Biyoteknolojinin Şantiye Alanı Olarak Beden

1427723793363-300x160 Biyoteknolojinin Şantiye Alanı Olarak Beden

Biyoteknolojinin beden üzerindeki tasarrufu, tıb­bi, ticari, felsefi ve politik gibi farklı boyutları içeren bir anlam çerçevesi içine yerleştirilerek değerlendirilebilir. Tedaviyi amaçlayan tıbbi bağlam bedene müdahalenin ahlaki-legal gerekçesinin en kolay ve sağlam temelde savunulabildiği bağlamdır ve genel olarak tartışma dışıdır. Ancak tıp/sağlık boyutunu diğer boyutlardan bağımsız değerlendirmek pek mümkün değildir. Beden bu nokta­da sadece hekimlerin değil, sermaye çevrelerinin, filozof­ların ve politika yapıcılarının da ilgi alanındadır. İnsan bedeni tarih boyunca sağlık-hastalık, güzellik-çirkinlik, güçlülük-zayıflık, mutluluk-mutsuzluk, başarı-başarı- sızlık, yüksek statü-düşük statü ve inanç-inançsızlık gibi pek çok değerin derecelendirildiği bir ölçek vazifesi gör­müştür. Corbin ve arkadaşlarının (2008:9) Bedenin Tari­hi kitabında belirttikleri gibi beden, “öznel referanslarla kolektif normun” kesiştiği sınır noktasını temsil eder, o yüzden kültürel dinamiğin merkezinde yer alır. Bir ser­mayedir aynı zamanda; bazı bedenler değerli doğar, bazı­ları daha sonra değer kazanır, bazıları ise öldükten sonra da değerlerini korumaya devam eder (Penfould-Mounce, 2019). Beden iktidar ilişkilerinin de hedefindedir; ceza­landırma, denetim ve disiplinin sahnelendiği yerdir (Keskin, 2014:16-18). Her şeyden önce gerçek kişiliğin gerek şartı, yaşamın ve var olmanın kanıtıdır

Bedenin taşınabilir, ekilebilir, restore edilebilir, pi­yasada işleme sokulabilir yapısı ve anlam taşıyıcı ola­rak kültürel işlevinin ötesinde anlam üreten kurucu bir ilke olarak görülmesi söz konusudur Le Breton (2014: 24) bedeni “bugünün başlıca siyasal meselesi ve çağdaş toplumların temel çözümleyicisi” olarak tanımlar. Fuku- yama da (2003: 19) “Biyoteknolojinin ve insan beyninin bilimsel olarak daha kapsamlı bir şekilde anlaşılması, son derece önemli politik sonuçlar vaat eder” demektedir Nitekim bu düşüncenin açık örneklerini tarihte öjenik hareketin uygulamalarından takip etmek mümkündür Biyoteknoloji, politik ya da ideolojik bir doğruluğa ge­netik kanıt üretmeyi mümkün hale getirebilir. Şüphesiz ojeni günümüzde sahte/kara bilim olarak görülmektedir. Ancak öjenik tasavvurun hâlâ sağ olduğunu; biyotekno­loji ve genetik alandaki gelişmelerin öjeniden farklı ola­rak bilimsel dikkat ve titizlikle ilerlediğini söyleyebiliriz. Dahası biyoteknolojinin göz dolduran gelişmeleri öjeniyi yeniden tartışmaya açmıştır. Bazıları devlet eliyle olma­dığı, bireyin özgür tercihiyle olduğu sürece öjeninin so­run olmadığını söylemekte ve “liberal öjeni”den bahset­mektedir:

[…] ebeveyn güdümlü ojeni argümanına göre ise, SYHGM (Soy Hattına Yönelik Genetik Müdahale) aracılığıyla ojeni devlet eliyle olabileceği gibi, zamanla ebeveynlerin talepleri üzerine gerçekleştirilebilir duruma da gelebilecektir. Bu sebeple kimi­leri bunu liberal ojeni (liberal eugeny) şeklinde isimlendirmek­tedir (Barış, 2022:126),

Başka bir ifadeyle biyoteknoloji bireylere “kendi do­ğalarını seçme” özgürlüğü vermektedir. Serbest piyasaya duyulan inancın, biyoteknoloji piyasasına transfer edil­mesi pek de zor olmayacaktır. Ne var ki, serbest piyasa spekülasyona ve kimi durumlarda iktidarın müdahalesi­ne açıktır (Fukuyama, 2003:125).

