Bir Zorunluluk Olarak Ahlâk: İnsan Olmak ve Ahlâklı Olmak
Tahsin Görgün
…
Ahlâkî Bir Makuliyet imkânı
ii) Bu durum bizi, ilk bakışta, rasyonel davranmanın ahlâkla irtibatsız davranma olduğu gibi bir neticeye ulaştıracaktır ki bu, başta sorduğumuz sorunun bir cevabı olarak karşımıza çıkacaktır. Yani “ahlâksız” davranmak da makuldür. Hatta “ahlâkî davranmak, makul olmamaktır” gibi bir hüküm ortaya çıkacaktır. Günümüzde özellikle siyasi alanda ahlâkî ilkelere bağlı kalmanın makul olmadığım, onun yerine “reel- politik” yaklaşımın kaçınılmaz olduğunu savunanlar bu tavrın en açık örneğini teşkil ederler.
Halbuki ahlâklı davranmanın, insanın özünü gürleştiren, inşam insan olarak muhafaza eden bir varoluş şekli olduğu ve bunun aynı zamanda makuliyet ile eş anlamlı olduğunu ifade etmiştik. Daha farklı bir ifade ile insan, bağımlı bir varlık olarak, varlığını ancak bu bağımlılık ilişkilerinin farkında olarak, bunları bir bağlılık haline getirirse, kendi varlığını muhafaza edebilecektir; kendi varlığını, başkalarının varlığını muhafaza ederek, muhafaza etme ve kendi özünü, bağımlılık ilişkilerini bağlılık halinde tahkim ederek ve bu tahkim etme yolunu bir vasıf olarak kazanarak, gürleştirmek, ahlâklı olmak anlamına gelmektedir. Akıl bunların bilinebilmesi kabiliyetine bağlı olarak bunların bilinmesi, yani bilkuvvenin bilfiil hale gelmesi ve buna uygun davranılması olduğu için, makuliyet ile ahlâklı olmak, bir ve aynı sürecin iki ayrı ifadesi olarak kavranabilir. Aklı ahlâktan ayırmak, bir kağıdın sadece bir yüzünü, diğerine dokunmadan kesmek kadar imkansızdır.
Eğer bu yaklaşım doğru ise, bu makul davranmanın ahlâklı davranmak olduğu; ahlâkı terk etmenin aklı da terk etmek anlamına geldiği gibi bir neticeyi işaret etmektedir. Bunu ferdi hayatımızda ve hayatımızla alakalı olarak söylediğimizde sorun çıkmamakla birlikte, günümüzde, yani modern dünyada yaşadığımız hayatı bir bütün olarak dikkate aldığımızda, ahlâkın geçerli olduğu mertebedeki makuliyet ile ahlâkın geçerli olmadığı mertebedeki makuliyeti birbirinden ayırmak gibi bir alternatif zuhur etmektedir. Birincisine makuliyet dediğimizde İkincisine başka bir isim bulmamız gerektiği açık olmakla birlikte, modem tavır tam aksi tavrı benimseyerek, İkincisini makuliyet olarak isimlendirerek birinciyi makuliyetin dışına itmeyi tercih etmiştir.
Ahlâklı olmanın insan olarak varolmanın farklı bir ifadesi olduğu dikkate alındığı takdirde, kısaca ahlâkın ayrıca bir yaptırıma ihtiyacı olmadığı kolayca söylenebilir. Bu durumda sorumuz, ahlâklı olanların niçin ahlâklı olduğu açısından değil; ahlâklı olmayanların niçin ahlâklı olmadıklarım anlamaya yönelik olacaktır.
Bu noktada yapmamız gereken önemli bir tespit bulunmaktadır: İnsanlar genellikle ahlâklı davranırlar. İstatistiki olarak bakacak olursak bir insanın kötü olarak nitelenecek fiilleri, bütün fiillerinin içinde çok cüz’i bir yer tutar. Aynı şekilde “kötü” olarak nitelenecek insanlar da, bütün insanlar içinde, çok küçük bir azınlığı teşkil eder. Bu tespit doğru ise, o zaman şu soruyu sormamız, daha doğrusu sorumuzu şu şekilde sormamız uygun olacaktır: İnsanlar bazı fiillerini ve bazı insanlar da kendilerini kötü olarak niteleyecek, nitelemeye sebep olacak, fiilleri neden/niçin yaparlar?
