göre ırkî durumuna getirmekte ve Türk ırkının karakteri için şöyle demektedir:
“Bu Ortaasya ırkının umumî olarak açık vasfı Brakisefal olmasıdır; cismanî teşekkülü, her türlü uydurma efsanelere rağmen, mütenasiptir; teninin de, sarı renkle münasebeti yoktur, esas ve umumî olarak beyaz tenlidir.” (s.31)
Kafatası merakı
Bir ırkın tesbiti ve insanların aynı ırktan olup olmadıklarının anlaşılması için kafataslarının ölçülmesi ve diğer bazı zahirî görünüşlerine dikkat edilmesi hususu ders kitaplarında olduğu gibi bu kongrede geniş şekilde ele alınmış ve bu mevzu üzerinde saatlerce konuşulmuştur. Meselâ T.T.T. Cemiyet Umumî Kâtibi Dr. Reşit Galip kongrede yaptığı, “Türk Irk ve Medeniyet Tarihine Umumî Bir Bakış” başlığını taşıyan hususiyetlerini uzun uzun anlatmış, pek çok rakamlar vererek, kafatası yapısından ırkları tesbit etmenin mümkün olduğunu ispatlamaya çalışmıştır. Dr. Galip düşüncesini ispatlamak için yabancı ilim adamlarından da birçok misaller vermiştir.
Dr. Reşit Galip’in yabancı ilim adamlarından Dr. Legendre’den naklettiği şu sözler kongrede uzun müddet alkışlanmıştır.
“Uzun boylu, uzun, beyaz şimali, düz veya kemerli ince burunlu, muntazam dudaklı, çok kere mavi gözlü ve göz kapakları çekik olarak değil, ufkî açılan “Türk”, beyaz ırkın en güzel örneklerinden biridir.” (s. 159)
Dr. Galip bu fiziki hususiyetleri, İskitler, Etiler gibi kav imlerin Türk olduğunu ispatlamak için de kullanmakta ve şöyle demektedir:
“Şimdi, sona bıraktığımız Etifere, Öz Yurdumuzun Anadolu’nun medenî simasını yükselten, ilk büyük medeniyetini ve ilk büyük imparatorluğunu kuran haşmetli atalarımıza ve onları takiben Garbî Anadolu merkezlerinde Devletler kuranlarımıza geliyorum. Şimdiye kadar yapılmış olan İlmî araştırmalar Etilerin Türk ırkına ait müşterek antropolojik vasıflar taşıdıklarını meydana çıkarmıştır. (s.131)
“Anadolu Eti medeniyeti keşfedilir edilmez, hakikî ilim adamları, bunun Ortaasyadan gelme, Turanlı bir medeniyet getiren Etilerin Turanlı bir millet olduğunu ifadede hiç tereddüt göstermediler. Fakat Türklüğün dostu olmakla tavsif Edilmeyecek cereyan yine kaşlarının bütün çatıklığı ve hokkasının bütün zehiri ile sahifelere döküldü.” (s, 155)
Bu şekilde kafatası ve diğer fizikî hususiyetlerle bir ırkı ve ırkın hususiyetlerini (üstün vasıflara sahip olup olmadığını) tayin etme görüşü muhtelif konuşmacılar tarafından dile getirilmiş olmasına rağmen, en uzun konuşmayı Doktor Şevket Aziz yapmış ve “Türklerin Antropolojisi” başlıklı konuşmasında çok geniş açıklamalarda bulunarak Türklerin “üstün ırk” olduğunu ifade etmiştir.
Dr. Şevket Aziz konuşmasının son kısmında Atatürk’e dönerek şöyle demiştir:
“Şimdi, kahraman irade ve büyük adam; sana hitap ediyorum:
“Bu mütekâmil uzviyet tipi asırlarca mühmel bir hâlde bırakılmıştı. Sen bu uzviyet ve ırk tipini yaşamak iradesiyle yakınacağı bir denize, manevi bir denize götürecek muazzam yolları hazırladın ve hapsedilmiş tahteşşuur arzu ve ihtiyaçlarına belki hâlâ muazzam ehemmiyet ve vüs’atini idrakten aciz olduğumuz kanallar açtın.
“Kahraman, asil ve büyük irade, büyük adam:
“Seni Türk ilmi, Türk mütefekkiri namına şuurla ve samimiyetle selâmlıyorum.” (s.278)
Bütün medeniyetlerin anası
Bu kongrede yapılan konuşmalardan bütününe göz gezdirildiğinde, yapılan konuşmaların anafikirlerinin birinin de, “Türklerin dünyadaki bütün mükemmel medeniyeti kurmuş olan ırk” iddiasının olduğu göze çarpar.Konuşmacılar bu iddiayı ispatlamak için çok geniş izahatlarda bulunmuşlardır. Bu fikir olduğu gibi ders kitaplarına da yansımıştır.
T.T.T. Cemiyeti Azası Hasan Cemil,yaptığı konuşmasında Ege medeniyetini kuranların Türkler olduğunu söylemekte ve şöyle demektedir:
“İyon medeniyeti dediğim zaman da, maksadımız Ege medeniyeti temasında yeniden yükselmiş olan medeniyet olduğuna intikal buyurduğunuza şüphe yoktur.
“Muhasebemin esas noktaları, bu eski medeniyetlerin, bütün büyüklüklerine ve şaşaalarına rağmen, tohumlarının asıl medeniyet ocağından getirilmiş ve buralarda neşvünemalandırılmış öldüğünü izaha çalışmaktır.
“Yoksa, klasik Grek medeniyetini kıymetten düşürmek ve onun kurucularına olan hürmeti küçültmek asla varidi hatır olamaz.
“Bahusus o kurucular ki bizim öz atalarımızdan başkaları değildir.
“O atalara mensubiyetlerini ifade ve bununla iftihar edenlerin dahi bizim yakın akrabalarımız olduğundan şüphe yoktur.
“Yeter ki ilk müşterek ana ocağını ve oradan cihanın her tarafına olduğu gibi, Ege havzasına da ilk medeniyet tohumları getiren ilk müşterek ataları şuurla tanıyalım.” (s.200-201)
Hasan Cemil konuşmasının devamında ise şöyle diyor: “Bu saydığımız eski medeniyetler ki (Ege medeniyeti, Eti Medeniyeti, İskit Medeniyeti, Sümer medeniyeti, Mısır Medeniyeti) bugünkü medeniyetin güneşleri olmuşlardır. Biz bu güneşleri tutuşturan adamların çocuklarıyız. (Alkışlar). Onun için, biz Ege medeniyetini mahdut bir coğrafya ve sistem çerçevesi içinde mütalaa edemeyiz.
“Yoksa, Grek kabilesinin Yunanlılar dediğimiz İyonların ahut İyelerin atalarımız Türkler olduğunu bundan evvelki Sözlerim arasında sarih olarak işaret etmiştim.” (s.202)
Aynı konuşmanın devamında ise şöyle deniliyor:
Bir noktayı sarih olarak tekrar etmek yerinde olur şanının: Dünyada medeniyet merkezi kuranların tek menşeden yıktıklarında profesör Walter Götz’le beraberiz dediğim zaman söylemek istediğim şudur:
Bu medeniyet kurucuları Türklerdir, (alkışlar) ve Türkler bittabi ana yurtları olan bir beşikten, Ortaasya yaylasından yıkmışlardır.
“Nitekim, Ege medeniyetini kuranların dahi, o beşikten yıkan eski atalarımız olduğunu bilmünasebe söylemiştim.” (s.209)
Ege’de yaşayanların, Mısır’da medeniyet kuranların, Hititler’in, Sümer’lerin atalarının Türk olduğu tezi kongrede çok ciddi bir şekilde ele alınmış ve birçok konuşmacı bu mevzu üzerinde ısrarla durmuştur. Bu mevzuda Darülfünun Akvamı Kadimei Şarkiye Müderrisi Avam Galanti’nin yaptığı konuşmaya birçok konuşmacı “şerh” düşmüş ve mevzuu tamamlayıcı konuşmalar yapmışlardır.
Kongrede Budapeşte Şehir Kütüphanesi Şark Eserleri Müdürü Zayti Frenç ise yaptığı konuşmada şöyle demektedir.
“Mensubiyetiyle müftehir olduğumuz Macaîlar da Altay garbından göçen Vusun Türklerindendir.
“Bu itibarla bütün manasiyle hepimiz Türk camiasındanız. (Sürekli alkışlar).) (s.368)
Prof. Yusuf Ziya da yaptığı konuşmasında Mısır medeniyetini kuranların ve orada oturanların menşeinin Türk olduğun ispatlamak için ’’Mısır din ve ilâhlarının Türklükle alâkası” başlığını taşıyan bir konuşma yapmıştır.
Eski Mısır’daki inanışlarla, Türklerin eski inançları arasındaki benzerliğe dikkat çeken Yusuf Ziya şöyle demektedir:
“Şüphesiz malûmunuzdur ki eski Türk itikadiyatı tabiat perestliktir (Naturisme). Bununla tabiatın bütün kuvvetlerine taabbüt eder ve herbirinde İlâhi bir kudret görürler. Bu ulûhiyetlerin başında cihanı heybet ve haşmetiyle saran ve hışım ve gazabından yıldırımlar saçan gök ile sinesinde bütün mahlukatı besleyen, büyüten arz ve kâinatı nuru ile tenvir eden, ona hayat ve hareket veren Güneş ve onun eşi olan Ay vardır. Bundan başka Türkler tabiatın velût ve feyyaz olan, doğuran doğurtan, büyüten besleyen ve yetiştiren her kuvvetine, denizlere, sulara, ağaçlara birer ulûhiyet vasfı verirler ve onlara taabbüt ederlerdi. Bu dinin ne bir vâsfı ne de bir ismi vardır. Bugün Şamanlık denilen ve Türkçesi Kamanlık olan sahrî sistem bu dinin yalnız ikinci derecede bir safhasıdır. Kamanlar gûya gökten ilham alan ve ilham ile nâsı ikaz eden kâhinlerdir. Din hakikatte tabiatperestlik ve tabiatın başında bulunan göke ve nura taahhüttür. Zaten Kamın manayı hakikisi de göktür.” (s.246)
Yusuf Ziya bundan sonra Mısır’daki eski tarihlerdeki Brançlarla Türklerin İslâmiyetten önceki inanç yapısını uzun uzadıya mukayese ederek benzerlikleri dikkat çekiyor. Yusuf Ziya’nın dikkat çektiği bir husus da “kurt” motifinin Mısırlarda da yer alışıdır. Yusuf Ziya şöyle diyor:
“En şâyanı dikkat ilâhların birisi de yine harp ilâhı addedilen ve bir kurt şeklinde tersim olunan Upuatu ilahıdır İki Lykopolis’te, Teb’de ve Abidosta taabbüt olunurdu. Hatta i kurt ilâhın merkezi olmak itibarileridir ki Syura şehrine Yunanlılar Lykopolis yani kurt şehri demişlerdir.
“Kurtun Türk lejanlarındaki mevkii mühimmi malûmdur.
Kayan ile Noüzün dişi bir kurt tarafından beslenmiş olması hikayesi ve Gök Türk saltanatının bayrağında bir kurt başı bulunması kurtun pek kadim zamandan beri Türkler indinde püf) ilâhı addedildiğini gösterir. Türklerin harpte kahramanca savletlerine teşbih edilmiş ve Türk kanında kurt kanı olduğunu işaret için kav anla noküzün bir dişi kurt tarafından beslenildiği lejandı uydurulmuştur. Bu savleti ima için de bayraklarına bir kurt kafası konulmuştur.” (s.259)
Bu “kurt” motifi 1912’den sonra birdenbire ön plana çıkmıştır. Türk Ocağı’nda ve diğer muhtelif kuruluşlarda bu motif kullanılmıştır. Hatta şimdi yeniden açılan “Türk Ocağı” derneği bile amblem olark “Kurt başı” nı almış bulunmaktadır.
İşte Yusuf Ziya da bu motifin eski Türkler yanındaki ehemmiyetine bu şekilde işaret ettikten sonra şöyle diyor:
“İşte aynı zihniyete ve aynı lejanda Mısır’da dahi tesadüf etmekteyiz. Ve harp ilahı olan kurdu burada da bulmaktayız. Lâkin bu ilahın ismi mukabili haldir. Upuatu, ‘yolaçan’ tarzında tercüme olunmaktadır. Bu tercüme hiçbir şey ifade etmez ve her halde yanlış bir tercümedir. İlahın ismi manası anlaşılmamıştır.” (s.259)
Kongrede, Türklerin dünyadaki bütün belli başlı medeniyetlerin kurucuları olduğu geniş geniş anlatıldıktan sonra, Türk dilinin de bütün dillerin anası olduğu söylenmiştir. Yusuf Ziya şöyle diyor:
“Temas ettiği her şeye hayat ve ruh ifoze eden Ulu Gazi yüzlerce asırların ihmal ettiği bu noktaya da sihirli asanın ucuyla dokundu. Mademki bu temas vaki olmuştur ve mademki derinlikleri ölçülmek mümkün olmayan dehasının şuleleri bu meseleye in’ikâs etmiştir, artık emin olmalıyız ki bu canlı mesai bu nurlu yol üzerinde yürüyecek ve Gazinin asrı bu eseri muazzamın teessüf ettiğini behemehal görecektir. Türklerin tarihi ve kablet tarihî devirlerde ifa ettiği temdin ve Türkçenin bütün lisanları üzerindeki analık rolü behemehal teslim olunacaktır. (Sürekli alkışlar)” (s.259- 260)
Yusuf Ziya’nın söylediği, “Türkçe’nin bütün dillerin anası olduğu” fikri o kongre salonlarında kalmamış, bilahare devlet kademesinde ciddi şekilde ele alınmış ve “Güneş-Dil Teorisi” diye bir teori ortaya konulmuştur. Bu teoriye göre, bütün dillerin menşei Türkçedir ve bütün diller bu dilden kaynaklanmıştır. Bu teori uzun yıllar “resmî görüş” olarak benimsenmiş ve lisan üzerine yürütülen çalışmalar bu teori çerçevesinde yapılmıştır.