Diğer taraftan beden posthümanizme göre olumsal bir “şeyedir; yönsüz, tamamlanmamış, sürekli ve fark­lı müdahalelere açık bir olasılık durumu, bir belirsizlik hâlidir. Posthuman’ın bedeni; bir özü işaret eden izlerin silikleştirildiği, silindiği; ikili karşıtlıkların bir araya gel­diği bir derlemedir. Beden, varlığa ilişkin anlam katego­rilerinin yıkılıp, yeniden inşa edildiği “şantiye alanı” gö­rülmektedir. Asıl adı “Mireille Suzanne Francette Porte” olan Body Art’çı Orlan, bunun, günümüzde öne çıkan örneklerinden biridir. Sadece 1990-1993 yılları arasında 9 kez ameliyat geçiren Orlan’ın “deri keyfe göre dizaynı değiştirilen bir terekedir.” sözü bedene bakışım özetler. “Benim bedenim, çağımızın hayati sorunlarının ortaya konulduğu kamusal bir tartışma alanıdır” diyen Orlan, sanatının gayesini “doğuştan olana, kaçınılmaz olana, doğaya, DNA’ya ve Tanrıya karşı bir mücadele” şeklinde açıklar (Le Breton, 2014, s.45-48). Geçirdiği ameliyatla­rı “performans” olarak seyircisiyle canlı paylaşan Orlan, alnının iki tarafına “boynuz” protezi yaptırarak yeni bir organ da edinmiştir. Posthümanizmin öncü isimlerinden Ferrando (2016), Orlan’ın, bedeni toplumsal normları ye­rinden etmek için kamusal bir sahne olarak algılamasını selamlar. Orlan’ın ameliyathaneyi bir stüdyo olarak kul­lanmasını (Akman, 2006) “sabit kimlik” nosyonuna mey­dan okuma; göçebe öznelliği biyolojik benliğe genişletme olarak görür (Ferrando, 2016).

Beden çağdaş toplumlarda; “müsvedde”, “aksesuar” “fazlalık”, “ilan tahtası” “amblem”, “sermaye” “sorgu odası”, “adi bir süs eşyası”, “maskenin kendisi”, “yazılım” “gerek­siz bir post” “bir karın ağrısı” “soyulması gereken kabuk” “tapınak” “postmodern bir kolaj”, “disketteki bir dosya” “kişisel bir mülk”, “performans ekranı”, “patentlenebilir ürün” ve nihayetinde bir makinedir Bütün bunların öte­sinde sosyal bilimlerde beden için en çok kullanılan me- taforlardan biri de “sermaye” metaforudur. Nitekim Bili Bryson Beden: Bir Kullanım Kılavuzu isimli kitabında Kraliyet Bilimler Akademisi Kimya Topluluğunun orta­lama boyutlarda bir bedenin maliyetini hesapladığını an­latır. Gerekli bütün elementlerin bir araya getirildiğinde bir insan inşa etmenin faturası 96. 546,79 sterlin çıkmış. ABD’deki bir bilim programı ise insan vücudundaki te­mel bileşenlerin değerini hesaplamış. Ortaya çıkan ra­kam gayet uygun: 168 dolar.

Beden; fiziksel sermaye, estetik sermaye, cinsel serma­ye türlerini temsil eden bir kaynak olarak görülmektedir. Her sermaye gibi, çoğaltılabilir, tüketilebilir ve mübadele edilebilir (Kukkonen, 2021). Ne bir kutsallığı, ne de bir dokunulmazlığı vardır. Bedene müdahalenin önündeki etik sınırlar, hayal dünyası karşısında dayanıksızdır. Kal­dı ki estetik cerrahinin son yıllarda tıbbın “trend” bran­şlarından biri olması çağdaş toplumların bedenlerinden duydukları memnuniyetsizliğin bir yansıması olarak gö­rülebilir. Bu rahatsızlık, yukarıda aktardığımız biyotek- nolojik uygulamaların sosyal ve psikolojik zeminini oluş­turabilecek olması açısından dikkate değerdir.