İyinin varlık, kötünün ise varlıktaki bir eksiklik olduğu dikkate alındığı takdirde, kötü olarak nitelenecek fiilleri yapanların, tam yapabilecekken bazı şeyleri eksik yaptıkları; müdahaleleri ile varlıkta bir eksilmeye yol açtıkları veya yapmayarak/müdahale etmeyerek, ikmal edilmesi gereken bir eksikliği öylece bıraktıklarım söyleyebiliriz.
Ahlâkın/ahlâkîliğin zorunluluk teşkil ettiğini söylemek, tabii ki, insanın ihtiyar sahibi bir varlık olarak iradesini hayr yönünde kullanacağım söylemek anlamına gelmektedir. Bu durum aynı zamanda ahlaklı olmanın, ihtiyar ile alakalı olduğunu da ifade eder. İhtiyar, ahlaklı olmayı iktiza eder. Bu durum insanların iradelerini her zaman hayr cihetinde kullandıkları; ancak hayrın ne olduğu sorusuna cevap verirken, yanılabildikleri anlamına gelmektedir. İnsanların eylemlerinde hata yapmaları, bilgi eksikliğinden kaynaklanır. Her türlü şer, aslında, hayır kisvesinde tahakkuk eder. Şer, kendi başına bir amaç olamaz. Bütün kötülükler, genellikle, iyi bir amaç gözetilerek yapılır. Bu iyi amaç, duruma göre ya bir hazdır ya tek bir insanın çıkandır ya bir ailenin, bir sınıfın, bir şehrin veya devletin; bir milletin çıkarıdır. Bu durum bazen istatistik! olarak çoğunluğun faydası olarak da karşımıza çıkar. Bunu dikkate aldığımız takdirde, hiçbir kötü fiil, kendi başına, kendisi için yapılmaz; sürekli ! duruma göre yakın veya uzak bir iyiliği elde etmenin -zorunlu- bir vesilesi olarak manasını ve varlığını kazanır. Ahlâk meselesini ilginç kılan esas nokta da burada karşımıza çıkar.
Ahlâkî alanda ortaya çıkan eksikliklerin, bilgi eksikliğinden kaynaklandığını söylemek, bizi bilgi meselesine götürmektedir. Bilgi nedir ki, sahip olanlar ile olmayanlar arasında, dışardan bakanların da fark ettikleri bir “fark” ortaya çıkmaktadır? Buradaki bilgi, acaba insana “hariç” sadece şeyler ve hadiseler arasındaki nispetlerin tasavvur ve tasdiki midir? Yoksa hakiki manası ile bilgi, insanın, dolayısıyla da toplumun kemali ile alakalı bir “boyut” mudur? Bu soruyu sorduğumuzda, karşımıza İnsanî kemali ihmal eden, dolayısıyla kendisi eksik olan bir bilgi iddiasının, fertlerdeki ve toplumdaki eksildiğin sebebi olabileceğini söyleyebiliriz. Böylesi bir bilgi iddiasının, insana yakışan kemal arayışım ihmale sevk ederek, kemali en iyi ihtimalle fert olarak inşam ihmal eden ve kendisini muhtevadan daha çok bir form olarak kavrayan; insan da dâhil her şeyi, kendi formuna uydurmayı, kendi varoluşunun esası ve amacı haline getiren bir varoluş şeklinin, formatlamasının, insanın fert olarak kemalini ihmaline sebep olarak, inşam kendi ahlâkî taleplerinin gerisinde bıraktığım söylemek mümkündür.