T.T.T. Cemiyeti Azası ve Sivas Milletvekili Şemsettin’in Kongrede sunduğu “İslâm Medeniyetinde Türklerin Mevkii1′ başlıklı tebliğ, İslâmî inançla kıyasıya bir muharebe hüviyetindedir. Sivas Milletvekili Şemsettin, o tarihe kadar bütün İslâm âleminin ve bütün Müslümanların kabul ettiği, Kur’an ve hadiste belirtilen itikâdî hükümleri dahi reddediyor ve bazı şahısları mesnet yaparak yeni bir görüş ortaya koyuyordu. Bu tebliğin ehemmiyeti şuradan kaynaklanmaktaydı; kongrede okunan bu tebliğ, büyük ekseriyetle o tarihte okutulan ders kitabında yer almış olan mevzuları ihtiva etmekteydi. Tebliğde ilk defa ortaya konulan görüşler de ders kitaplarının müteakip baskılarında yer alacaktı.
Şemsettin, aslen bir Türk olan Amr İbni Ubeyd’in, İslâmî hükümleri aklen izah ettiğini belirterek şöyle diyor:
“Müslümanlar, o vakte kadar Kur’an ve hadislerde Allah’a atfedilen sıfatlar; olduğu gibi kabul ederek Allaha el, ayak İsnat etmek gibi garabetlerde bulunuyor, Allahı insan şeklinde tasavvur eden geri ve iptidaî telakkileri esas imandan sayıyorlardı.
“Diğer taraftan bu Allah‘ın her şeye müdahale ettiği, gerek tabiatın, gerek insanın onun her an değişen keyfi idaresinin bazicesi olduğu iddia olunuyordu. Emevi halifeleri tarafından da iltizam edilen bu akideye göre, insan her türlü iradeden mahrum bir kukla, kâinatta Allah’ın mutlak ve keyfî iradelerine münkat bir mahşerî hercü merç olmak icap ediyordu.
”Bir taraftan Allah İnsanî bir şekil ve ihtiras veren, diğer taraftan fertleri irade ve ihtiyarsız bir oyuncak mahiyetine indirerek ahlakî mes’uliyetin temelini yıkan bu iptidaî telakkileri, Türkün uzun bir mazii irfana varis, müspet düşünmeğe alışkın olan dimağı, tabiatiyle kabul edememişti.” (s.293-294) .
Ahireti inkâr
Liselerde okutulan tarih kitabını yazan heyetin içerisinde yer almış olan Şemsettin bu şekilde Cenab-ı Hakkın isim ve sıfatlarını inkâr ettikten ve Kur’an hükümlerini reddettikten sonra o zamana kadar bütün Müslümanların inandığı ve iman ettiği esasları da şu şekilde reddediyor;
“Tabiatı, keyfî iradelerin bir mahşeri hercü merci değil,hiçbir suretle değişmeyen ezelî kanunlara tabi ahenkli bir heyeti tanıyan, yarattığı harikalara tarihin cereyanını bile değiştirebildiğini bilen ve gören Türk dimağı,Kuran ayetlerini, hadis an’anelerini onlar gibi (Müslümanlar gibi)anlamıyor, ölüm neticesinde tahailül etmesi tabiî olan cesetlerin kabirde azap görecekleri, kıyamette’ aynen haşrolunacaklar, cennet cehennem gibi mükafat ve mücazat yerleri olduğu yolundaki rivayetleri tabiatiyle cismanî bir mahiyette kabul etmiyorlardı.” (s.294)
Tevil yolu
Şemsettin, Amr İbni Ubeyd’in (Bab’oğlu) ve onun gibi düşünenlerin görüşlerini geniş şekilde naklederek onları her vesileyle takdirle yâdetmekte ve şöyle demektedir:
”Baboğlu ve arkadaşları tarafından kurulan itikadî mezhep aklî esaslara müstenit kuvvetli, ahenkli bir sistemdi. Sistemin temeli, hak ve hakikate vâsıl olabilmek için, akıl kâfildir, tabiri diğerle marifette esas, nazar ve istidlâldir, düsturu idi. Bu düsturun ifade ettiği veçhile akliyeciler bütün müspet ilimlerde olduğu gibi dinî ve itikadî sahada da hak ve hakikate peygamberin tebligat ve ihbaratiyle değil, İlmî usullere tevfikan vuku bulacak nazar ve istidlâl ile erişebileceğini iddia ediyorlar, Peygamberin ihbarat ve tebligatını kat’iyeti değil zannı ifade edebilen sem’î deliller sayıyorlardı.
”Bu esasa göre, Peygamberin verdiği haberler, eğer nazar ve istidlâl tarikiyle varılan neticelere tevafuk ederlerse aynen kabul ediyor, etmezlerse aklî muhakeme ile varılan neticelere göre tevil yoluna gidiyorlardı.
”Yine bu esasa istinaden eşya ve ef’aldekı hüsnü kuphu tayin hususunda şeriat değil aklı miyar tutuyorlardı. Akliyeciler, eşya ve ef’ale verilen güzellik, çirkinlik, iyilik ve fenalık gibi vasıfların nefselemirde onlarda mevcut kıymet hükümleri olduklarını kabul ettiklerinden bunları tayin ve temyiz için akıl ve örfün kafi olacağı neticesine varıyorlardı. Binaenaleyh, onlarca Peygamberin vahyi İlahî ile filân şevin veya filan hareketin güzel, filan şeyin veya filan hareketin fena olduğunu tesbit etmesine lüzum yoktu.” (s.294)
“Kur’an Peygamber Kelâmı”
Sivas Milletvekili Şemsettin bu gibi İslâm itikatına aykırı görüşler ileri sürmüş olan “Akliyecilere methiyeler düzdükten sonra, Cenab-ı Hakkın sıfatlarına dil uzatıp, Kur’an-ı Kerim’in Allah kelamı değil Peygamber kelâmı olduğunu söylüyor:
“Allah, mücerret ve tek bir varlıktır. Ona birtakım sıfatlar isnadı, onun dünya ve ahirette görülebileceği iddiası, mabuda İnsanî bir mahiyet atfeden devirlerin peszinde bir hatırasıdır.
“İnsan, her türlü irade ve ihtiyardan mahrum bir kukla değil, kendi ef’al ve harekâtında müstakil bir varlıktır. Ef’al ve harekâtının haliki bizzat kendisidir.
“Kur’an mahsulü ilhamdır. Bineaneleyh Allahın değil Peygamberin kelâmıdır. Binnetice kadîm değil hadistir. (Sonradan meydana gelme)” (s.295)
Mucizeleri inkâr
T.T.T. Cemiyeti Azası olan Şemsettin’in takdirle bahsettiği bu görüşler aynen ders kitaplarında da,yer almıştır. Bunlardan bir kısmına daha önce temas etmiştik.Şemsettin Peygamberlere verilen mucizeler, Peygamberlerin sıfatları ve keramet için de şunları söylemektedir:
“Peygamberlere, velilere isnat edilen mucizeler, kerametler, tabiat kanunlarına muhalif olduklan için, esassız rivayetlerdir. Bunun gibi velilerin, Peygamberlerin insanlara şefaat edecekleri rivayetleri de vahi birer hurafedir.” (s.296)
“Peygamberler, kuvvei kudsiye erbabı arasında kuvvei hayaliyeleri geniş olan insanlardır. Vahy ve ilham, kuvvei hayaliyenin mahsulü olan umuru mütehayyeledir.
“Kuvvei hayaliyenin galebesi neticesindedir ki, Peygamber nefsinde mürtesem olan ma’kule mahsus libası giydirir. Onun hissi müşterekte tıpkı mahsusatın irtisamı gibi nakşeder. Bu halde, iken, âdeta tahayyül ettiği bu şeylere delalet eden bir takım sesler, sözler, işitir. Hattâ bazen insan veya başka bir surette bir ruhi ve mütekellim de görür.
“Peygamberler, halkı istedikleri yola götürebilmek için, onlara hakikati değil, ruhlarını okşayacak ve teshir edecek umuru mütehayyeleyi telkin ederler. Allaha, ahrete, haşre,meleklere, cennet ve cehenneme dair olan bu şeyler, hakiki ve nefselemre muvafık değillerdir.
“Fakat,, maslahatı âmme, insanlara tahayyül ve tevehhüm ettikleri şeylerle hitap etmeği icap ettirmekte olduğundan Pevganıberler, maslahatı âmme namına, halka mütehayyel şeyleri söylemekten çekinmemişlerdir.” (s.301)
Bu görüşlere samimiyetle katıldığını ortaya koyan Sivas milletvekili Şemsettin konuşmasının sonlarına doğru, bu şekilde görüşler ileri sürmüş olanların Avrupa’ya da tesir fitmiş olduğunu söyledikten sonra konuşmasını şu şekilde bitirmektedir:
Bu velût ve mütekâmil dimağlara varis olan bir millet çocuklarının harikalar yaratmağa namzet olduklarına hiç şüphe edilir mi? Elverir ki kafaları irfan ve kültür kaynağı olan atalarımız gibi; İlmî metodlara tevfikan, sarsılmaz bir imanla, irfan dünyasını fethe azmetmiş olalım.
“Dün, ümitsiz ve perişan Türke, Toplan, yürü, zafer istiklâl şenindir’ diyen lâtûhî ses, bugün de bize ve yarınki nesle ‘Mazini hatırla! Beşeriyete nurlar saçan medeniyeti yaratanlar senin atalarındır. Yürü, senin olan irfan iklimlerini tekrar zaptet!’ emrini veriyor. (Şiddetli alkışlar).” (s.306)
Birinci Türk Tarih Kongresinde şiddetli alkışlarla kabul görmüs olan bu görüşler 1930’lu yılların ders kitabında yer almıştı.
Geri kalış sebepleri
1930’lu yıllarda resmî çevre tarafından ortaya konulmuş olan görüşlerden birisi de; “Din bizi geri bıraktı” sözüydü. Bu görüşün ispatı ders kitaplarında yapılmaya çalışıldığı gibi muhtelif konuşmalarda da dile getirilmişti. T.T.T, Cemiyeti Azası olan ve Riyaseti Cumhur Kâtibi Umumisi (Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri) Yusuf Hikmet de Tarih Kongresinde yaptığı çok uzun konuşmasında işte bu görüşten hareketle pek çok iddialar ortaya atmıştır.
İslâmi yetin çığ gibi büyümesinin sebeplerinin tamamen, maddî olduğunu söyleyen Yusuf Hikmet Müslümanların Kur’an ve sünnete sımsıkı sarılmalarının sebebinde ellerindeki bu maddi imkânları kaybetme korkusundan ileri geldiğini söylüyor, (s.498)
Yusuf Hikmet şöyle diyor:
“Kurulan muazzam imparatorluğun, ve ele geçen sonsuz nimetlerin ancak ve ancak Kur an ve sünnetten zerre kadar ayrılmamanın mükâfatı olduğu hissini halkta, ve birçok münevverlerde kökleştirmiştir.” (s.498)
Kur’an’ı inkâr
Yusuf Hikmet Abbasiler zamanında siyasi ve İdarî işleri Kur’an’a dayanarak halletmenin mümkün olmadığını söyleyen âlimlerin ortaya çıktığını Türklerin de bu düşünceleri desteklediğini iddia ediyor. Cumhurbaşkanının Genel Sekreteri şöyle demektedir:
“Büyük ve müterakki ve umumî şeraiti Peygamber zamanın-daki şeraitten çok farklı olan bir devlette, siyaset ve idareyi yalnız Kur’an ve sünnete, istinat ettirmek mümkün müdür, yoksa, kısmen olsun onların haricindeki inkişaf yolları aramalı mıdır?
“Bu yoldaki nazarî münakaşanın en ziyade göze çarpan kısmı Kur’an’ın yaradılmış olup olmadığı ve Allahın insanların hareketlerine müdahalesinin derecesi gibi meselelerdi. Fakat, bu hususlarda verilecek hüküm bütün İslâm âleminin istikbali üzerindeki müessir olacaktı.
“Kur’an’ın yaradılmış olduğunu ve Allahın dünya işleriyle meşgul olmadığını iddia eden âlimlere Metezile, dehriyun vesaire denilmekte idi ve bunlar bu esaslara dayanarak siyasî, İdarî ve hukukî meseleleri, daima Kuran ve sünnete istinaden * halletmenin mümkün ve zaruri olmadığını iddia ediyorlardı. Bunlar, bilhassa müterakki ve sonra Müslüman olmuş yerler ahalisinden kuvvet alıyorlardı. Dikkate şayandır ki, İslâm âlemine yeni nüfuz etmeye başlayan Türkler bu hiziplere ekseriyet itibariyle taraftar olmuşlardı.” (s.499)
Burada da görüldüğü gibi, Yusuf Hikmet ve o devirdeki kitaplarda hâkim olan görüş Türklerin Müslüman oluşunu bir türlü hazmedemez mâhiyettedir. Ders kitaplarında Türklerin zorla, mecbur kaldıkları için Müslüman oldukları söylenmekte, Ehl-i Sünnete uymayan her görüşe Türklerin sahip çıktığı iddia olunmaktadır. Oysa gerçek tam tersidir. Türkler, tâ ilk baştanberi Ehl-i Sünnet itikadına samimi olarak inanıp onlı muhafaza için büyük gayret göstermiş olan bir millet olarak tanınmaktadır ve vakıâ da budur.
Geri kalış sebeplerini anlatmaya devam eden Yusuf Hikmet, geri kalmanın belli başlı sebebinin, “Kur’an’a ve sünnete bütünüyle uymak ve Kur’an ve sünnet dışına çıkmakta titizlik göstermek inancı” olduğunu iddia ediyor. Yusuf Hikmet şunları söylüyor:
“Kuran ve malüm sünnetten, kıyamete kadar yeni yeni vaziyet ve ihtiyaçlar için, yeni yeni hükümler çıkarabilmenin imkansızlığı meydandadır, ve dolayısıyla İslâm cemaatının tahaccüre doğru gitmesi zaruri olmuştur.” (s.501)
İlerleme sebebi
İktidarı zorla ele geçiren Jakoben kadronun bu şekilde sık sık işlediği “Din bizi geri bıraktı” sözü temelden sakattı. Aslında Müslümanlar ne zaman dine sarılmışlarsa ilerlemiş, ne zaman dinden ellerini gevşetmişlerse gerilemişlerdi. Tarih buna şahitti. Türklerin tarihi için de durum aynıydı.