Beden imajı, Bedenden Duyulan Memnuniyetsizlik ve Kozmetik Vatandaşlık

Hatice Danabaş ismiyle Türkiye 2006 yılının Ağustos ayında tanışmıştı. Hürriyet gazetesine “20 Kiloya Düştü”[19] başlığıyla haber olan Danabaş için gazete şöyle diyordu:

Mankenlere özenerek yaptığı yanlış diyetle anoreksiya nervo- sa hastalığına yakalanan ve 56 kilodan 20 kiloya düşen Hatice Danabaş’ın imdadına, aynı hastalığın pençesinden kurtulmayı başaran arkadaşı yetişti.

Zayıflamak için sert bir diyet uygulamaya karar veren Hatice bu kararı nasıl aldığını şöyle anlatıyor:

İlk zamanlar çevremdekiler, zayıflayınca daha güzel olduğumu söylemeye başladılar. Bu benim hoşuma gitti. Artık mantık şuydu: ‘Zayıflayınca güzel olunuyor/ 0 zaman daha çok kilo ver­meliydim. Bütün günüm artık yediklerimin kalorilerini hesapla­makla geçiyordu. 38 kiloya düşmüştüm. Buna rağmen kendimi hâlâ kilolu görüyordum, bana göre kocaman bir göbeğim vardı ve bir türlü kaybolmuyordu. Midem sürekli ağrıyordu, oturamı- yordum. Kemiklerim bana batıyordu. 0 hâlimle her gün bir saat de yürüyüşe çıkıyordum. Hızlı tempoda yürüyerek, bana göre fazla olan kilolarımı eritmeye çalışıyordum.

Bu haberden bir hafta sonra aynı gazete Hatice’yle bir röportaj yaptı.[20] “Kendinizi güzel buluyor musunuz?” sorusuna Hatice’nin verdiği cevap dikkat çekici:

Pek güzel bulmuyorum ama zayıf buluyorum. Zayıflık benim için güzellikten daha önemli. Zayıf olmak hoşuma gidiyor. Ama kilolu olduğumda daha mutluydum, şimdi zayıfım ama mutsu­zum.

Bu kitabı yazmaya devam ettiğim sıralarda bu sefer te­levizyonlara Rojin Elveren’in haberi düştü. Habere göre zayıflamak için “mide küçültme” ameliyatı olmaya karar veren 19 yaşındaki kız bunun için hastaneyle 38 bin liraya anlaşmıştı. Hastanede kızlarının ameliyattan çıkmasını bekleyen aile maalesef çocuklarının ölüm haberini aldı.

Yenilerde yapılan araştırmalar bedenden duyulan memnuniyetsizliğin ve yeme bozukluklarının özellikle gençler arasında yaygınlaştığını, bu bozukluklara bağlı ani ölümlerin arttığını belirtmektedir (Mehler vd., 2022; Micali ve Herle, 2023; van Eeden, van Hoeken ve Hoek, 2021)*

Sadece kilo problemi değil bedenin neredeyse bütün organlarına ilişkin geliştirilen “güzellik normları” bedene yapılan müdahaleyi artırmıştır.

Uluslararası Estetik Cerrahi Derneğinin (ISAPS: The International Society of Plastic Surgery) yayımladığı bir rapor, 2011-2016 yılları arasında Türkiye’de estetik operasyon sayısının %200 oranında arttığım belirtmişti. Toplam estetik operasyon sayısı 2011 yılında 266 bin 146 iken bu rakam 2016’da 789 bin 565’e çıkmış. ISAPS’ın 2020’de yayımladığı raporda ise dünyada en çok estetik operasyonun gerçekleştiği ülkeler arasında beşinci olan Türkiye’de, toplam (botoks ve toxin gibi cerrahi olmayan estetik işlemler dâhil) 945 bin 477 işlem gerçekleştirilmiş. İlk sırada ABD var, 4 milyon 667 bin 931 kişiye estetik işlem uygulanmış.[21] Fortuna Business Insights’ın Nisan 2022’de yayımladığı rapora göre kozmetik cerrahi pazar büyüklüğü 2020’de 44,55 milyar dolar iken, bu rakam 2021’de 46,02 milyar dolara yükselmiş. Pandeminin koz­metik cerrahi pazarını olumsuz yönde etkilediğini de be­lirtelim. Rapora göre, pazar büyüklüğünün 2028’de 58,78 milyar dolara yükselmesi bekleniyor.[22]