Bilgi meselesinin bu çerçevede ne kadar önemli olduğunu, 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsü hadisesi örneğinde daha açık bir şekilde görebiliriz. Tek tek bireyler bireysel alanlarda ahlâklı davranma konusunda hassas olurken/olabilirken, mensubiyete dayalı olarak ve mensubu bulunulan grubun varlığı ve ihtiyaçlarım dikkate alarak ahlâktan vazgeçmek, mensubu olunan grubun varlığının hikmeti konusundaki bilgisizlikle veya hata ile birlikte dikkate alındığında, tek başına “iyi” ve “ahlâklı” gibi gözüken insan ve fiillerin, bir bütün olarak nasıl bir kötülük çarkına dönüşebileceğinin ibretamiz bir örneği ile karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir. Formel yapıların sebeb-i vücudunu ve hikmetini bilmek, onlarla ahlâklı kalarak irtibatlı olmanın ön şartıdır. Aynı şekilde insani varoluşu, inşam insan olarak muhafaza ederek onu ikmal ve tahkim etmeyi nihai gaye olarak mütemmim cüzü haline getirmemiş herhangi bir formel yapının meşruiyetini baştan tartışmaya açmak ve ıslahı mümkün değilse ihmal etmenin ne kadar önemli olduğunun da bilvesile açığa çıktığını söyleyebiliriz.
Burada müzakere edilmesi gereken en önemli mesele, formel yapıların şimdiye kadar olduğu gibi “otonom” bir varlık olmaktan çıkarak, fertleri bağlayan ve onların bağlı oldukları, inşam ve insani varoluşu muhafaza ilkesine formel yapıları bağlayarak, onlara da ahlâkî bir varoluş boyutu katılıp katılamayacağı ile alakalı bir sorudur. Bu da zorunlu olarak fertlerin olduğu gibi formel yapıların da kendi dışmda, kendi varlığım tanımlayarak anlamlı kılan bir bağlılık ve bağımlılık çerçevesi içinde kavranmasının imkânına bağlıdır ki bu formel yapıların ilim ile irtibatlandırılması anlamına gelir. Kısaca ferdi boyutta akıl ve makuliyet tek başına alındığında, formelleşerek ve formel yapılar icat ederek kendi aleyhine bir durum oluşturduğu gibi; formel yapıların da kendi başlarına, “otonom bir şekilde kavranması, onların bağlılık ve bağımlılık cihetlerinin temyiz edilmemesi gibi bir durum ortaya çıkarmaktadır ki, bu tam anlamı ile bir “ilim” eksikliğini işaret etmektedir.
Ahlâkî alandaki eksiklikler, bilgi ve ilim meselesini gereği gibi halletmeden, halledilebilir gibi gözükmemektedir.
Müeyyide Ahlâkî Olabilir mi?
iii) Burada “müeyyide” ile ilk bakışta doğrudan irtibatlı gibi gözüken ve cevabım aramamız gereken bir soru, eksik yapılan veya neticesinde bir eksikliğin ortaya çıktığı bir şeyin, -buna biz ahlâkî olarak yanlış yapılan bir şey de diyebiliriz- duruma göre eksik yapanın bizzat kendisi tarafından “hoş” karşılanmaması; diğer taraftan da benzer bir şekilde toplum tarafindan kınama, dışlanma hatta fiziki bir şekilde cezalandırma gibi muhtelif şekillerde hoş karşılanmamasının nasıl açıklanacağı ile alakalı olarak ortaya çıkmaktadır. (Sanatkarların ve işinin ehh usta zanaatkarların yaptıkları işlerden memnun olmayarak, hep eksiksiz olanı, kamil olanı, mükemmeli talep etmeleri; mükemmele ulaşamayınca, bundan bir ızdırap duymaları, sanatın ahlâktan uzakta olmadığı, sanatın da ahlâkî bir boyutu olduğunu göstermektedir.)
Bu sorunun cevabım, insandaki ihtiyar/hayra yönelik bulunuş çerçevesinde arayabileceğimiz gibi toplumsal alanda da benzer bir şekilde eksik yapılar veya toplumsal varlığın esasını teşkil eden “teavün” zayıflatarak, toplumu kendi varoluşu cihetinden zayıflatan fiillerin, bu özelliklerinden dolayı, hoş karşılamadığını, buna sebep olanların yaptıklarının toplum tarafindan fark edildiğini fark ettirdiğini dikkate alarak arayabiliriz.