Bediüzzaman o yıllarda “Türkçülük” maskesiyle Türkleri İslamiyetten koparma cereyanına şiddetle karşı çıkarak şöyle demekteydi:
“Ey Türk Kardeş! Bilhassa sen dikkat et! Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş [kaynaşmış], [yoğrulmuş], ondan kabil-i tefrik değil [Ondan ayırmak imkânsız]. Tefrik etsen [ayırsan], mahvsın! Bütün senin mâzideki mefâhirin, İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir; zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefâhiri kalbinden silme!..” (Mektubat, s.332)
Türkler Niçin İslâmî Tercih Etti?
Cumhurbaşkanının Genel Sekreteri İslâmî hükümlerin geri kalış sebeplerinden olduğu iddiasında bulunduktan hayli uzun zaman alan konuşmasını yaptıktan sonra, “Türklerin niçin bu şekilde geri kalmaya yol açan hükümler bulunan dini tercih ettiği?” sorusunu soruyor ve bu soruya yine kendisi cevap vererek şöyle diyor:
“Türk milletinin IX ve X uncu asırlardan itibaren, gittikçe mütezayit bir surette, dahil olmaya başladığı harsın, ana hatları bunlardı.
“Burada varit olabilecek bir sual vardır, niçin Türkler ecnebi bir hars kabul etmişlerdir? Ve bunu yapınca niçin İslâm harsını tercih etmişlerdir?
“Bu sualin cevabı, bizi sadet harici çok uzaklara götürür. Mamafih, kısaca şu fikirler dermiyan edilebilir.
“Dinî ve içtimai spekülasyonlar, kolay surette ve az zahmetle geçinilmesi mümkün ve aynı zamanda iklimin fazla bunaltıcı olmayan yerlerde, yani insanlara, mübrem ihtiyaçlarından gayri şeyleri düşünmek için, bol vakit bırakan sahalarda inkişaf ederler. Tecrübe, bunu göstermektedir. Buda, İsa ve Muhammed’in yetişmiş oldukları muhit, buna bir misaldir. O devirlerdeki Türk elleri ise, bu tarzdaki spekülâtif fikirlerin doğup büyümesine en az müsait olan muhit idi.
“Akdeniz havzasında ve civarlarında yaşayan insanlar, Roma tarafından siyaseten birleştikleri zamanlarda, hars ve fikirce yüksek, fakat, birçok sebepler dolayısiyle âciz idiler.
Ve bu yüzden her türlü tasavvurun fevkinde eziliyorlardı. Bu hal, dünya hayatının asıl hayat olmayıp, uhrevi hayatın zarurî olduğu ve Roma İmparatorluğu’nun en büyük resmî mabudu olan ve bu dünyada kadiri mutlak görünen imparatorun mukabili olarak, öbür dünyada, keza kadiri mutlak bir Allah bulunduğu fikrinin yayılıp kökleşmesine; en büyük amil olmuş olmalıdır. Bu fikirler, bir sürü istihaleler geçirerek, Hıristiyanlığı doğurmuşlardır. İslâmiyet, bunların mantıkileştir ilmiş, her iki dünyaya, yani hem ahiret, hem yer yüzüne müsavi surette tatbik edilmiş, ve bu dünyaya ait kısımları son derece zaptu rapt altına alınmış ve başlangıçta müstesna bir talie mazhar olmuş bir şekli addolunabilir.
“Bu tarzdaki fikirlerin ve İslâmiyetin itikada ait kısımlarındaki sadelik ve büyüklüğün, pek çetin hayat şartlan içinde yaşayan milletlere gayet cazip görünmüş olması tabiîdir. Bu husus ki, İslâmiyet gibi birçok eski an’aneleri yıkan bir usul, ya ta baştan ezilmeye, veya tutunabilmek için saliklerine eski hallerine nispeten çok fazla nimetler teminine mecbur idi ve yaşayabilmesi onunla kaimdi. Bu nimetler, iki büyük imparatorluğun mirası ve a t çok müttehit ve zengin bir devletin vücut bulması olmuştur.
“Bunlar, ve o vakit Hıristiyan âlemindeki anarşi ve sefalete mukabil, İslâm âleminde görülen intizam ve nispî refah, onda mündemiç olan tahaccür hassasının henüz mestur bulunması, ve nihayet coğrafî yakınlık Türkleri bu harsa meylettirmiş olan âmillerin bazılarıdır. Bundan maada, İslâmiyet hükümdara Dralardan ve Roma İmparatorlarından beri hiç bir teşkilatın veremediği bir nüfuz ve selâhiyet veriyordu, veya veriyor görünüyordu. Bu hal, Türk prensleri için büyük bir cazibe olmuştur.” (s.506-507)
Mevki ve makam için mi?
Yusuf Hikmet bu şekilde Türklerin, sırf mevki ve makam sahibi olma hasselerini tatmin etmek, maddî refaha kavuşmak için Müslüman olduklarını söylemektedir. Daha sonra bu görüşten yola çıkarak, Türklerin Müslüman olduğu devirlerde Hıristiyanların anarşi ve sefalet içerisinde bulunduğunu, bundan sonra Hıristiyanların din hissini bir tarafa bıraktıklarını ve ancak ondan sonra ilerlemeye başladıklarını iddia ettikten sonra şöyle demektedir:
“Arkadaşlar! XVII inci asırdan itibaren Osmanlı İmparatorluğunu ve İslâm âlemini Avrupa nispeten bariz surette geri bırakan işbu iki nevî âmil, esas ve memba itibariyle sırf dinî ve İçtimaî mahiyetindedir,” (s.512)
Yusuf Hikmet bu muhtevadaki konuşmasıyla Türklerin ilk Müslüman oluş sebeplerinin ortadan kalktığına işaret etmekte ve konuşmasının devamında da, “Türklerin Müslüman oluş sebeplerinin kalktığına” dair kendince deliller vermektedir.
Yusuf Hikmet Osmanlı Devletinin çöküş sebebini anlatırken de bu mevzua temas ederek şöyle diyor.
“Osmanlı İmparatorluğu’nun inhitat vc sukutunu intaç eden sebeplere geçeceğim. Bunları iki büyük zümreye ayırmak mümkündür; birincisi, işbu devletin gidişine, ta baştan verilmiş plan yanlış istikamet ve onun doğurduğu inhilâl amillerini, ve İkincisi, millî hâkimiyete dayanmayan her devleti muayyen bir zaman geçince inhitata sevkeden âmilleri ihtiva edecektir. Fakat, bu iki zümre de bir menbadan çıkar; hükümdarın mutlakiyeti! Bu zatın Emirü’l müminin ve Halifesi Resulullah olması ve bu sayede bir de dinî ve uhrevî birçok kuvvetlere dayanabilmesi onun mutlakiyetini hem arttırmıştır hem de, kuvvetleştirmiştir.” (s.518)
Yusuf Hikmet konuşmasının sonunda, sözü Türklerin Müslüman olmadan önceki tarihlerine getirmekte ve şöyle demektedir:
“Osmanlı ülkesindeki Türk milleti, İslâmiyetten çok evvel, ve İslâm âleminden çok vasi bir varlık ve büyüklüğe malik olduğunu unutmuş idi, Müslümanlık, ve hatta Müslümanlığın girmiş olduğu garip cereyanla kendisini tev’em addetmeye kadar varmıştı.” (s.528)
Türklerin İslâmiyetten önceki tarihlerinin farkına varılmasına Tanzimat devrinde başlanıldığını, ancak Türklerin yine de diğer Müslümanlar için canını feda ettiğini ifade eden Yusuf Hikmet konuşmasına şu şekilde devam etmektedir:
“Adedi 20 milyonu geçmeyen bu Osmanlı Türklüğü adetleri 100 milyonlara varsa Müslüman kütlelerini, kendisinden harsça 3-4 asır ileri, ve adetçe 10-15 kere kalabalık olan Avrupa milletlerinin, istilâ ve istismar arzularına karşı müdafaa etmekten, ve kendini o uğurda feda
eylemekten bir türlü vazgeçmiyordu.”
’Türk milleti alnının akı ile ve asgarî zararla bu korkunç badireden kurtaran, ona dini dünyadan ayırmak, dünya işlerini dünya ilimleri ile halletmek, kendi kanını ancak kendi uğrunda akıtmak, kendi servetini ancak kendi uğrunda sarfetmek ve bu işleri böylece görebilmek için kendi mukadderatına bizzat kendisi hâkim olmak icap ettiğini, ve yegâne selamet yolunun bu olduğunu gösteren ve kabul ettiren Türk evlâdının ismi Mustafa Kemal’dir. (Şiddetli alkışlar.)” (s.529)
Osmanlı devletinin Türk kısmının bu şekilde ayrılıp ayrı bir devlet kurduğunu söyleyen Yusuf Hikmet konuşmasının sonunda şöyle demektedir:
“Ondan ayrılmış olan Müslüman kısımların hali ise meydandadır. Bu hadise Türk ırkına mensup milletin mevkiini tayine yarayabilir.” (s.530)
Görüldüğü gibi, Türk Tarih Kongresinde söz alan konuşmacılar, mekteplerde okutulan ve kendilerinin yazdıkları ders kitaplarının muhtevasını bütün “ruhu canlarıyla” desteklediklerini bir kere daha teyit etmekteydiler. 1930’lu yıllarda okutulan ders kitaplarını yazanlar kitaplarda İslâmiyete yer verilmeyişi ve bütün hadiselerin İslâma aykırı olarak yorumlanışı ile iftihar etmekteydiler.
Kongrede söz alan T.T.T.C Başkanı Prof. Yusuf Akçura, İslama ve Kur’an’a aykırı görüş ortaya attıkları için sık sık övünmekteydi.
Yaklaşık üç saat süren konuşmasına, “Reisicumhur Hazretleri, Hanımlar, Beyler!” diye başlayan Prof. Akçura, dört tarih kitabının niçin yazıldığını uzun uzun anlatmakta ve bu ders kitaplarım methetmekteydi. Kur’an-ı Kerim’de bahsedilen Peygamber kıssalarına “hikaye” diyen, bunların- hâşâ- uydurma olduğunu söyleyen Akçura, Cenab-ı Hakkın VE, Âdem Aleyhisselamı yaratışından da alay ederek bahsetmekte ve bunun da-hâşâ-uydurma olduğunu söylemekteydi.
“İshak, İbrahim, Nuh, İdris ve Şit vasıtasıyle ebülbeşer Âdeme gelir, dayanırdı. Ondan ötesi yoktu; zira Âdemi, bizzat Hallakı Cihan, çömlek gibi çamurdan yoğurup yapmış ve içine kendi ruhundan nefyetmişti.
’‘Orta kurunun da bunlardan pek farklı olmayan hikâyelerini ezberlemiştik. Meselâ Osmanlı Tarihinde Osman oğullarının ta Âdeme kadar uzanan bir şecereleri vardır; Osman bini Ertuğrul bini Süleyman Şah bini Kaya Ap ilâ…; diye uzanır ve gitgide Nuh Peygambere, yani ikinci Ebülbeşere dayanırdı. Sonra Osman Beyin hiç de muasırı olmayan Alâaddin Selçukînin ’Osman Şaha’ gönderdiği mensurlar birer hakikat gibi Öğretilerek Osmanlı beyliğinin meşru tevellüt vesikası tesbit olurdu.
’Bütün bu gayri vaki vakıâlar, tarihî usullerin tekâmülü sayesinde tarihten dışarıya atılabildi.” (s.584)
Müslüman tarihçileri şiddetle tenkit eden Prof. Yusuf Akçura kendilerinin bu şekilde İslâmiyeti ön plana alan tarihçilere itibar etmediklerini söylemekte ve Hz. Âdem Alehisselam’ın yaratılışı ve Kâinatın yaratılışının İslâmî kaynaklarda belirtildiği gibi olmadığını iddia ederek şöyle demektedir:
“Bu tarihlerde hakiki vakıalar arasına hayalî vakıâlar çok karıştırılmıştır. Ezcümle ‘Hilkati kâinat’ ve ’Hilkati beşer’ kısımları , Akdiatikin haberlerine göre akdediliyordu. Mucize ve kerametler,hakiki vakıalar gibi hikaye ediliyordu.’’(s,592)
Dayandıkları Nokta
Yazdıkları ders kitabının bu gibi hususiyetlerini öve öve bitiremeyen Prof. Akçura daha sonra şöyle diyor.
‘Mevcut ilmimizle izahı kabil olmayan haberler, müspet bir vesikaya istinat etmeyen masallar, uydurmalar tarihten tamamen hariç bırakılmıştır. Bu kitapta ahtiatik’in Hilkat, Tufan, İbrahim, Yakup ve evlâtlarına ait efsane kısımlarından bahsedilmez.’’ (s.598)
Cumhurbaşkanı Atatürk’ün de dinlendiği bu konuşmasında ders kitaplarını müdafaa eden Akçura bu kitapları Atatürk’ün himayesi altında yazdıklarını belirtmekte ve şöyle demektedir:
“Millî kültürde ve millî terbiyede en mühim bir mevki tutan tarih meselesini esaslı olarak vazı ve halletmeye çalışan ilk defa Türk Cumhuriyeti olmuştur. Her işte olduğu gibi kültür meselesinde de bu en esaslı noktaya parmağını basan Türklerin kurtarıcısı ve yol göstericisi Türk Tarihi Tetkik Cemiyetinin Hami Reisi Gazi Mustafa Kemal Hazretleridir. (Alkışlar)” (s.597)
Prof. Akçura, kendisini dinleyen Atatürk’e sık sık şükranlarını sunmakta ve şu şekilde konuşmaktadır:
“Mesaimizin büyüklüğünü ve güçlüğünü takdir etmiyor değiliz; fakat Gazi Hazretleri gibi bir dehanın himayesi altında bulunduğumuzdan behemehal muvaffak olacağımıza ımanımız var/’ (s.597)
Daha önceleri nakiller yaptığımız ders kitaplarını yazanlar işte bu duygu ve düşünce içerisindeydiler. Islâm diniyle ilgisi olmayan görüşleriyle iftihar ediyor ve yaptıkları işten memnun olduklarını söylüyorlardı.