İnceleyin:  Mağlup

Estetik cerrahinin bu denli büyümesinin arkasın­da modern toplumlarda beden imajına verilen önemin yattığı belirtilmektedir (Stefanile vd., 2014). Beden ima­jı kavramı AvustralyalI psikiyatrisi Schilder tarafından geliştirilmiştir. Schilder’e göre beden imajı, zihinsel bir görünümdür; kişinin kendi bedenine ve bedeninin par­çalarına ilişkin zihninde oluşan bir resimdir. Grogan(2001:1) beden imajını kişinin bedeni hakkındaki algıla­rı, düşünceleri ve hisleri olarak tanımlanmaktadır. Diğer bir ifadeyle beden imajı objektif bir değerlendirme değil, psikolojik bir deneyimdir; kişinin kendi bedenine ilişkin sübjektif algısıdır (Pylvanainen, 2003; Eşiyok-Sönmez ve özgen, 2017). Beden memnuniyetsizliği ise algılanan reel beden ile ideal beden arasındaki farkın bir sonucu ola­rak ortaya çıkmaktadır. Kişinin mevcut beden ölçüleriyle ulaşmak istediği ideal beden ölçüleri arasındaki fark attık­ça bedenden duyulan memnuniyetsizlik de artmaktadır (Heider vd., 2015). Kişinin beden imajı durağan değildir; yıllar içinde değişmekte, kişi tarafından sürekli inşa edil­mektedir. Bu değişim, kişinin içsel/psikolojik ve çevresel koşulların etkileşimiyle oluşmaktadır (Eşiyok-Sönmez ve Özgen, 2017). Dolayısıyla beden imajı sosyo-kültürel bir algı olarak değerlendirilmektedir. Kişiyi çevreleyen kül­türün hangi bedeni güzel, güçlü ve değerli bulduğu kişi­nin beden imajım da etkilemektedir. Yapılan araştırmalar beden imajının güzellik ve kaslı olmanın yanı sıra sağ­lıklı olma düşüncesiyle de ilişkili olduğunu göstermek­tedir. Spor ve sağlık dergilerinde sunulan trol modeller bedenden duyulan memnuniyetsizliği arttırabilmektedir. Özellikle bu tür dergileri takip eden gençlerle yapılan çalışmalar, bu dergilerin erkek ve kızların beden imajı­nı etkilediğini ve yeme bozukluklarını arttırdığını ortaya koymuştur (Botta, 2003; Claumann vd., 2019).

Bu noktada özellikle medyanın kullandığı dil ve öne çıkarılan modeller beden imajının olumlu ya da olum­suz şekilde değerlendirilmesine yol açmaktadır (Levine ve Chapman, 2011), Yapılan bazı araştırmalarda beden imajının medyadan etkilendiği, bireylerin medyadaki ün­lülerle kendi bedenlerini karşılaştırdıkları ve bedenleri­ni popüler kişilere benzetmeye çalıştıkları bulunmuştur (Eşiyok-Sönmez ve Özgen, 2017). Slater ve Tiggemann’ın(2014) gerçekleştirdiği bir başka çalışmada ise genç er­keklerin takip ettikleri televizyon programları ve dergi türlerinden etkilendiği; zayıf ve kaslı bir vücuda sahip olma arzularım arttırdığı ifade edilmektedir» Beden ima­jına ilişkin olumlu ya da olumsuz değerlendirmelerin çok küçük yaşlardan itibaren başladığı bildirilmektedir. Örneğin okul öncesi dönem çocuklarıyla yapılan bir ça­lışma, 5-6 yaşlarındaki kız çocuklarının kendilerini oldu­ğundan daha zayıf görme eğiliminde olduklarını ortaya koymuştur (Kerkez vd., 2013).