Yaptırım müeyyide meselesini bir misal üzerinden müzakere edebiliriz. Buna en uygun misal, samimiyettir. Samimiyet, kısaca insanın kastettiğini yapması ve yaptığım da kastetmesidir. Bir kararın veya bir eylemin, bir sözün samimi olması, kasıt ile yönelişin, kasıt ile eylemin, kasıt ile söylenenin/söylenmek istenenin farklı olmamasıdır. Samimiyet kısaca olduğu gibi görünmek, göründüğü gibi olmaktır. Samimiyet, bu anlamda, insanın kendisine sadakati, kendi kendisini aldatmamasıdır. Önemli soru, insanın kendi kendisini aldatıp aldatamayacağı noktasında ortaya çıkmaktadır. Şunu söyleyebiliriz: İnsan samimi olarak kendi kendisini aldatabilir. Eğer, mesela amacını ve fonksiyonunu tahkik etmeden kabul ettiği ve dahil olduğu bir “grubun” içinde, grubun üyesi olarak davranmayı ilke haline getirdiği zaman, samimi bir şekilde kendi kendisini aldatabilir. Eskişehir’den İstanbul’a gitmek niyetiyle trene binen birisi, eğer yeterince tahkik etmeden trene binmişse, bindiği trenin onu Ankara’ya götürdüğünün farkında olmadan, bütün samimiyeti ile İstanbul’a gittiğini zannedebilir ve bu samimi zan, onun kendi kendini aldatmasının bir formu olarak karşımıza çıkar. Bu bize samimiyetin ahlâkîliğin önemli bir mütemmim cüz’ü olmakla birlikte, bir kararı, bir eylemi veya bir sözü ahlâkî kılmak için yetmediğini göstermektedir. Samimiyet, ancak gerekli tahkik neticesinde elde edilen bilgiye bağlı olarak/ ahlâkılik içindeki hakiki konumunu kazanabilmektedir.
Tabii ki ahlakilik, fertte gerçekleşmektedir ve ta- mamen ferdidir. Ancak fertte tahakkuk eden ahlakilik yaygındır ve harici cihetten “yaptırımsızdır.” Yaptırım ancak toplumsallaşma ile gerçekleşir; toplumsallaşma ile birlikte ahlâki alanda yapılması gerekende bir eksiklik olduğunda, bu eksikliğin ikmali için bir ikaz, bir gayret zuhur eder ki, yaptırımdan tam da bu noktada bahsedebiliriz. Yaptırım, bu durumda esas itibariyle sosyaldir. Yaptırımın sosyal olduğunu söylemek, insan hayatının harici irtibatları tarafından etkilenmesinin, ahlâki bir sorun teşkil etmediğini kabul etmek anlamına gelmektedir. Aslında bu makuliyetin kendisiyle doğrudan alakalıdır. Makuliyet, insanın özünü, yani bağımlılık ilişkileri içinde inşam, bunların farkında olarak ve hakkım teslim ederek, muhafaza olduğuna göre, zorunlu olarak dışarısı ile irtibatı ihtiva etmektedir. İnsanın diğer insanlarla, onları korumaya yönelik bir irtibatının olması, onun özünü gürleştirmesi ile alakalıdır. Bunun eksik kaldığı yerde, eğer bir insan etrafında bulunan insanların, kendi varoluşunun ön şartı olduklarım ihmal ederek, onların varlığı aleyhine bir müdahalesi söz konusu ise, onun böylesi bir müdahalesi durumunda engellenmesi, engellenememişse bunun bir bedelinin bulunması, insanın varoluşunu muhafazasının bir gereğidir; yani böylesi bir karar, ahlâkın dışına çıkmak olmayıp ahlâkîliğin sonucudur.