” Ölümü öldürebilir misiniz?”
Bu şekilde kongreler tertipleyen, ders kitapları yazan devrimci kadro mukaddes değerlere ve inançlara savaş açmıştı. Demagoji yaparak genç dimağları aldatmaya çalışıyorlardı. Yapılan konuşmalardan bazı kısımlar naklettiğimiz Türk Tarih Kongresinin ana fikri, “Din bizi geri bıraktı” düşüncesi idi. Bu düşünceye karşı verilecek cevap ciltler tutar. Biz yine o yıllarda Bediüzzaman’ın verdiği bir cevapla iktifa edeceğiz. Bediüzzaman, “Bu taassub-u dinî, bizi geri bıraktı. Bu asırda yaşamak, taassubu bırakmakla olur. Avrupa taassubu bıraktıktan sonra terakki etti” şeklindeki bir soruya geniş şekilde cevap verdikten sonra şöyle diyor:
“Acaba bu ehl-i bid’a ve doğrusu ehl-i ilhad, bu dinsizlikte hangi menfaati buluyorlar?.. Eğer idare ve âsâyişi düşünüyorlarsa; Allahı bilmeyen dinsiz on. serserinin idâresi ve şerlerini defetmesi, bin ehl-i diyânetin idaresinden daha müşküldür [zordur]. Eğer terakkiyi [ilerlemeyi] düşünüyorlarsa; öyle dinsizler idare-i hükümete muzır oldukları gibi, terakkiye dahi mânidirler. Terakki ve ticaretin esâsı olan emniyet ve âsâyişi kırıyorlar. Doğrusu onlar, meslekçe tahribatıdırlar. Dünyada en büyük ahmak odur ki, böyle dinsiz serserilerden terakki ve saâdet-i hayatiyyeyi beklesin. Böyle ahmaklardan mühim bir mevkii işgal eden birisi demiş ki: ‘Biz, Allah Allah diye diye geri kaldık. Avrupa, top tüfek diye diye ileri gitti.’
‘Cevab- ül- ahmak- is- sükût’ [Ahmaklara verilecek en güzel cevap susmaktır] kaidesince, böylelere karşı cevap sükûttur. Fakat bazı ahmakların arkasında bedbaht âkıllar bulunduğundan deriz ki:
“Ey bîçâreler! Bu dünya bir misafirhanedir. Her günde otuzbin şahit, cenazeleriyle “El-mevtü hak’ hükmünü imza ediyorlar ve o dâvaya şehadet ediyorlar. Ölümü öldürebilir misiniz?.. Madem edemiyorsunuz; mevt [ölüm], Allah Allah dedirtir. Sekeratta [Ölüm ânında, son nefesi verirken] Allah Allah yerine; hangi topunuz, hangi tüfeğiniz, zulümat-ı ebedîyi o sekerattakinin önünde ışıklandırır, ye’s-i mutlakını ümid-i mutlaka çevirebilir?.. Madem ölüm var, kabre girilecek, .bu hayat gidiyor, bâki bir hayat geliyor. Bir def a top tüfek denilse; bin defa Allah Allah demek lâzım gelir. Hem Allah yolunda olsa; tüfek de Allah der, top da Allahu Ekber diye bağırır, Allah ile iftar eder, imsak eder…”(Mektubat, s.452)
Atatürkçü İnsan Modeli
Atatürk, iktidara hâkim olduğu -devrede, kendisinde»! sonra yaptıklarını devam ettirecek bir “insan modeli’’ yetiştirmek istemişti. Bu maksatla hazırlanan ders kitapları üzerinde de bizzat kendisi titizlikle durmuş, kitapların bazı bölümlerini yazmış, 1930-38 arasındaki devrede de eğitimin i her safhasıyla çok yakından meşgul olmuştu.
Atatürk’ün zamanında okutulmuş olan ders kitaplarının muhtevalarını ana batlarıyla görmüş olduk. Açıkça görüleceği üzere Atatürk’ün düşündüğü ’’insan modeli”nde dine yer yoktu. Her mesele dinin ortaya koyduğu hükümlerden ayrı olarak ele alınmıştı. Allah’ın varlığı ve birliği, Kur’an’ı Kerim’in Allah kelamı olduğu, Peygamber Efendimizin Cenab-ı Hak tarafından vazifelendirilmiş bir Resul olduğu, Ahiretin varlığı, Cennet, Cehennem, elhasıl bütün iman esasları açıkça inkar edilmişti.
Kısaca 1930’lu yıllarda verilen eğitimde dinin hiç mi yeri yoktu. 1926’da bütün orta dereceli okullardan din dersleri kaldırılmıştı. 1931’de de din dersleri bütün okullardan kaldırılmıştı. (Prof. Dr. Refia Şemin-Eğitim ve Öğretim Problemimiz. İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Yayınları. İstanbul: 1973, s.9)
1930’lu yıllarda eğitim gören talebelerin, dinî bilgileri öğreneceği başkaca hiçbir müessese mevcut değildi. Kur’an Kursları yoktu. Ayrıca Kur’an-ı Kerim’in aslî şekliyle okunuşuna da karışılmış ve Kur’an’ın Türkçe okunması için baskı yapılmıştı. Ezan-ı Muhammedi ile kametin on dört asır okunmuş olan aslî şekli değiştirilmiş ve Türkçe ezan ile kamet okunması mecburiyeti getirilmişti. Yani okullarda olduğu gibi İçtimaî hayatta da din unsuru geri plana itilmişti.
1930’lu yılların eğitimine hâkim olan anlayış; ’’Dine yer verilmeyecek bir eğitim” idi. Bu yüzden, insanın ve kâinatın yaratılışı, vahiy, peygamberlerin vazifesi ve diğer dinî esaslar hep; Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflere zıt bir şekilde anlatılmıştı.
Kısaca, Atatürk’ün düşündüğü insan modelinde dine yer yoktu.
Atatürk’ün tesis ettiği bu eğitim modelinin akıbeti ne olmuştur ? Model aynen muhafaza mı edilmiş, rötuşlanmış mı, yahut tamamen değiştirilmiş midir?
Bu ve benzeri soruların cevabını verebilmek için 1938’ten sonraki eğitim hayatına ana hatlarıyla göz gezdirmek gerekir.İlk önce 1940’lı yılların eğitime bakalım:
1940’lı yıllar siyasî tarihimize “Millî Şef Devri” olarak geçmiştir. Zira bu devirde, her kademede “Millî Şef’ diye bilinen Cumhurbaşkanı ve CHP Genel Başkam İsmet İnönü’nün ağırlığı hissedilmiştir. Bu bakımdan bu devreye “Milli Şef Devri” demek hiç de yanlış olmaz. Peki bu “Milli Şeflik” de nereden çıktı? Bu ismi halk mı verdi, yoksa İnönü kendisi mi aldı?
Çoğu kişinin yanlış olarak bildiği gibi bu sıfat, halk tarafından “yakıştırılmış” değildir. “Resmen” verilmiştir. Atatürk’ün ölümünden sonra, İsmet İnönü 11 Kasım 1938’de Cumhurbaşkanı seçildi. 26 Aralık 1938’de toplanan CHP olağanüstü kongresinde parti genel başkanlığına getirildi. Yani böylelikle İnönü “hem Cumhurbaşkanı, hem Parti Genel Başkam” olmuş oluyordu. Zaten başka bir parti yoktu. Yine bu kongrede alınan başka bir kararla Mustafa Kemal Paşa “Ebedi Şef”, İnönü ise “”Milli Şef olarak ilan edildi.
Bu kongreden sonra “”Milli Şef” sıfatı her tarafa sirayet etmeye başladı. Öyle ki ders kitaplarında bile sık sık “Milli Şef’ sıfatı geçiyor, İnönü’ye bu sıfatıyla hitap edilmiş şiirler ithaf ediliyor ve bu şiirler ders kitaplarına konuluyordu.
İlk Önce Resimler Değişti
Milli Şef devrinin eğitiminde yapılan ilk değişiklik “portre” sahasında oldu. Okullardan Atatürk’ün portreleri indirilerek yerine “Milli Şef in portreleri asılmaya başlandı.
2. Cumhurbaşkanı İnönü okulların yanı sıra paralardan da Atatürk’ün resimlerini kaldırtmaya ve yerine kendi resimlerini bastırmaya başladı. Ayrıca tıpkı Atatürk gibi kendi heykellerini yaptırttı.
1940’lı yıllarda okutulmuş olan ders kitapları 1930’lu yıllarda okutulmuş olanların aynısıydı. Muhtevada herhangi bir değişiklik yapılmamıştı. Bu çalışmamızda ele aldığımız 1930’lu yıllarda basılmış ve okutulmuş ders kitaplarının aynısının 1940’lı yıllarda yapılmış baskılarına da baktık ye muhtevalarını teker teker karşılaştırdık. Neticede, kitapların yalnızca baskı rakamı değişmişti. Muhtevaya dokunulmamıştı. Ders kitaplarında İslâm itikadına ters görüşler aynen muhafaza edilmişti. Ayrıca okullara yine din dersi yoktu.
…………
Namaza Düşman Bakan
Köy enstitülerinin kuruluşuna ön ayak olan ve komünist ideolojinin telkin edildiği bu müesselelere her türlü devlet desteğini sağlayan Milli Eğitim Bakanı Haşan Ali Yücel, bütün mukaddesata düşman olduğunu her vesileyle ortaya koymuştur. Öyle ki, kamyonlarla toplattığı namaz surelerini ihtiva eden din kitaplarını, ayaklar altına atarak çiğnemiş, bu tür eserlerin imhası için büyük gayret göstermiştir. (Dr. İsmail Parlatır. Milli Kültür, Ocak 1977. sh. 47)
Laik Öğretim Denilince
1940’lı yılların eğitimine şekil verenler, “laik öğretim” esasını benimsediklerini ve laik öğretimi şu şekilde anladıklarını ifade etmişlerdir:
“1: Öğretim personelinin laikliği ile, din adamlarının devlet memuru olamayışının tabii bir sonucu olarak devlet okullarında din dersi verememeleri şeklinde anlaşılmıştır.
Ders programının laikliği ile, programların dini esaslara göre hazırlanmaması, ders programlarında din eserlerine yer verilmemesi şeklinde anlaşılmıştır.
laik devlette din bir kamu hizmeti olarak kabul edilmediğinden dini öğretime mali yardım yapılmaması gerektiği düşünülmüştür.” (Hamza Eroğlu. Türk devrim Tarihi, s.363)
“Milli Şef” devri de denilen 1940’lı yılların eğitiminin karakteri işte bu şekildeydi. Köy enstitülerinde komünizm propagandası yapılıyor. Milli Eğitim Bakam namaz surelerinin bulunduğu kitapları ayağının altına alıp çiğniyordu. Diğer okullarda okutulan ders kitaplarında ise İslami bilgilerin zerresi bile yer almıyordu.
Bu devirde dine, eğitimde olduğu gibi hayatın diğer safhalarında da yer verilmiyordu. Dine karşı müthiş bir baskı vardı. Öyle ki, yapılan tatbikatlardan dinin cemiyet bünyesinden ve fertlerin kalplerinden temelli sökülüp atılmak istendiği anlaşılıyordu. Yapılan tatbikatlar bunun açık delilidir. Yüzlerce cami özel şahıslara satılmıştı. Yüzlerce cami, işyeri olarak kullanılmıştı. Yüzlerce cami depo, samanlık, ahır yapılmıştı.
Milli Şef devrinde ezan ve kameti Arapça okumak kesinlikle yasaktı. Arapça ezan okuyanlar derhal cezalandırılıyorlardı.
İsmet İnönü Cumhurbaşkanı olduğu ve CHP’nin iktidarda bulunduğu bu devrede Kur’an-ı Kerim öğrenmek de kat’i surette yasak edilmişti. Kur’an-ı Kerim’in okunmasının öğretildiği yerlere baskın yapılıyor, ders veren kişiler tevkif ediliyordu. Köy, kasaba ve şehirlerde evlere baskın yapılıyor, bütün dini kitaplarla Kur’an-ı Kerim okumayı öğreten kitaplar toplanıyor, kamyonlar dolusu bu kitaplar bilahare imha ediliyordu.
Dinî Neşriyat Yasak
Bu Milli Şef devrinde gerek gazetelerde, gerek kitaplarda dinden bahsetmek, dinî neşriyat yapmak da yasaklanmıştı. Bu tatbikatla karşılaşmış yayın organlarından birisi de Sebilürreşat dergisiydi. dergi, “Hazreti Muhammed” (a.s.m.) isimli bir eser yayınlamıştı. Dahiliye [İçişleri] Bakanlığı, derhal gerekli “tedbirleri” almış ve bu eseri toplattırmıştı. Bunun üzerine dergi idarecileri resmî makamlara müracaat ederek bu toplatma kararının kaldırılmasını talep etmişti. Bu müracaata İçişleri Bakanlığı adına Matbuat Umum Müdürü Vedat Nedim [Tör] şu cevabı vermişti:
“TC/Dahiliye Vekaleti/Matbuat U.-M./ Sayı: 653
“Hülasa: Hz. Muhammed’e Dair/Ankara, 17 Mayıs 1943
“Muhterem Efendim,
“Mektubunuzu aldım. Biz her ne şekil ve suretle olursa olsun memleket dahilinde dini neşriyat yapılarak dini bir
atmosfer yaratılmasına ve gençlik için dini bir zihniyet fideliği vücuda getirilmesine taraftar değiliz.
“Zat-ı alilerinin (Eşref Edib’i kastediyor] herkesçe de müsellem olan ilim ve faziletinize hürmetkârız. Ancak günün bu kabil neşriyata tahammülü olmadığını siz de takdir edersiniz.