Özellikle moda endüstrisinde çocukların küçük yaş­lardan itibaren “manken” olarak podyumlara çıkarılması bu eğilimi besleyen önemli sorunlardan biridir. Ameri­kalı manken ve aktrist Jennifer Sky 2014’te “Moda En­düstrisindeki Çocukları Sömürüden Koruyun” başlığıyla çektiği YouTube videosunda çocukların küçük yaşlardan itibaren moda endüstrisine dâhil edildiğini belirtmekte; “Modellerin %54’ü 16 yaşında veya daha küçükken işe başlıyor. Ajanslar 13 yaşında işe almaya başlıyor.”[23] de­mektedir. Güzel ve Çizmeci’nin (2018, s. 65) Filtreli Gü­zellik kitabı da aynı soruna değinmekte; 10 yaşındayken sosyal medyada yaptığı fotoğraf paylaşımlarıyla “dünya­nın en güzel kızı” olarak anılan Kristina Pimenova’nın modelliğe “4 yaşında” başladığını belirtmektedir. Bu bağ­lamda, 2017 yılında Doveun 14 ülkeden 10-17 yaş aralı­ğındaki 5 bin 165 kişi üzerinde gerçekleştirdiği “Kızlarda Güzellik ve Özgüven” araştırmasının sonuçları dikkat çe­kicidir. Araştırmanın sonuçlarına göre dünya genelinde kızların yarısından fazlası (%54) özgüven eksikliği yaşar­ken, Türkiye’deki oran %50’dir. Fiziksel açıdan özgüveni yüksek olmayan 10 kızdan 7’sinin aile ve arkadaşları ile görüşmek istemediği, sosyal faaliyetlere katılmaktan kaçındığı belirtiliyor. Yine 10 kızdan 8’inin bilerek yemek yemediği vurgulanıyor.[24]

Tiggemann (2011) çağdaş Batı toplumlarında görü­nüşe yapılan güçlü vurgunun kadınlarda ve erkeklerde olumsuz beden algısına neden olduğunu ifade etmekte; kadınlarda “incelik/zayıflık” erkeklerde ise “kaslı vücut” imgesinin âdeta bir norm hâline geldiğini söylemekte­dir. Bu bakış açısı, bedeni üretim-tüketim ilişkilerinin bir nesnesi olarak görmeyi beraberinde getirmiştir. Bu, sa­dece beden tasarım endüstrisinin değil, kişinin de kendi bedenine bir eşya muamelesi yapmasını zamanla doğal- laştırmaktadır. Nitekim nesneleştirme teorisi, Batı top- lumlarında kadınların fiziksel olarak nesneleştirildiğini, bunun da kişinin kendini nesneleştirmeye yol açtığını belirtmektedir. Bu teoriye göre, kişi kendi bedenini hâ­kim normların yönlendirdiğini bildiği üçüncü kişilerin gözüyle algılamaya başlar, bu bakışı içselleştirir ve bede­nini normatif güzellik algısına uygun şekilde sunacağı bir nesne gibi değerlendirir (Fredrickson ve Roberts, 1997). İçselleştirilen normlar kişinin kendi bedenini sürekli gö­zetlemesine neden olur. Kadın bedeninin her bir parçası (tırnaklar, saçlar, kaşlar, dudaklar, parmaklar) bu norma­tif güzellik tahakkümünün bir parçası hâline gelir ve be­denden duyulan memnuniyetsizliği arttırır.

Beden memnuniyetsizliği günümüzde yaygındır; dep­resyon, yeme bozuklukları, cinsel işlev bozukluğu, yaşam memnuniyetsizliği gibi sağlık sorunlarına neden olması­nın yanı sıra, kozmetik cerrahiye artan ilginin önemli bir sebebidir (Dimas vd., 2021). Hargreaves ve Tiggemann’ın (2004) yaptığı bir araştırmada medyada sunulan idealleştirilmiş beden görünümlerinin kızların beden mem­nuniyetsizliklerinde önemli bir etkide bulunduğu; hem erkeklerin hem de kızların psikolojik durumlarını olum­suz yönde etkilediği ortaya konulmuştur. Özellikle yeme bozuklukları beden memnuniyetsizlikleriyle yakından ilişkilidir. Ergen kızların yaklaşık %4’ünün bulimia ner- voza geliştireceği, bu bozukluğun da depresyon, madde kötüye kullanımı gibi birden fazla komorbiditesi olduğu belirtilmektedir (Shroff ve Thompson, 2006). Thompson ve arkadaşları (1999) beden memnuniyetsizliğini açıkla­mak için üçlü etki modelini önermiştir. Bu modele göre, akranlar, ebeveynler ve medya beden imajını etkilemek­tedir. Özellikle son zamanlarda yapılan araştırmalar sos­yal medya ağlarının hem kadınlarda hem de erkeklerde beden memnuniyetsizliğini arttırdığını göstermektedir. Örneğin ABD’de bedenden duyulan memnuniyetsizliğin hayli yaygın (kadınlarda %11 ila 72, erkeklerde %8 ila %61 arasında) olduğu ortaya konulmuştur (Fiske vd., 2014). Yapılan bazı çalışmalar Facebook ve Instagram gibi gö­rünüm odaklı sosyal medya ağlarının, nesneleştirme ve üçlü etki modelini desteklediğini belirtmektedir (Fiora- vanti vd., 2022; Holland ve Tiggeman, 2016).