Kısaca şunu söyleyebiliriz: Ferde, en yakın çevresinden başlayarak, adım adım bütün bağımlılık ilişkileri içinde muhafaza eden ve bunu, en temel ve tümel, dolayısıyla en yakın ve en uzak, en açık ve en gizli, zahir ve batın ilişki olarak, Yaratıcısı ile irtibatı içinde varlığım sürdürdüğünü fark ettiren ve bu manada onu varoluşunda teyit edenin, bunu muhafaza etmeyi formel yapılar içinde sürdüren müesseselerde devam etmesi ve formel yapıların da kendilerini, fertlerin başkalarının varlığım muhafaza etmeyi, kendi varlıklarını sürdürmelerinin ön şartı olarak görmeleri gibi, görmeleri durumunda, harici bir müeyyideyi gerektirmeyecek bir varoluş şekli gerçekleşebilir. Bu anlamda hayrın tahakkukunu ihmal eden bir varoluş şeklinde tikel konumlar olarak isimlendirilebile- cek formel yapılar, kendi varlıklarım her ne pahasına olursa olsun, sürdürmek için insanları belirli şekillerde davranmaya zorlayacaklardır ki, bu durumda biz artık, modem dönemde gördüğümüz haliyle ahlâkî davranmayı varoluş ilkesi olmaktan çıkarmış, “amaca bağlı rasyonalite”yi varoluş ilkesi haline getirmiş rasyonel “sistemlerin” tahakküm durumlarından bahsedeceğiz ki, bu bizi, ahlâkın alanım terk ederek, daha farklı bir alana geçmemizi; daha başka bir ifade ile hayatımızda ahlâkın tesir alanım tahdit etmemiz anlamına gelecektir. Günümüzde sorunu aşmak, makuliyeti yeniden otonom formel yapılan mutlaklaştırmayan, onların itibari varlıklarım ve konumlarım kabul etmekle birlikte, onlara mutlak ile irtibatı içinde itibar veren bir tavır etkin kılınabilirse, ferdî ahlâkîlik ile toplumsal/formel yapılar arasındaki çelişki aşılarak, ahlâkîlik ile makuliyet arasında zuhur eden zıtlaşma /farklılaşma anlamsız hale gelebilir. Bu durum aynı zamanda formel yapıların varoluş zeminini teşkil eden hukuk ile ahlâk arasındaki kopmayı/ irtibatsızlığı da aşmayı gerektirmektedir.
Ahlâk ile hukuku, fert ile devleti birbiri ile irtibatsız iki ayrı “sistem” olarak görmek yerine; birbirinin devamı olan ve son uç olarak, insan hayatının fiziki dünyadan başlayarak, bitkiler, hayvanlar, insanlar ve Yaratıcısı ile bağlı ve bağımlılık irtibatı içinde gerçekleştiğini keşfetmek ve hayrın/insani varoluşun kamil bir şekilde tahakkukunun da ancak, bu bağımlılığın şuurlu bir bağlılık düzeni haline gelmesi ile alakalı olduğunu söyleyebiliriz. Bu bizi insanların ancak diğer insanlar ve diğer varlıklarla birlikte var olabileceğinin temyizi üzerinden ve bütün bunların nihai olarak Mutlak ile olan irtibatım, insan dilinde insanlara beyan eden bir Peygambere bağlı olarak keşfetmeye yöneltmektedir. Halen yaşadığımız durum, insanlığın tarihte zaman zaman başına gelen tek başına kalmış olan akim, kendi kendisini makuliyet adı ile nasıl geçersiz kıldığının en son örneğidir. Peygamberin tebliği, insanların akıllarıyla tek başlarına kalmadan ve makuliyeti terk etmeden, inşam kendi bütünlüğü içinde muhafaza etmenin yollarım göstermektedir. Nübüvvetin bunu nasıl sağladığım ve nasıl gerçekleştirdiğini görmek ve göstermek mümkündür. Bunun için elimizde bir tane ve yegâne imkan, İslam toplumu ve medeniyetinin tarihine yeniden ve sürekli bakmak, araştırmak olarak durmaktadır.
Sonuç olarak insanların neden veya niçin ahlâklı oldukları değil; neden veya niçin, ahlâklı olmak gibi insan olmakla eş anlamlı ve dolayısıyla zorunlu olan bir şeyin tahakkukunda eksik kaldıklarım ortaya çıkarmanın ahlâkî yaptırım meselesini halletmede tayin edici olduğunu; buradaki açığın kapatılması durumunda, hem fertlerin hem de toplumların, eksiklerini ikmal noktasında daha başarılı/muvaffak olacaklarım, daha farklı bir ifade ile kendilerini ıslah ederek iflah olacaklarım söyleyebiliriz.
Editör:Ömer Türker – Ahlak ve Müeyyide
Ahlakın Anlamı ve Sınırı Üzerine Konuşmalar,syf:125-134