“Matbuat Umum Müdürü Vedat Nedim” (Sebilürreşat, e. 12, $ayı:284, s. 144)
Bu şeflik devresinde dine karşı takınılan tavrı izah için “düşmanlık” kelimesi bile az gelmektedir. O devrin idarecileri, dinden imâen bile olsa bahsedilmesine tahammül edememektedir. Başbakanlığın Matbuat Umum Müdürlüğüne gönderdiği 27. 7.1942 tarihli şu talimatında bu zihniyet açıkça görülmektedir:
“Bundan sonra din mevzuu üzerinde gerek tarihi, gerek temsili ve gerek mütalâa kabilinden olan her türlü makale, bent, fıkra ve tefrikaların neşrinden tevakki edilmesi [sakınılması] ve başlanmış bu kabil tefrikaların en çok on gün zarfında nihayetlendirilmesi rica olunur…” (Sebilürreşat, c. 1, sayı:252, s.32)
İbadet Usulünün Değiştirilmesi
Dinden bahsedilmesinin bu şekilde yasaklanması ve dini eğitim görenlerin takibata uğramasının yanı sıra, bu devrede dinin temel esaslarına ve ibadet yerlerine de müdahale edilmek istenmişti. CHP Büyük Kurultayında alınan şu kararlar, tatbikat safhasına konulamadan CHP’nin iktidarı sona ermiştir. Bu kurultayda din ile ilgili kararlar şunlardır: ”
1. Din işlerini dünya işlerinden tamamiyle ayırmış olan bir rejimde Diyanet İşleri Reisliği gibi bir teşkilatın yer almaması,
2. Kur an ve din tatbikatının öz Türkçe olarak tanzim ve tertibi,
3. İbadet yerleri Türk geleneğine uygun bir tarzda konularak Halk Evlerinin ibadet yeri, ibadet yerlerinin Halk Evine benzer şekle ifrağı [şekillendirme],
4. Ruhbanlığın icabatı olan herşeyin silinmesi ve ezcümle sarık, cübbe ve din tatbikatında kullanılan her nevi kıyafetin ilgası,
5. İbadet usûl ve zamanlarının tanzimi,
6. Diyanet İşleri Reisliği yerine Dil Kurumuna benzer bir teşkilat ikame edilerek, din teşkilatının devlet bünyesinden çıkarılarak millete mal edilmesi…”
(CHP Büyük Kurultayının 10 Mayıs 1946 Olağanüstü Toplantısına Sunulan CHP Grubu Raporu ve Ekleri, Ankara: 1946 TBMM Basımevi, s.357)
Millî Şef devrinde işte bu şekilde, hem eğitim müessesesinde, hem de İçtimaî hayatta, dine yer verilmemişti. Dinden “imâen” bile bahsedilmesi yasaklanmış, Kur’an-ı Kerim okuyanlar bir suçlu gibi “derdest” edilip götürülmüştü.
Bu devrede din ve vicdan hürriyetinin büyük bir baskıya mâruz kaldığı âşikardı. Oysa din ve vicdan hürriyeti demokrasinin vazgeçilmez unsuruydu. Bu hürriyetin olmadığı yerde demokrasiden bahsetmek mümkün değildi. Zaten bu devrede siyasî iktidara hâkim olanların demokrasiden bahsettikleri de yoktu, tek parti idaresi vardı ve 1938’den sonraki seçimlere hep tek parti katılmıştı.
1950’den Sonraki Devre
Peki yüzde 99’u Müslüman olan halk dinini nasıl öğrenecekti? Okullarda öğrenmesi mümkün değildi» din eğitimi veren başkaca herhangi bir teşekkül yoktu, olmasına da izin verilmiyordu, dinî bilgi sahibi olan kişilerin evlerde çocuklara dinî bilgiler öğretmeleri bile yasaklanmıştı, gazetelerin dinden bahsetmesi yasaktı. Dinî eserlerin basılmasına izin verilmiyor, basılmış olanlar toplattırılıyor ve bu eserleri yazanlara büyük baskı yapılıyordu. Bu durum devam ettiği takdirde 15-20 yıl içerisinde dinî bilgi sahibi olan, camilerde vazife yapacak olan kimse kalmayacaktı.
Ama “bu durum” devam etmedi. I946’da yapılan seçimlere Demokrat Parti de katıldı. Büyük baskı yapılmasına, sandıkların kaçırılmasına; reylerin, iktidar partisi olan CHF’nin baskısıyla çalınmasına rağmen DP Meclise girmeğe muvaffak oldu. Böylece Türkiye’de yepyeni bir devir açılmış oluyordu:
1950’den sonraki eğitime baktığımızda karşımıza şöyle bar tablo çıkıyor: Okullarda okutulan ders kitaplarında mühim bir değişiklik yapılmamıştı. Kitaplarda İslâm itikadına uymayan bilgiler yine duruyordu. Yeniden ders kitabı yazılmamış, 1930lu ve 1940lı yıllarda okutulmuş olan ders kitaplarının yeni baskısı yapılmış, ancak Allah’ı açıkça inkâr eden bazı kısımlar değiştirilmişti. Tarih kitaplarında, Selçuklu ve Osmanlı devrini küçümseyici bakış yine olduğu gibi kalmıştı.
Bu devirdeki tedrisatta en dikkat çekici yenilik, ilkokullara ve ortaokullara “din dersi” nin konulmasıydı. İlk önce. Bakanlar Kurulunun 4 Kasım 195 l’de almış olduğu bir kararla ‘ din dersi” ilkokulların ders programına alındı. 13 Ağustos 1956 tarihli Bakanlar Kurulu kararıyla da ortaokullarda din öğretimi yapılmasına karar verildi.
İmam-Hatip Okulları Açılıyor
1950’den sonraki eğitim hayatındaki en büyük yenilik imam-hatip okullarının açılmasıydı. Milletin büyük ekseriyetiyle iktidarı devralmış olan Demokrat Parti, milletin sesine kulak vermiş ve dini layıkıyla öğrenip öğretecek insan yetiştirme mevzuunu ele almış ve bunun çözümünü de imam- hatip okullarının açılmasında görmüştü.
DP iktidarı, imam-hatip okullarını vakit geçirmeden devreye koydu ve 1951-1952 öğretim yılında 7 imam-hatip okulu öğretime açıldı.
Vatandaşlar, imam-hatip okullarına çok büyük ilgi gösterdi. Yurdun her tarafında imam-hatip okulu yaptırma yarışı başladı. Millet, çocuklarına arzuladıkları eğitimi verecek bu okulları bizzat kendileri yaptırmak istiyordu. Bu 7 imam-hatip okulundan sonra; 1953-54,te 8,
1954-55 te 1,
1956-57’de 1 ve
1958-59’dâ 2 imam-hatip okulu daha acildi.
İmamhatip okulları 1957-’58’de ilk mezunları verdi.Ortaokul ve lise bölümü olarak komple bir eğitim verilen bu okullarda 4 yıllık orta, 3 yıllık da lise eğitimi yapılmaktaydı.
İmam-hatip okulları ilk mezunu verince devrin iktidarı, bu okulu bitirenlere yüksek tahsil kapısını açmayı planladı ve bu maksatla ilk defa 1959’da İstanbul’da Yüksek İslam Enstitüsünü açtı.
Demokrat Parti devrinde görülen mühim gelişmelerden birisi de, yurdun her tarafında Kur’an Kursu açılmasına “resmen*’ izin verilmesiydi. Kur’an cüzlerinin toplatıldığı, Kur’an-ı Kerim okumayı öğretenlerin yaka paça karakola ve hapishanelere götürüldüğü Milli Şef devrini görmüş ve yaşamış olan millet, bu şekilde, “Kur’an-ı Kerimi öğrenme hürriyetine” kavuşunca âdeta bayram etti. Artık bütün vatan sathında gürül gürül Kur’an-ı Kerim okunmaya başlandı.
Ezan-ı Muhammedi okunuyor
Demokrat Parti iktidarının din ve vicdan hürriyetini yakından ilgilendiren mühim bir icraatı da ezan-ı Muhammedi’nin on dört asırdır okuna gelen aslî şeklini serbest bırakmasıdır.
DP, iktidarı devralır almaz ilk mühim icraat olarak, 16 Haziran 1950’de Türkçeleştirilmiş olan ezanın yeniden aslî şekliyle okunmasını esas alan 5665 sayılı kanunu çıkarttı. Böylelikle, ezan-ı Muhammedi, 1930’lu ve 1940’h yıllarda zorla okutturulan ve ’Tanrı uludur” şeklinde başlayan şekliyle değil, “Allahü Ekber” diye başlayan aslî şekliyle okunmaya başlandı.
Ezan-ı Muhammedi’nin serbest bırakılışı da bütün vatan sathında bir bayram havası ‘estirdi. Halk, minarelerden yükselen ezan-ı Muhammedi’yi büyük bir sevinç ve huşu içerisinde dinledi.
Hürriyet Devri
Demokrat Parti, birden fazla sayıda partinin iştirak ettiği bir seçimi kazanıp iktidar olmuştu. Bu iktidar, milletin inancına yapılan baskıyı da kaldırmıştı. Vatandaşların dinî eğitim yapabilmesinin yollarını açmıştı. Okullara din dersi” koydurmuştu. İşte bu yüzden, 1950’li yıllarda eğitim dünyasına ve içtimai hayata hakim olan atmosfer, 1930‘!u ve 19401ı yıllardan çok farklıydı.
1950’li yıllar sona ererken, yüksek okullarda birtakım kıpırdanmalar görüldü. Bu kıpırtılar giderek arttı ve organize gençlik hareketlerine dönüştü. Bazı kalemşörler ve muhalefet partisi idarecileri bu hareketleri “Masum talebe hareketleri” olarak lanse ediyorlardı. Oysa bu harekelerin hiç de “masum” olmadığı müteakip yıllarda iyice anlaşılacaktı.
Ülkeyi, huzursuz ve tedirgin etmek, ülke kalkınmasını baltalamak, demokrasiye darbe vurmak isteyen iç ve dış mihraklar üniversite gençliğini kullanmaya başlamıştı. Bu gençler içerisinde anarşi ve teröre şuurlu bir şekilde iştirak edenler de vardı.
19301u ve 19401ı yıllarda doğmuş olan bu gençlerin hareketleri gittikçe dozajını arttıracak ve neticede bir ihtilalin temel gerekçeleri arasında anılacaktı.
İhtilal Devri
27 Mayıs 1960’da yapılan ihtilalle demokrasi bir kere daha “rafa” kaldırılmış oldu, artık yine milletin değil, tepeden inme idareyi ele geçiren bir avuç azınlığın dedikleri olacaktı.
Bizim mevzumuz eğitim olduğu için, bu devredeki diğer gelişmelere değil, yalnızca eğitim dünyasındaki gelişmelere ana harlarıyla göz gezdirmekle iktifa edeceğiz.
Bu devrede de okutulan ders kitaplarında mühim bir değişiklik olmadı. 1930’lu yıllarda yazılmış olan kitaplar aynen muhafaza edildi. Yalnızca “Devrim Tarihi” adı verilen Cumhuriyet Tarihi ders kitaplarına bir de “27 Mayıs” bahsi ilave edildi. Bu bahiste ihtilal alabildiğine övüldü. 1950-60 yılları arasında ülkeyi idare etmiş ve seçimle işbaşına gelmiş olan iktidar şiddetli bir şekilde tenkit edildi.
İhtilal devresinde yapılan bir diğer icraat da imam-hatip okullarının açılmasına izin vermemek olmuştu. Bu devrin idaresi, yapımı tamamlanmış imam-hatip okullarının açılmasına izin vermedi. Böylece 1960-61, 1961-62 öğretim yıllarında yeni imam-hatip okulu açılmadı.
Ara Devre
1961’deki genel seçim, ihtilalle işbaşına geçmiş olanların baskısı altında yapılmıştı. Ayrıca Demakrot Parti kapatılmıştı ve idarecilerinin büyük bölümü hapishanelerdeydi. Ayrıca DP idarecilerine siyasi yasaklar konulmuştu. İşte hu gibi sebeplerden dolayı 1961-65 yılları “demokrasiye geçiş” devresi olarak kabul edilir.
Bu geçiş devresindeki eğitim, ihtilal devresindeki l eğitimin aynısıdır. Ne ders kitaplarında, ne de başka sahalarda mühim bir değişiklik yapılmamıştır.
AP iktidarı Devri
10 Ekim 1965’teki genel seçimde Adalet Partisi tek başına hükümeti kuracak reyi almaya muvaffak olmuştu. Bu tarihten 12 Mart 1971’e kadar da iktidarda kalacaktı.
AP iktidarı devresinde de okullarda okutulan ders kitaplarında mühim bir değişiklik yapılmamıştı. Bu iktidar devresindeki eğitim hayatındaki mühim yenilik, imam-hatip okulunun açılması talebinin müsbet karşılanması ve vatandaşlardan gelen taleplerin mümkün mertebe kaşılanmasıydı. Bu iktidar devresinde; 1965-66- da 6, 1966- 67’de 10, 1967-68’de 18, 1968-69‘da 11, 1969-70’te 2, 1970- 71’de 1 imam-hatip okulu açılmıştı. Ayrıca bu iktidar devresinde İstanbul ve Konya’daki Yüksek İslam Enstitülerine ilaveten, Kayseri, İzmir ve Erzurum Yüksek İslam Enstitüleri açıldı.Bu iktidar devresinde ders kitaplarının ’’özüne” dokunulmadı ve “Kemalist eğitim”e aynen devam edildi.
I960’lı yılların sonlarına doğru, tıpkı 1950’li yılların sonlarına doğru görüldüğü gibi talebe hareketleri görülmeye başlandı. Yalnız bu defaki hareketler çok daha organizeli idi ve sınırları çok daha genişlemişti. Bütün yurt sathında anarşi ve terör havası estiren bu gençler, 6-7 yaşlarından başlayarak eğitim sisteminin çarkları arasından geçmişlerdi. İşte bu yüzdendir ki, anarşinin zirveye çıktığı sıralarda, “Nasıl bir eğitim?”, “Milli Eğitim nasıl olmalı?” soruları bir kere daha gündeme gelmişti.
Muhtıra devri
12 Mart 1971 muhtırasıyla demokrasi bir kere daha İnkıtaa uğramıştı.İşte bu devrede eğitim dünyasında “sözlü” olarak değişiklikler oldu. Ara devreye ağırlığını koyan çevre, sık sık “Atatürkçü eğitim” den söz etmeye başladı. “Atatürkçü eğitim”den kasıt neydi? Ne yapılacaktı? Okullarda okutulan kitaplar, zaten Atatürk devrinde hazırlanıp, basılmış olan kitaplardı. Bunlara ilaveten ne yapılacaktı? İşte bu soruların cevapları net olarak verilmekteydi. Yalnız bu devrede eğitim dünyasını alakadar eden gelişme, imam-hatip okullarıyla Kur’an kurslarının “dondurulması” idi. 1971-1972, 1972- 1973te bir tek imam- hatip okulu bile açılmadı.