Diğer taraftan bedenden duyulan memnuniyetsizlik, içselleştirilmiş ödül-ceza sistemiyle bir taraftan kozmetik endüstrisini büyütürken, diğer taraftan biyopolitik inşa­ya da hizmet eder. Alvaro Jarrin, Güzelliğin Biyopolitiği: Brezilyada Kozmetik Vatandaşlık ve Duygusal Kapita­lizm (2017: 3-5,157-158) adlı kitabında, kozmetik cerra­hinin dar gelirli kesimler için; kendi ırksal geçmişinden kurtulma, Batılı/Avrupalı görünmek arzusu ve sınıf at­lama güdüsüyle ilişkili olduğunu belirtir. Örneğin Afri­ka kökenliler arasında ten rengini açan kozmetiklere ilgi yaygındır. Nitekim Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) 2019’da yayımladığı bir raporda Nijerya’da kadınların %77’sinin;Togo’da %59, Güney Afrika’da 9635, Senegal’de %27, Ma­li de %25’inin düzenli olarak melanin azaltıcı kullandığını bildirmektedir (Çekin, 2020). DSÖ ten rengini açma için kullanılan ürünlerin dünya ölçeğinde en hızlı büyüyen kozmetik endüstrilerinden biri olduğunu belirtmekte; pazar büyüklüğünün 2024’te 31,2 milyar dolara ulaşa­cağını ifade etmektedir. Bununla birlikte ten rengini aç- mak/parlatmak için kullanılan kimyasalların kanseri art­tırdığını vurgulamaktadır.[25] Uzakdoğulular arasında ise göz kapaklarını çift katlı yaparak çekik göz görünümünü değiştirmek amacıyla göz kapağı ameliyatı yaptırılmakta­dır (Çekin, 2020; Jarrin, 2022).

İnceleyin:  Ayna-Vitrin Olarak Beden

Brezilya’da bir saha çalışması yapan Jarrin (2017), Brezilyalı kadınların güzellik endüstrisi tarafından tayin edilmiş normlara ulaşmak için riskli ameliyatları göğüs­lemek zorunda hissettiklerini aktarır. Diğer taraftan hu­kuk ve halk sağlığı sistemi, başarısız geçen ameliyatlarda cerrahları koruyup sorumluluğu “hastalara” yükleyen bir şekilde tanzim edilmiştir. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Jarrin (2017) Brezilya’daki güzellik teknolojisine ya­pılan yatırımı bireysel bir güdü olmaktan çok, sınıf atla­manın bir aracı olarak değerlendirir ve buna “kozmetik vatandaşlık” der. Brezilya’da “Güzellik kapıları açar” sö­zünün yaygın olduğunu söyleyen Jarrin, güzelliğin sosyal bir değer olduğunu, çirkinliğin ise sosyal dışlanma ve ezi­yet getirdiğini belirtir. Estetik cerrahlar bir bakıma be­deni güzellik endüstrisinin normlarına uygun şekle geti­rip, kozmetik vatandaşlığa kabulü kolaylaştıran pasaport sağlayıcıları gibidir, örneğin Brezilya’da “bişektomi” (ya­naktan yağ aldırma ve yanak derisini gerdirme) işleminin son birkaç yılda üstel bir büyüme gösterdiğini belirten Jarrin (2022), Brezilya’nın plastik cerrahi, dermatoloji ve diş cerrahisinde küresel bir merkez hâline geldiğini belirtmektedir. Bunun sebebine dair önemli bir tespitte bu­lunur Jarrin. O’na göre Brezilya’nın bu alanda bir merkez hâline gelmesi» Brezilya nın gerekli insan sermayesine sa­hip olmasının yanında “kuralsızlık” ile ilişkili. Diğer bir ifade ile cerrahlar gereken müdahaleleri yapabilmek için mevzuat engeliyle karşı karşıya değiller. Ancak ABD’de durumun böyle olmadığını» oradaki cerrahların FDA ta­rafindan belirlenmiş sıkı kurallara tabi olduğunu aktar­maktadır.

Estetik Cerrahiyi Doğum Öncesinden Başlatma: Bedene Müdahalenin Bir Sınırı Var mı?

Modern toplumlarda güzellik normatif bir değer ola­rak görüldüğü için ölçülebilir, derecelendirilebilir, sı­nıflandırılabilir bir olgudur. Güzellik gibi görece daha kültürel ve öznel bir olgunun sayısallaştırılabildiği bir dünyada, sağlık ve güçlülük ölçmeye ve dolayısıyla stan­dartlaştırılmaya daha uygun işlem birimleri olarak görül­mektedir. Bedenin biyopolitik bir gösterge olarak sayısal­laştırabilmesi; ölçüm ve sınıflandırmaya tabi tutularak politik bir değere tahvil edilebilmesi, estetik cerrahinin aynı zamanda kültürel/politik meşruiyet mercii olarak görülmesini sağlamaktadır. Geleneksel (televizyon, ga­zeteler, güzellik ve sağlık dergileri/programları vb.) ve sosyal medyanın farklı platformlarında (YouTube, Ins- tagram, Facebook vb.) bu meşruiyet standartları sürekli olarak hatırlatılmakta, gerekli durumlarda da güncellen- mektedir. Yukarıda aktardığımız rakamlar ve örnekler bedenin sınıfsal, ekonomik ve kültürel bir değer aracı olarak konumlandığını; gerekli ölçütleri karşılamak üze- re istekli bir kitle var edildiğini ortaya koymaktadır.

Ancak söylendiği gibi, estetik ve kozmetik endüstrisi doğmuş, seçilmiş, şekillenmiş bedeni modifiye etmektedir. Biyoteknoloji ve genetik mühendisliği, bu modifi­kasyonu embriyo aşamasına taşıyıp bedenin var oluşunu tasarlama imkânı sunarak, estetik cerrahiyi bir bakıma “doğum öncesinden” başlatma seçeneğini içinde barın­dırmaktadır. Biyoteknoloji ve genetik mühendisliği sade­ce bedeni (göz, kaş, deri, burun, boy vb.) değil “kişiliği” (zihinsel yetenekler, psikolojik özellikler) de modifiye etme vaadinde bulunmaktadır.

Biyoteknoloji ve genetik mühendisliği sadece gen di­ziliminin değil; ontolojik kategorilerin ve anlamsal ka­lıpların dizilimini de değiştirmeye, sarsmaya adaydır. Bu sarsıntının bir yıkıma dönüşmemesi için elimizde “etik bariyerlerden” daha fazla bir şey de yok gibi görünüyor. Ancak Le Breton’un (2014:87) söylediği gibi “Bu konuda­ki tek sınırın ahlak değil araştırmacıların ‘hayal dünyası’ olduğunu deneyim gösteriyor.”

Nitekim geçmişte “dokunulmaz” görülen pek çok etik bariyerin önce aşıldığı, zamanla etik sınırların çiğnenme­sine alışıldığı, bir süre sonra ise o bariyerlerin kendisinin “etik sorun” olarak kabul edildiği bir dünyada yaşıyoruz. Bir dönem “etik duyarlılık” olarak görülen tutumların, kısa süre içinde “tabu” olarak damgalanması; ayrımcılık biçimi olarak yeniden tanımlanıp kriminalize edilmesi mümkündür. “Kadın” mücadelesinin başına gelenler bu­nun çarpıcı bir örneğidir. Bir önceki bölümde vurguladı­ğımız gibi, geçmişte “Kadınlar vardır!” sloganı feminizmi tanımlayıcı bir slogan iken, bugün “ayrımcı” bir slogan olarak algılanmakta; kadının biyolojik cinsiyetini vurgu­layanlar TERF diye damgalanmaktadır.

Biyoteknoloji sabit, normatif, ilkesel, verili ve doğuş­tan olanı yeniden anlamlandırmanın sadece retorikten ibaret olmayacağı; tahayyülün, gerçekliğin yerine ikame edilebileceği bir alan olarak köklü dönüşümlerin haberçişidir. Şüphesiz, hemen her teknoloji gibi rasyonalitesiy- le beraber gelecektir. Le Bretaon’un (2014:20) ifade ettiği gibi:

Tıp artık etkinlik alanını sadece tedavi etmekle sınırlamıyor, olası ‘acılar’ı gerekçe göstererek hayata hâkim olmak ve gene­tik verileri denetimine almak için müdahale ediyor; normatif bir merciiye, bir biyo-iktidara (Foucault) dönüşüyor; mevcut acıları iyileştiremeden, kaçınılmaz hastalıkları ve kırk elli yıl içinde gelip vurması muhtemel hastalıkları (Huntington Koresi vb.) sayıp dökerek kaderi ifade etmenin bilimsel ve acımasız bir formuna dönüşüyor.