1969,lı ve1970’li yılların ders kitapları
1969’iı ve 1970’li yılların ders kitapları nasıldı?” Bunu öğrenmek için kütüphanelere gidip ders kitaplarını tetkik etmemize lüzum yoktu. Zira, bütün tahsil hayatımız bu yıllarda geçmişti ve hepsini sakladığım bu ders kitaplarının muhtevasına; sadece “kitabî” bilgilerle değil, “tatbikî” olarak da âşinâydık.
Bu yıllarda okutulan ders kitaplarından tarih, sosyoloji, yurttaşlık bilgisi, felsefe ve edebiyat gibi kültür derslerinin ana karakterini şu şekilde özetlemek mümkündü. Bu ders kitaplarında, Cumhuriyetten önceki bütün İslam tarihi; küçümseyici, tenkit edici bir üslupla kaleme alınmıştı.
İslam tarihindeki hâdiseler, bütün Müslüman tarihçilerden çok daha farklı bir şekilde ele alınmış vemuhtevadan ziyade sübjektif değerlendirmelere yer verilmişti. Selçuklu ve Osmanlı tarihlerine çok az yer ayrılmış, orada da tenkitçi ve küçümseyici bir ifade kullanılmıştı. Bu kitapların maksadının, tahsil çağındaki gençliğin o geçmiş devıi küçümsemelerinin ve ardanı sahip çıkmamalarının kastedildiği aşikardı. Felsefe gibi kitaplarda. İslâm itikadına ters düşünceler bolca işlenmişti.
Biyoloji, psikoloji, tabiat bilgisi gibi müsbet ilimlerin öğretildiği kitaplarda da, İslam itikadına uymayan fikirlere çokça yer verilmişti. İnsanın maymundan geldiği iddiasına, sanki gerçekmiş gibi geniş yer verilmiş. Kâinatın, Cenab-ı Hak tarafından yaratılmavıp kendi kendine olduğu söylenmiştir. Canlılar dünyasındaki harikulade nizam ve intizam için; “kendi kendine oldu”, “içgüdü neticesinde oldu” değerlendirmeleri yapılmıştır.
Bu bahsi alabildiğine uzatmak mümkün. Ancak biz. hülasa olarak misaller vermekle iktifa edeceğiz. Ders kitaplarında neler okutulmuştu? Bazı ders kitaplarına göz gezdirelim:
Biyoloji ders kitaplarının “demirbaş* mevzularından birisi de “Evrim delilleri ve teorileri” başlıklı bahistir. Oldukça geniş yer tutan bu bahiste, bazı canlıların değişikliğe uğradığı, insanın da önceden maymun olduğu ve değişikliğe uğraya uğraya şimdiki halini aldığı söylenmekte ve bu teoriyi ortaya atan Yahudi asıllı Darwinin görüşleri uzun uzadıya nakledilmektedir. Ders kitabında şöyle deniliyor:
“Canlılar, içinde bulundukları ortama uymak için bazı değişikliklere uğrarlar. Oltamın değişmesi yaşama şeklinin değişmesi hayvamn hareketlerinin değişmesine, bu da şeklin değişmesine sebip olur. Bu değişiklikler, dölden döle geçerek, gittikçe artar ve günün birinde eskisinden tamamiyle farklı yeni bir tür meydana gelir.” (Biyoloji, Lise 2, 16. Baskı. İstanbul; 1975, s. 178)
Ayni bahsin devamında İse şöyle denilmektedir:
1 – Kullanılan her organı büyür ve kuvvetlenir. Kullanılmayanlar da zayıflar, küçülür ve nihayet körelir. 2. İhtiyaç, yeni organların husulüne sebeb olur. Ve boylece canlının ortama uyması mümkün olur. 3. Sonradan kazanılan bu karakterler, dölden döle geçerek canlının ortama daha iyi uymasını sağlar ve yeni türler meydana getirir.” (a.g.k., s. 178)
Bu ders kitabının yazarı, ileri sürülen bu iddialara katıldığını belirterek şöyle diyor:
“Birinci görüş tamamiyle doğrudur. Gerçekten kullanılan her organ büyür ve gelişir. Meselâ, spor ve jimnastik kasları kuvvetlendirir. Spor yapmayanların kasları zayıf ve kuvvetsiz olur.” (a.g.e.)
“Edebiyatta, saçma sapan sözleri karalayarak, şiir yazdığını iddia edenlere, “Dam üstünde saksağan /Vur beline kazmayı” denilir. Şimdi, liselerde okutulan, biyoloji gibi müsbet ilimlerden mühim birisi hakkında kitap yazan bu Baya ne demeli? Hele bu görüşleri “ciddi” bularak ders kitabı olarak kabul edenlere?..
Kuyruklu hayvan
Aynı ders kitabında, insanın önceden kuyruklu bir hayvan olduğu, maymun türünden geldiği ve evrim neticesinde insan olduğu iddia edilmekte ve bunun isbatı için de şunlar söylenmektedir:
‘”İmanda kuyruk sokumu kemiklerinin bulunuşu, evrim neticesinde kuyruğun kaybolduğuna delil sayılmaktadır” (agk,s, 174)
İşte bu gibi “kuyruklu yalan” yıllarca ders kitaplarında çok ciddi bir şekilde ele alınmış ve bu gibi teoriler, hakikatmiş gibi takdim edilmiştir.
Allah’ın inkâr edilişi
Liselerin ikinci sınıflarında okutulan biyoloji kitabında Cenab-ı Hakkın herşeyin yaratıcısı olduğu da inkâr edilmekte ve Cenab-ı Hakkın ”Yaratma” sıfatı zihinlerden silinmek istenmekteydi. Kitapta şöyle deniliyor:
“Yukarıda sıraladığımız-Evrim delilleri-eskiden sanıldığı gibi, türlerin doğrudan doğruya yaratılma suretiyle değil, sürekli bir evrim sonucu meydana geldiği fikrini kuvvetlendirmektedir.” (a.g.k., s. 177)
Bu ders kitabında, Evrim Teorisinin yanı sıra, Hugo De Vies’in ortaya attığı, ”bir tür değişikliğe uğrar ve ortaya başka türler, farklı türler ortaya çıkar” fikrine dayanan Mutosyon teorisi de geniş bir şekilde işlenmektedir.
Bahsettiğimiz bu 1960’lı ve 1970’li yıllar içerisinde okutulmuş olan Tarih kitaplarına bakıldığında, bütün kitaplarda ’’hissi” bir havanın hâkim olduğu derhal farkedilmektedir. Bilhassa Osmanlı tarihinden bahsedilirken bu devrin idarecileri yerden yere vurulmakta onlar için söylenmedik söz bırakılmamaktadır. Bu kitaplara bakılacak olunursa Osmanlı idarecilerinin tamamı; ya deli, ya zevkine düşkün birisi, ya da gözü dönmüş bir cânidir. Öyle ki bu tarih |kitaplarında Avrupa ve İlkçağ tarihi bile bu şekilde anlatılmamıştır. Osmanlı tarihi ve İslâm tarihi haricindeki tarihî hâdiselerden bahsedilirken bilgi verilmekle iktifa edinilmiş, ancak sıra İslam tarihi ile Osmanlı tarihine gelincetamamen sübjektif değerlendirmelere-bolca- yer verilmişti.
Bu kitaplarda yer alan değerlendirmelerden bazılarına göz atalım:
Sultan II. Beyazıt için şöyle deniliyor:
“31 yıl süren 2. Beyazıt devri, dış siyaset bakımından sönük geçmiştir. Bunda padişahın kişiliğinin etkisi çok olmuştur. Zira 2. Beyazıt çok yumuşak huylu sofu bir padişahtı. Savaştan hoşlanmazdı. Vaktini daha çok okumak ve ibadet etmekle geçirirdi.” (Emin Oktay. Tarih Lise 3- İstanbul: 1974, s.22)
Emin Oktay’ın liselerin 3. sınıflarında okutulan tarih kitaplarında Osmanlı padişahları için en bol kullandığı sıfat “deli” dir. Önüne gelen padişaha bu sıfatı yapıştırı-vermektedir.
Sultan L Mustafa için şöyle deniliyor:
“I.Mustafa balıklara yem yerine altın serpecek derecede deliydi.
“…Deli Mustafa ikinci defa padişah oldu. Fakat deliliği devam ettiğinden tekrar tahttan indirilerek yerine henüz 12 yaşına girmiş bulunan IV. Murat padişah yapıldı.” (a.g.k., s.146)
Emin Oktay’ın elinden ve dilinden IV. Murad da kurtulamıyor. Lise tarih kitabının yazarı, Sultan I. Mustafa’dan sonra bu idarecinin de yakasına yapışarak şöyle diyor:
“IV.Murad devlet yönetimini ele alınca korkunç zâlim bir hükümdar kesildi.’’ (a.g.k., s. 146)
Bu ders kitabının yazarı kafasını ’’delilikle bozmuştu anlaşılan. Sultan 1.Mustafa’dan sonra Sultan İbrahim için de aynı sıfatı kullanarak şöyle diyor:
“İV. Murad’ın yerine geçen kardeşi Deli İbrahim zamanında memleket yönetimi çok bozuldu.
’Ali Paşa da böyle deli idi padişahın memleketi batıracağını ileri sürerek, Deli İbrahim’i tahttan indirmek üzere harekete geçti. “Deli İbrahim bunu haber alınca karısına göz koyduğu İbşir Paşa’yı Vardar’ın üzerine gönderdi.” (a.g.k., s. 140-146)
Bu ders kitabının yazarının elinden ne padişahlar kurtulabiliyordu, ne de diğer idareciler. Kitapta Sultan IV. Mehmet ve Köprülüler için şunlar söyleniyor:
“…Köprülülerin iş başına geçmesiyle durum değişti. IV. Mehmet bundan sonra hiçbir devlet işine karışmadı. Zamanını av ve eğlencelerle geçirdi.” (a.g.k., s. 146)
“Köprülü Mehmet Paşa şiddetli hareketleriyle memleketin içinde asayişi sağladı. Kazandığı zaferlerle de dış durumu düzeltti. Fakat, bütün bu işleri yaparken o da Kuyucu Murad Paşa ve IV. Murad gibi pek çok kan döktü. Beş yıl süren sadrazamlığı zamanında 36 bin adam öldürdüğü söylenir.” (s. 144)
Bu Ne Kin?
Tarih kitabında Sultan II. Mustafa için şöyle deniliyor. “…2. Mustafa Karlofça antlaşmasından sonra da işi keyif ve zevke döktü. Vaktini av peşinde geçirmeye başladı. Hatta İstanbul’u bile terk ederek Edirne’ye yerleşti.” (s. 146)
Emin Oktay’ın bu tarih kitabında tenkit edilmedik idareci yok. Sultan 3. Osman için şöyle deniliyor:
“1. Mahmut’un 1754 tarihinde ölümü üzerine yerine 3, Osman geçti. Bu yaşlı ve geri kafalı bir padişahtı.” (s. 188)
Sultan 3. Osman’ın yerine geçen Sultan 3. Mustafa’da bu tarih kitabı yazarının elinden kurtulamıyor:
”3. Mustafa, yenilik seven bir padişahtı. Hasis olduğu için mâliyeye çok önem verdi. Yalnız 3. Mustafa yıldızların insanlarla hükümetlerin hayatları üzerinde büyük bir etkisi olduğuna inanırdı. Bundan dolayı yapacağı işlerde daima uğurlu zamanı ve eşref satı hesap ederdi.” (s. 189)
Tarih kitabında Sultan 3. Selim için şu hüküm veriliyor:
“3. Selim kan dökülmesini istemediğinden elindeki Nizam-ı Cedit kuvvetlerini kullanmadı. Asilerin isteklerini yerine getirdi. Onun bu korkak hareketi asileri büsbütün şımarttı.” (s. 233)
Emin Oktay’ın elinden o devirdeki halk da kurtulamıyor.
Onlar için de şu ifadeleri kullanıyor:
“Bu koşullar altında ıslahat hareketleri yürüyemiyor.Nizam-ı Cedit aleyhtarları günden güne kuvvet kazanıyorlardı. Cahil ve mutaassıp halk ise, her devirde olduğu gibi yapılan ıslahata gavur icadı diyor, taraftarlarına kafir gözüyle bakıyordu.” (s. 233)
Liselerdeki on binlerce gencin okuduğu bu ders kitabını yazan kişi bu şekilde o devirde yaşamış herkesi toptan “cahil” yapıp işin içinden çıkıvermişti.
On Parmakta On Kara Misali
Tarih kitabında Osmanlı idarecileri için yapılan jf değerlendirmeler şu şekilde devam edip gidiyor. Sultan IV. Mustafa için: ”4. Mustafa yarı deli bir padişahtı.” (s. 234)
Sultan Abdülaziz için:
“Sultan Aziz bu paraların bir kısmı ile donanma ve silah satın aldırmış, fakat çoğunu saray ve köşk gibi lüzumsuz inşaata sarf ettirmişti. Padişahın kendisi de çok savruktu.” (s.272)
Sultan 5. Murat için:
“5. Murat veliaht iken-hasta ve yarı deliydi. Padişah olunca deliliği büsbütün arttı, (s.273)
Sultan II. Abdülhamit için:
“2. Abdülhamidin istibdat yönetimi 33 yıl sürdü…
”2. Abdülhamit’in yönetimi Avrupalıların da hoşuna gitmiyordu. Hatta ona Kızıl Sultan adını vermişlerdi.
”…2. Abdülhamit esasen vesveseli ve korkak bir padişahtı.” (s.273-275)
Sultan Abdülhamid’in memleketin bir karış toprağının kaybedilmesi karşısında müthiş şekilde üzüldüğünü Osmanlıya düşman olan tarihçiler bile itiraf etmişlerdir. Emin Oktay ise şöyle demektedir:
”2. Abdülhamit, Avrupa devletleriyle herhangi bir siyasal sorun çıkarmamak, memleketi yeni bir savaşa sokmamak için, onların yaptıkları bütün haksız tecavüzlere göz yumdu ve kendi zamanında imparatorluktan koparılan parçalara birer oldu bitti gözüyle bakarak ses çıkarmadı.” (s.255)
Emin Oktay, Lale Devrini anlatırken, Osmanlı tarihinin yükseliş devri için de şu hükmü vermektedir:
“…Osmanlılar Lâle devrine gelinceye değin her işlerinde yalnız dinsel bir siyaset gütmüşler, bu dünyadan çok, âhiret için çalışmışlar ve hazırlanmışlardır.”
Nasıl Bir Meyve?
1960lı yılların sonlarına doğru ve bilhassa 1970 yılında, ülkenin istikbalini düşünenleri derin bir düşünce almıştı; Eğitim politikasında o tarihe kadar yaklaşık 40 sene herhangi bir değişiklik yapılmamıştı. Bu eğitim çarkından geçmiş olan gençliğin durumu ise meydandaydı; Devletin gemilerini, Kültür Sarayını yakıyor,devletin askerine, polisine silah çekip onları şehit ediyor, okullarda bir terör havası estiriyor, banka soyuyor, gasp yapıyordu. Ne olmuştu da gençlik bu hale gelmişti? Okullardaki eğitime bakılacak olunursa, bu gençlerin eğitim hayatlarında dine yer verilmek istenmemişti. Daha önce pek çok misallerini gördüğümüz üzere ırkçılığa varan bir anlayışla yetiştirilmek istenmiş, kafatası yapısına göre “üstün ırk” oldukları söylenmişti. Allah’ın varlığı ve birliği inkâr edilmiş, bütün İslam tarihi küçümsenmiş, İslam büyükleri tahkir edilmişti. Sonunda ne olmuştu? Gözünü kırpmadan adam öldüren, yakıp yıkan, anarşist gençler, işte bu eğitimin çarklarından geçtikten sonra idam sehpasında şu şekilde bağırmıştı:
’’Ben Türk de değilim. Müslüman da!” Böyle dedikten sonra din görevlisinin telkinini de reddetmişti. Kısaca eğitimin meyvası acı olmuştu.
İşte 1970 öncesinde gençliğin içinde bulunduğu bu yürek paralayıcı tabloyu gören bazı münevverler, “Nasıl bir eğitim?” sorusu üzerinde daha ciddi bir şekilde kafa yormaya başlamışlardı. 1970’den sonra “Milli Eğitim nasıl olmalı?” sorusu bir kere daha gündeme geldi ve “2. MC. Hükümeti” diye bilinen AP-MSP-MHP Koalisyon Hükümeti okullarda okutulan ders kitaplarının yeniden yazılması mevzuunu ele aldı. Yapılan çalışma sonunda 32 ders kitabı yeniden yazıldı ve bu kitaplar 1976-1977 öğretim yılında devreye sokuldu. İşte ne olduysa bundan sonra oldu. Marksist ve ateist olarak bilinen kalemşörler, ders kitaplarının değiştirilmesi üzerine küplere binmişti. Bilhassa eski ders kitaplarından İslamiyete hakaret eden, iman esaslarına uymayan kısımların çıkarılmasına, Osmanlı ve İslâm tarihinin gerçekçi bir şekilde ele alınmasına tahammül edememişlerdi. En şiddetli şekilde hücum edenlerin başında Türk Dil kurumu gelmekteydi. TDK, yeni yazılan ders kitaplarını tenkit eden bir broşür neşretti. “Ismarlama Ders Kitapları Üzerine Rapor” ismini taşıyan bu broşürde en fazla, ders kitaplarında Kuran hükümlerine riayet edilmesine hücum ediliyordu.
Din dersi kitaplarında, oruç, abdest, insanın yaratılışı ve benzeri dini bahislerin ele alınışını tenkit eden TDK, yeni din dersi kitaplarında insanın Cenab-ı Hak tarafından yaratıldığının söylenmesine tahammül edemeyerek şöyle demektedir:
“Bu tümcelerle insan kavramının öğretilmesi imkânsızdır, Kaynağında insanın bu tanımına da gerek yoktur. Dîn bilgisinden beklenen, basit din kurallarının öğretilmesidir. Ortaokul çağındaki çocukların bu biçimde, çağdışı ‘hikâyelerle* koşullandırılması Atatürk Türkiye’sinin milli eğitim politikasında yer almamalıdır. (a.g.L, s. 103)
TDK’nin en çok kızdığı bir husus da ortaokullar için yapılan din dersi kitaplarında; “Allah katında gerçek din İslam dinidir. Kim îslâmdan başka din ararsa, ondan kabul olmaz. (Din Dersi 3.’Sınıf, s.57) mealindeki âyet-i kerime gibi âyet meallerine ve değerlendirmelere yer verilmesidir.
Yıllarca Türk dilini tahrif etmek, dejenere etmek için var gücüyle çalışmış olan TDK, ’’Allah katında gerçek din İslamdır” şeklindeki Cenab-ı Hak’kın hükmü için şöyle diyor:
“Çağdaş bir dünyada birçok ayrı dinlere inanan ulusları bu biçimde yargılamak, Türk ulusunun dünya uluslar ailesinde bir üye olmasını engeller.” (s. 104)
TDK, yeni edebiyat, tarih ve sosyoloji ders kitaplarını da aynı minval üzere çok sert bir üslupla tenkit etmektedir.
TDK’ye Cevap
TDK’nin bu hissi değerlendirmelerine o tarihlerde gereken cevap verilmiştir. Ders kitaplarının yazarları da kendileriyle alâkalı tenkitlere geniş bir şekilde cevap vermiş TDK’yi olduğu gibi, diğer bütün münekkitleri susturmuşlardır.Lise 3 Tarih kitabının yazan Yılmaz Öztuna,yazdığı Osmanlı tarihi için TDK’nin yaptığı tenkide şu şekilde cevap verir:
“Broşürde [Türk Dil Kurumunun Ismarlama Ders Kitapları Üzerine Rapor adlı broşürü] kıtabıma ait ilk itham ‘Osmanlı düzeni yüceltilmekte’ cümlesidir Buna cevabım,Kurum’a hak vermek ve onları teyid etmekten ibarettir, Osmanlı düzeni yüce olduğu için, ne idiyse, o şekilde anlatılmıştır, Ayrıca ‘yüceltilmek” ihtiyacında olmayan bir düzendir.“
Millî Reform
Lise 3 Tarih kitabının yazan Yılmaz Öztuna, 1977 yılında kendisiyle görüştüğümüzde, ders kitaplarında yapılan değişikliğin “millî reformun bir parçası” olduğunu söylemişti. Öztuna, yeni ders kitaplarıyla eskisi arasındaki farklar ve bu değişiklikler hususundaki görüşlerini şu şekilde açıklamıştı:
“Aslında benim yazmış olduğum Lise 3 Tarih kitabı milli reformun bir parçasıdır. Millî Eğitim Bakanlığının 1976- 1977 öğretim yılında okunacak kitapların tarafımızdan yazılmasından önce orta öğretimde okutulan ders kitapları, millî bünyemize tamamen zıt bilgilerle doluydu. Bu kitaplarla sağlıklı bir nesil yetiştirilemezdi. Bu kitaplar, aslında sol görüşü aksettiren kitaplardı. Bu durum 30 sene böylece devam etmiştir.
“Böyle, millî bünyemize aykırı fikirlerle dolu kitaplarla yetişen neslin durumu bazı müdakkik ve milletini, memleketini seven kişilerin gözünden kaçmıyordu. Durmadan tenkit ediliyordu. Politikacılar bu tenkitlere kulak asmak mecburiyetinde kaldılar. Ve neticede orta öğretimde 32 kitap değiştirildi.
İşte bizim yazdığımız tarih de bu millî reformun bir parçasıdır. Lise 3 Tarih kitabı zamanımızı ilgilendiren bir kitaptır. Osmanlı İmparatorluğunu inceleyen bir kitaptır.
Daha öncekiler gibi bu koca İmparatorluğu küçük düşürmüyor. Sadece gerçekleri olduğu gibi ortaya koymaya çalışıyor.
’’Daha önce belirttiğim gibi, önceki bütün kitaplarda olduğu gibi tarih kitaplarında yazılanlar da kasıtlıdır. Bilerek kasten yazılmıştır. Sırf millî bünyeye sahip, sıhhatli nesil yetişmesin diye yazılmış veya yazdırılmıştır.
“Aslında bu kitapların yazılmasında önemli rolleri olan Talim Terbiyedeki şahısların hiçbiri mütehassıs değillerdi. Talim Terbiye ihtisaslaştırılamamıştır. Millî Eğitim memurları orada görev almışlardır. Bu durumdan kitaplar etkilenmiştir.”
Tarihin Doğru Şekli
Yılmaz Öztuna tarafından yazılan bu lise 3 tarih kitabında tarih üzerindeki iftira ve kin izleri taşıyan tozlar temizlenmişti. 1960’lı ve 1970’li yıllarda okutulmuş olan Osmanlı tarihinde idarecilerin nasıl ele alındığına dair misaller vermiştik. Şimdi aynı idarecilerin 1976-1977 ders yılında okutulmaya başlanan tarih kitabında nasıl ele alındığına bakalım.
Sultan 2. Bayezit hakkında şöyle deniliyor:
“[Anadolu’da çıkan isyanlar anlatıldıktan sonra]… Bu durum, 2. Bayezıd’ın son yıllarını huzursuz kıldı. Sonunda 8 oğlundan hayatta kalan 3’ünün küçüğü olan Yavuz Sultan Selim nâmına tahttan feragat etti ve az sonra öldü. Babası Fatih’ten sonra Osmanoğullarının en bilginidir. Değerli bestekârdı. Babası, dedeleri ve oğlu gibi büyük harp adamı değilse de, orduya ve donanmaya çok dikkat etmiş. Türkiye’nin kudretini titizlikle korumuş, yalnız son yıllarında safevi baskısı altında bunalmıştır.” (Yılmaz öztuna, Lise 3 Tarih, s.70)
Emin Oktay’ın Tarih kitabında Sultan IV. Murad “Korkunç ve zalim” olarak gösterilirken, yeni tarih kitabında bu padişah için şöyle deniliyordu:
“…Çok geniş Ölçüde huzuru, asayişi sağladı, anarşiyi ezdi ise de, sonraki olaylar, bu işin padişahın şahsıyla kaim olduğunu gösterdi. Bununla beraber bazı tarihçiler 4. Murad’ın devletin ömrünü yarım asır uzattığını söylerler. Kanuni ile 2. Mahmut arasında gelen padişahların en büyüğü,17. Asır Türk tarihinin çok seçkin bir simasıdır. Dahi olarak doğmuş, hadiselerle olgunlaşmış… Büyük bestekârdı. Asker doğmuş, en büyük orduları sevk ü idare edebilecek kabiliyetlerle mücehhez bir şahsiyetti, 27,5 yaşında ölümü devleti çok sarstı.” (s. 121)
Sultan IV. Murad’ın yerine tahta geçen Sultan İbrahim hakkında eski tarih kitabında “deli” sıfatı kullanılmıştı. Yeni kitapta ise şöyle deniliyor:
‘’4. Murad’ın yerine kardeşi İbrahim Han (1640-1648) geçti. Saltanatının ilk yarısı ağabeyinin devrinin devamı gibidir. İkinci yarısında huzur bozulur ve anarşi başlar.
“…Sultan İbrahim, bir ihtilalle tahttan indirilip ağabeyi, 2. Osman gibi katledilir.” (s. 123)
Bu tarih kitabında Sultan II. Abdülhamid içinde şu değerlendirmeler yapılmaktaydı:
“…2. Abdülhamid, çoğu basit birer adam olan sadrazamlarda devleti idare etti. Bu sadrazamlar arasında büyük devlet adamı tipinde olanlar hemen hemen yoktu.”
(s. 189)
…2. Abdülhamid’in Ermenilere sert tedbirler almaya mecbur olması neticesinde Avrupa’da kendisine -Kızıl Sultan- ünvanı verilmiş, bu ünvan sonra Türkiye’de bu padişahın muhaliflerince de -zamanımıza kadar- kullanılmıştır.”(s. 190)
’’…Harbin son günlerinde -hakanı sabık denilen 2. Abdülhamid (10 Şubat 1918) ve 4 ay, 23 gün sonra da kardeşi 5. Sultan Mehmet Reşat Han (4 Temmuz 1918) öldüler. 2. Abdülhamid’in cenaze merasimi muhteşem oldu. Artık kendisini takdir etmeye ve anlamaya başlayan ittihatçı liderler katıldığı gibi, halk, harbin en acı günlerinde, devrinde huzur, refah ve sulh içinde yaşadığı eski hükümdarın arkasından samimi gözyaşları döktü’’ (s. 208)
Kısa Ömürlü Tatbikat
ilk defa 1976-1977 öğretim yılında devreye konulan bu yeni ders kitaplarının ömrü fazla uzun olmadı. İki öğretim yılından sonra iktidar değişikliği oldu. 1978’de işbaşına geçen CHP hükümeti bu kitapların okullarda okutulmasına son verdi. CHP hükümeti zamanında okullarda yapılan
değişiklik ders kitaplarıyla sınırlı kalmadı. Okullardaki Osmanlı ve Selçuklu tarihinde mühim rol oynamış büyüklerle, büyük zaferlerimizi canlandıran tablolar da kaldırıldı. Dolayısıyle bu yeni hükümetle birlikte yeni bir eğitim modeli ortaya çıkmış oldu. Bu yeni modelde, geçmiş bin yıllık tarihte yer almış olan zaferlerle büyüklere yer yoktu.
Eğitimde bu gibi icraatların yapıldığı yıllarda, anarşi ve terör üniversitelerden liselere, hatta ortaokullara sıçramış bu-lunuyordu. Liselerde sıraların üzerine komünist sloganlar yazılıyor, komünizmi övücü pankartlar asılıyordu. Bu yıllarda anarşi ve teröre karışmış gençliğin hemen hepsinin “tahsilli” oluşu da düşündürücüydü, işte bu yüzdendir ki 1980’den sonra “nasıl bir millî eğitim?” sorusu bir kere daha gündeme geldi. Evet, anarşist bir gençlik yetiştirmemek için nasıl bir eğitim verilmeliydi?
12 Eylül 1980 ihtilâliyle birlikte ülkemizde demokrasi üçüncü defa inkıtaa uğradı. İhtilâlden sonra idareyi devralanlar, siyasî sahada olduğu gibi eğitim sahasında da “köklü” sayılabilecek değişiklik yapmaya çalıştı. Böylece ”yeni’’ bir eğitim modeli ortaya çıktı. Bu eğitim modelinin temelinin “Atatürkçülük” olduğu söyleniyordu. Ama ortaya konulan muhteva, Atatürk “ün siyasî bakımından en güçlü olduğu ve düşündüklerini bütünüyle tatbik etme imkânını bulduğu 1930’lu yıllarda ortaya koyduğu eğitimden farklıydı. İhtilâlciler değişik bir taktiğe başvurmuşlardı.
Atatürk zamanında yazılan ders kitaplarında, dinden hiç bahis yoktu. Ayrıca Kur an hükümleri açıkça reddediliyordu. Cenab ı Hak kın varlığı ve birliği bile kabul edilmiyor peygamberlik vazifesi, Kur’an-ı Kerim ve din bahisleri, hep İslâm itikadından farklı şekilde anlatılıyordu.
Yine 1930’lu yıllarda eğitimin hiçbir kademesinde din dersi yoktu. Oysa, 12 Eylül 1980’ den sonra kabul edilen Anayasa ile din dersi “mecburi” ders olarak kabul edilmiş ve “Din Kültürü ve Ahlak bilgisi” ders kitaplarının kapağına Atatürk’ün resmi konulmuştu. Bu kitapların içerisine de Atatürk’ün dinden bahseden sözleri alınmıştı. Bu sözler, istiklal mücadelesi esnasında sarfedilmiş sözlerdi.
Atatürk ve Din
Bilhassa 1981 yılı içerisinde Atatürk ve Atatürkçülük kesif bir program dahilinde bütün okullarda anlatıldı. Ayrıca hemen her gün radyo ve televizyonda Atatürkle ilgili programlar yer aldı. Ancak bütün bu programlarda en dikkat çekici husus; Atatürk’ün 1930’lu yıllarda ortaya koyduğu ve ders kitaplarına da koydurduğu düşüncelere kat’iyyen yer verilmemesiydi. Bu devrede Atatürk’ün dine karşı olmadığı imajı verilmek istenmişti. Öyle ki, televizyondaki “İnanç Dünyası” programında ile sık sık Atatürk anlatılıyor ve Atatürk’ün İstiklal Harbi esnasında söyledikleri sözler nakledilerek, Atatürk dindar gösterilmek isteniyordu.
Askerin Din Bilgisi
12 Eylül 1980’den sora ortaya konulan bu “yeni Atatürk” imajı her sahaya yayılmak istenmişti. Genelkurmay Başkanlığı Kara Kuvvetleri Komutanlığı tarafından yazdırılan “Askerin Din Bilgisi” kitabı da baştan sona bu görüş çerçevesinde kaleme alınmış ve Atatürk’ün din ile İlgili sözlerine bolca yer verilmişti. Meselâ Atatürk’ün şöyle dediği naklediliyordu.
“Ey Ulus, Allah birdir. Şanı büyüktür. Allah’ın güveni,koruması ve iyiliği üzerinize olsun. Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri, Tanrı tarafından insanlara Din gerçeklerini bildirmek üzere elçi olarak gönderilmiştir.” (Askerin Din Bilgisi. Hazırlayanlar: Osman Güngör Feyzoğİu, Ahmet Okutan, Turgut Durukan, Ankara: 1981, s.XXV)
Atatürk’ün bu sözlerinin 1930’lu yıllarda okutulmuş olan Tarih I ve Tarih II kitabına uymadığı âşikardı. Atatürk’ün bu sözleri, istiklal mücadelesi verildiği esnada yaptığı konuşmalardan alınmıştı.
Atatürk’ün, 1921 ve 1924 Anayasalarına “devletin dininin İslâm dini olduğu” hükmü gibi bazı maddelerin konulmasına “mecburiyet” karşısında göz yumduğu ve hedefe yürümek için bu şekilde davranmaya mecbur olduğu yine 1930’lu yıllarda okutulan Cumhuriyet Tarihi ders kitaplarında açıkça belirtilmişti.
12 Eylül 1980’den sonra idareyi ele alanlar, acaba Atatürk’ü 1930’lu yıllardaki düşüncesiyle halka kabul ettirmenin imkânsızlığını mı düşünerek bu politikayı takip etmişti? Asıl maksat neydi? Okullarda, radyo ve televizyonlarda yapılan konuşmalarda ortaya konulan bu Atatürk, acaba gerçek Atatürk müydü? Bu soruların cevabı hiçbir zaman açık ve net olarak ortaya konulmadı, tartışılmadı.
Bu yeni politikaya en büyük tepki Marksist ve ateist olarak tanınan kişilerden gelmişti. Aralarında birçok tanınmış gazeteci ve yazarın bulunduğu bu çevre öfke içerisindeydi. Öyle ki içlerinde “Ben Atatürkçü Değilim” diye kitap yazan bile vardı. Bu çevre, Atatürk’ün gerçek şekliyle ortaya konulmasını ve yaptığı bütün icraatlardan asla taviz verilmemesini istiyordu. İsteklerini de açıkça ortaya koyuyorlardı; Ezan-ı Muhammedi yine Atatürk zamanında olduğu gibi Türkçe okunmalıydı. Kur’an’ı Kerim Türkçe okunmalıydı. İmam-hatip okullarının ve Kur’an kurslarının sayısının artması “endişe verici boyutlara” ulaşmıştı. Buna mâni olunmalıydı. Başörtülülerin, İslâmî hayat yaşayanların sayısı günden güne artmaktaydı. Bunun sonu nereye gidecekti?
Marksist ve ateist görüşte olanlar söylediklerinin hiç kimse tarafından kâle alınmadığını gördükçe daha beter öfkeleniyorlardı. Onlara göre “Atatürkçülük elden gidiyordu.” Sonunda dayanamadılar ve “2000’e Doğru”, “Nokta”, “Saçak”, “Mehmetçik” gibi dergiler Atatürk’ün; Allah, Peygamber Efendimiz, İslâmiyet ve Ahiret ile ilgili el yazılarını neşrettiler. Bununla şöyle demek istiyorlardı: “İşte Atatürk’ün gerçek yapısı budur. Niçin bundan taviz veriliyor? Gerçek Atatürkçülük, Atatürk’ün bu düşüncelerine sahip çıkmaktır.”
Bu dergiler ayrıca, Atatürk’ün el yazısında belirtiği bu düşüncelerin 1930’lu yılların ders kitabında da yer aldığını ve o yıllarda eğitim görenlerin bu düşüncelerle yetiştiğini de söylüyor ve okullara mecburi din dersi konulmasını, Kur’an Kursu ve İmam hatip okulu açılmasına izin verilmesini; talebelerin başörtüleriyle tahsil yapmalarına göz yumulmamasını şiddetle tenkit ediyorlardı.
Böylece iki tip “Atatürkçü” görüş birbiriyle karşı karşıya gelmiş bulunuyordu; (1) 1930’lu yıllardaki Atatürk’ü ve Atatürk’ün görüşlerini müdafaaa eden ve sahip çıkan Atatürkçüler (2) 1930’lu yıllardaki Atatürk’ün görüş ve düşüncelerinden hiç bahsetmeden Atatürk’ü halka sevdirip tanıtmak için Atatürk’ün dinden bahseden sözlerini ön plana çıkaran Atatürkçüler.
“Kenan Paşa Ne Yapsın”
12 Eylül 1980’den sonra idarede söz sahibi olan Milli Güvenlik Konseyi üyeleri ise, “Ben Atatürkçü değilim” diye öfkelenip, “Gerçek Atatürkçülükken taviz verildiğini söyleyip idarecileri itham edenlerin aksine, her vesileyle Atatürk’ün yolundan gittiklerini ve Atatürk ideolojisini iyice yerleştirmek için çalıştıklarını söylüyorlardı.
MGK Başkanı Org. Kenan Evren, Anayasanın referanduma sunulmasından önce gittiği her yerde mutlaka bu mevzuu açıyor ve Atatürk’ten sözler naklediyordu. Ramazan günü halkın gözü önünde su içmekte herhangi bir beis görmeyen Org. Evren, yine her gittiği yerde mutlaka “tesettür” üzerinde duruyor ve bazı yerlerde yüzü örtmeyi, bazı yerlerde ise başı örtmeyi tasvip etmediğini söylüyor ve Müslüman kadınların başlarını örtmelerini, Peygamber Efendimiz zamanındaki kuaför yokluğuna bağlıyordu.
Org. Kenan Evren, referandumdan sonra Cumhurbaşkanı olunca da aynı tavrından zerre kadar taviz vermediğini ortaya koymuştu. Nitekim P986 yılı sonunda YÖK’e bir emir vererek başörtülü talebelerin okula devam etmelerini imkânsız hale getirmişti. 8 Ocak 1987’de Adana’da Cumhurbaşkanının da iştirak ettiği rektörler toplantısında başörtüsü mevzuu ele alınmış ve rektörler yerlerine döner dönmez başörtüsü yasağını mer’iyete koymuşlardı. Bundan böyle halkının % 99’unun Müslüman olduğu, kadınların % 80’nin başörtülü olduğu bu ülkede başörtülü talebeler üniversitelerin kapısından içeriye adım atamayacaklardı.
Bu başörtüsü yasağı Marksist ve ateist olarak bilinen gerçek Atatürkçü olduğunu söyleyen çevreyi memnun etmişti. Ama yine de tatmin olmamışlardı. Kur’an kurslarına gidenlerin sayısı hızla artıyordu. Ezan hâlâ Arapça okunuyordu.
Kur’an Kurslarının Âkibeti
Cumhurbaşkanı Kenan Evren yaptığı muhtelif konuşmalarda Kur’an kursları mevzuunu ciddi şekilde ele aldıklarını söylüyor ve Süleymancılara ait bazı Kur’an kurslarının kapatılması için emir verdiğini, bu Kur’an kursu idarecilerinin muhakemesinin hızlandırılmasını istediğini, ancak mahkemenin Kur’an kursunun mallarına el konulması kararını iptal ettiğini söylüyor ve “Kenan Paşa ne yapsın?” diyordu.
Cumhurbaşkanı Kenan Evren; yurt dışında vazife yapmış olan bazı din görevlilerinin maaşlarının devrin idarecilerinin (Başta Cumhurbaşkanı Kenan Evren olmak üzere bütün MGK üyeleri, Başbakan Bülent Ulusu ve Bakanlar) bilgisi dahilinde ‘Rabıtaü’l Alem’il İslâmi” isimli teşkilat tarafından ödenmesi münasebetiyle; bilhassa sol çevrenin, “Laiklik elden gidiyor, Atatürkçü Laik bir Türkiye’de bu yapılır mı?” gibisinden yaptıkları şiddetli tenkitlere cevap vermek için 27 Mart 1987 günü yaptığı konuşmasında da mühim açıklamalarda bulunuyordu.
İşbaşında olduğu devrelerde İmam hatip okulunun açılmasına izin vermediklerini (1980-1981, 1981-1982, 1982-1983 öğretim yılında bir tek imam-hatip okulu açılmamıştı) söyleyen Cumhurbaşkanı Kenan Evren, “Ben şeriatçıların ü- zerine üzerine gittim” diyordu.
Cumhurbaşkanı Kenan Evren 8 Ocak 1987’de Adana’da yaptığı konuşmada da imam-hatip okulu mevzuu üzerinde durmuş ve bazı devrelerde bu okulda okuyan talebelerin de Harp Okuluna alınması için baskılar yapıldığını söylemiş, bu okuldan mezun olanların ancak din adamı olacağını ve asker olamayacağım ifade etmişti.
Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in, bilhassa sol çevrenin o- kullara din dersinin ’’mecburi ders” olarak konulmasının tenkit etmeleri hususu üzerinde durmuş ve 27 Mart 1987’de Gazeteciler Cemiyetinde yaptığı konuşmasında, bu derslerin tatbiki olarak okutulmasına karşı olduğunu, bu dersleri tatbiki olarak okutan öğretmenlerin hakkında takibat açıldığını söylemişti. Yani, din dersinde namaz bahsini öğrenen talebelerin namazın nasıl kılınacağını tatbiki olarak öğrenmesi yasaktı.
12 Eylül idaresi zamanında “Atatürkçülük”, okulda, televizyonda, radyoda, askeri okullarda, elhasıl her yerde ön plana çıkmıştı. Atatürkçü olduğunu söyleyen, buna rağmen Marksist ve ateist çevre, bir türlü memnun olmuyordu.
12 Eylülün temel gereklerinden birisi, “anarşi ve terör” idi. Ülkeyi bir kan gölüne çevirmek isteyen, masum insanları merhametsizce katleden, devletin güvenlik gücü mensuplarını şehit eden, soygun yapan, yakıp yıkan, eğitim müesseselerini harp meydanlarına çeviren gençliğin hemen hemen tamamının “tahsilli” oluşu herkesin dikkatini çekmişti. İşte devrin idarecileri de bunu göz önüne alarak, bir daha anarşist gençlik görmemek için, çareyi ” Atatürkçü nesil” yetiştirmekte görmüşlerdi. İlkokuldan üniversiteye kadar tahsil hayatının her kademesinde Atatürkçü görüş hakim olacak, ders kitapları Atatürkçü görüşle kaleme alınacaktır.
Eğitimin “Atatürk ilke ve inkılapları istikametinde” yapılacağını söyleyenler yalnızca 12 Eylül’den sonra idarede söz sahibi olanlar değildi. O tarihe kadar işbaşına gelen bütün hükümet programlarında bu ifadeler yer almıştı. Ayrıca bu incelememizde de de misallerini gördüğümüz gibi 1976-1977 ve 1977-1978 öğretim yılı haricinde» 1930dan bu yana eğitimde Atatürk devrinde yazılan kitaplarla aynı görüşün muhafaza edildiği kitaplar okutulmuştu.