*♦*

Byung-Chul Han (2021: 113) Kapitalizm ve Ölüm Dürtüsü kitabında servet sahibi olan birinde “kadiri mut­lak bir güç ve ölümsüzlük yanılsaması” oluştuğunu söy­ler. Servet, güç ve tahakkümün ölümsüzlük ve öldürme ile ilişkili olduğunu belirtir. İş önünde sonunda “öldür- me-diriltme” konusuna gelir dayanır. Kadiri mutlak ol­mak demek öldürebilmek ve diriltebilmek demektir. Çağ­daş dünyanın bir yandan dünyayı birkaç kez yok edecek silahlar üretmesi bir yandan da “diriltme teknolojilerine” yatırım yapması bu açıdan bir çelişki değildir. Şöyle yazar Chul Han (s. 12):

Biriktirilen öldürme tahakkümü bir büyüme, güç [Kraft], iktidar [Macht], yaralanmazlık ve ölümsüzlük duygusu üretiyor… Öl­dürmek için biriktirilen servet hayatta kalmak için biriktirilen servetmiş gibi tahayyül ediliyor.

Kadiri mutlak olmak “teknik” bir konudur çağdaş dünyada. Harari (2016: 33) Homo Deus kitabında “Mo­dern insan” der “ölüme daha ziyade çözülebilecek ve çözmemiz gereken teknik bir sorun olarak bakar.” Şöyle devam eder:

Her teknik sorunun yine teknik bir çözümü vardır. Ölümün üs­tesinden gelebilmek için İsa’nın yeniden dirilmesini beklemek durumunda değiliz. Birkaç çalışkan bilim insanı başarabilir bunu. Ölüm geleneksel olarak rahiplerin ve teologların uzman­lık alanıydı ama artık onların yerini mühendisler aldı.

Harari’nin yazdıkları Nemrut’un binlerce yıl önce Hz. İbrahim’le yaptığı tartışmada söylediklerinin günümüz­deki yankısı gibidir. Tartışma bitmemiştir; Nemrut’un “ölüleri diriltme” güdüsü hâlâ hayattadır. Dahası tekno­loji bu güdüyü gerçek kılma ümidini artırmıştır.

Dolayısıyla teknoloji teknik bir konu olmaktan çok te­olojik bir konudur günümüzde. Bu noktada teknolojiye ayrıca bir başlık açmak ve özellikle biyoteknoloji ve yapay zekâ/robotik çalışmalarını merkeze alarak “teknolojik gelişmeleri ne motive ediyor?” sorusunu sormak istiyo­rum. Acaba teknoloji kendi ilerleme güzergâhında ev- rimleşip yoluna devam eden; durdurulamaz, sınırlandırı­lamaz ve kaçınılmaz olarak sonuçlarıyla yüzleşeceğimiz bir olgu mudur? Teknoloji bilimsel araştırmaların doğal bir sonucu mudur yoksa ideolojik amaçların bir uzantısı mıdır? Teknoloji -sıklıkla söylenegeldiği gibi- ihtiyaçları­mızın karşılanması ve problemlerimizin çözümü için mi yoksa bir zümrenin “arzuları” için mi üretilmektedir? Bu sorular bizim bu kitapta ele aldığımız konunun yanı sıra birkaç açıdan daha önemlidir. Birincisi, teknolojik geliş- melerin/ürünlerin ekonomik, politik, sosyal ve psikolojik iklimi belirlediği bir dünyada yaşıyoruz: Matbaa devri­mi, sanayi devrimi, elektrik devrimi, bilgisayar devrimi, yapay zekâ devrimi, biyoteknoloji devrimi gibi ifadeler bunun açık bir kanıtıdır. İkincisi, teknolojik gelişmeler/ ürünler önce gelmekte etik ve hukuki tartışmalar onun arkasından gelip genellikle ona tabi olmaktadır. Bir son­raki bölümde sözünü ettiğim sorulara cevap bulmaya ça­lışıyoruz.

Mücahit Gültekin – Travma Düzeni(İnsanın, Ailenin ve Toplumun Dönüşümü),syf:214-228

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir