Malumunuzdur geçtiğimiz haftalarda dini anlama çabalarından bir tanesi olan ve bin yılı aşan bir İslam ilimler tarihi içerisinde mümtaz yeri bütün ulema tarafından kabul edilen tasavvuf ilmine karşı üç beş yeni nesil akademisyenin “yok sayıcı”, “dışlayıcı”, “tahkir edici” medyatik açıklamalarına karşı bu ilim dalından 40 sene ekmek yemiş bir akademisyen olarak bazı cevaplar vermiştim. Ve demiştim ki onların polemik uslubu bizim tarzımız olmadığından bu müdafaayı sürdürme niyetinde değilim. Tam biz böyle düşünüyor iken, bu sefer İstanbul’a yeni gelmiş bir tefsir hocası, ona ne oluyorsa, Karargazetesindeki köşesinde bize “Diskur” çekmeye kalktı. Bu tabiri kendi başlığından aldım ve aşağıda göstereceğim gibi aynen kendisine iade edeceğim. Zira bu gibiler bize “Lâ Havle…” çektirmekten öyle manasını bilmediğimiz şeyleri çekmeye vaktimiz kalmıyor. Peşinen hem onlara hem de onlara cevap vermemi “faydasız” gören dostlara söyleyeyim bu cemaatten daha sırada bekleyen varsa bilsin ki bu kendilerine vereceğim son cevaptır. Aralarında fotokopiyle çoğaltsınlar, tek tek uğraşmaya vaktimiz yok.
Öncelikle şu bilinmelidir ki burada ve öncesinde yazdıklarımız bir Müdâfânâme’dir. Yani yapılan saldırılara karşı bir nefsi müdâfâdır. Yoksa saldırı bizden başlamamıştır. Yavuz hırsız ev sahibini bastırır misali kendileri öyle bir diskur çekiyorlar ki verilen cevapları hazmedemiyorlar.
Mezkur hoca kendi tabiriyle “diskuruna” sağolsun önce bize tasavvuf tarifi yaparak başlıyor. Hem de Oryantalistlerin tasnifiyle. Neymiş ilk dönem zühd dönemi tasavvufu imiş, sonraki dönemler ise felsefi tasavvuf dönemi imiş. Hoca bizim sahada bu laflara gülerler. Bunlar tarihsel ve yatay dönemler değil dikey mertebelerdir. Sen o gavurlara inanma. Yani her bir halin her dönemde yaşayanı vardır. Güya bunu yaparak bizim kendi tariflediği o sufilere uymadığımızı ima etmeye çalışıyor. Yani onun oryantalistlerden kopya çektiği bu çizime göre Hüseyin kuzu kuzu gitti Yezid’e biat etti, Hallac “Özür dilerim sayın fakihler bir dahaki sefere Ene’l-Batıl diyeceğim” dedi, Necmeddin-i Kübra şehid edildiğinde bir elinde kılıç bir elinde kâfirin perçemi değil de “bir demet yasemen” vardı.
Aynı hoca bir yazısında ecdadın îlây-ı kelimetullah için Viyana’ya sefere çıkmasını “savaş” değil de Fetih diye kavramlaştırıp kutsallık kazandırmasını tenkid etmişti. Nedense Kutsal olanla bir türlü anlaşamıyorlar bunlar. İnanmaz ama kendisine bir hatıramı nakledeyim. 28 Şubat sürecinde mazlum olarak Viyana’ya okumaya giden yüzlerce öğrencimiz Wonder’in yurtlarında kalırlardı. O öğrencilerimizi yalnız bırakmamak için kaç yaz üst üste gidip onlara ders veren hocalardan bir tanesi de bendim. Yurtta kalan bazı öğrencilerin bana rüyalarında bazı şehidlerimizi gördüklerini anlatmışlardı. Çünkü yurdun olduğu yer tam da kuşatma esnasında Osmanlı askerlerinin kamp kurduğu yer civarında idi. Üçlüye bu malzeme de benden olsun, haftaya çıkacakları TV kanalında benim bu naklime bol bol gülebilirler. Erenlerimizle alay ettikleri gibi bir de Alplerimizle alay ederler. Bir evlâd-ı Fâtihân torunu olarak kendisini ve şürekasını Viyana kapılarında şehid olan binlerce Alp-Erenimiz için Fatiha okumaya davet ediyorum.
Siz kamu imkanlarıyla bir Kuran araştırma merkezi kuracaksınız, orada mukaddes kitabımız üzerinde ilmî verilere dayalı (?) akademik araştırmalar yapılmasını sağlamak için Kur’ân ve Mushaf Tarihi, Dil, Tarih, Dinler Tarihi, Hadis, Sîret, Akaid, Meal (?), Tefsir, Fıkıh, Kelâm, İslâm Felsefesi, Ahlak gibi alanlarda çalışmalar yapılacak diyeceksiniz, neredeyse bütün ilim dallarına yer açacaksınız fakat Ca’fer-i Sadık’tan, Tüsteri’den, Sülemi’den, Kuşeyri’den ta Âlûsi’ye, Elmalı’ya gelinceye kadar içerisinde yüzlerce Kur’an tefsiri yazılmış olan bir Tasavvuf branşını bu sahalar içerisinde saymayacaksınız. Ve böylece ilmi olacaksınız, objektif olacaksınız !. Hadi yok saydınız peki o zaman böyle bir ilmin yöntemi üzerine niye sempozyum yapıyorsunuz.?
İbn Arabi’nin sadece Fütühat-ı Mekkiyye kitabı 37 cilt ve 11 bin sayfa tutuyor. Kehf suresine kadar getirebildiği Kur’an Tefsiri ise 64 cilt tutuyor ama kayıp. Yani yaklaşık 200 eseri toplamda 50 bin sayfayı aşıyor. Devesa bir entelektüel üretim. Müstakil tefsirinin yanısıra hemen hemen bütün eserlerinde Kur’an ayetlerine getirdiği yorumlar var. Mesela yukarıda bahsettiğimiz dev eseri Futuhat’ta o kadar çok Kur’an yorumu bulunmaktadır ki M. Gurab adındaki Suriyeli bir zat sadece bu ayet yorumlarını oradan çıkarmak suretiyle 4 cilt İbn Arabi Tefsiri hazırladı (Yakında İnsan Yayınlarından çıkacak). Ayrıca Fatiha ve Bakara surelerinin tefsiri olan Îcâzu’l-beyân fî’t-tercemeti ani’l-Kur’an adlı müstakil eseri de var ve tercümesi aynı yayınevinden çıktı. Sorarım size bu mirası yok saymak hangi dini, ilmi, vicdani, ahlaki kıstasa uyar. Bu düpedüz mezhepçiliktir, cemaatçılıktır.
Kendi gibi düşünmeyeni yok saymaktır. Her şeyden evvel özü sözü bir olmak lazım. TV ekranlarında iken “Geleneğimiz çok seslilik üzerine oturur. Yunuslar Mevlanalar bizim kıymetlerimizdir. Birbirimizi hep dışlıyoruz. Kim kimi nereden atıyor?” diyeceksiniz ama siz size kaldığınızda bu zatlar hakkında neler dediğinizi Allah’tan saklayabilecek misiniz? İslam Ansiklopedisi’nde “İbn Arabi” maddesini bu fakir yazdı. Yazım sürecinde yaşadıklarımı ve duyduklarımı yazsam kitap olur.
Mesela Pakistan’da, Hindistan’da, Mısır’da da bu akımın bazı takipçileri var. Sadece Kur’an üzerine çalışmalar yaparlar. Bizdekiler ise öyle değil. İşleri güçleri Tasavvuf. İlahiyat’ta bu cemaatten bir Kelam hocası vardı. Öğrenciler derlerdi ki şimdiye kadar bize ne Kelam tarihi anlattı, ne Kelam ilminin kuruluşundan bahsetti ve ne de Kelam’ın ne olduğundan. Sadece Tasavvuf’ta Gayb Telakkisi, Tasavvuf’ta Kutub telakkisi, Vahdet-i Vücud v.b. gibi konularda konuşup durdu.
Oysa dünyada Kur’an üzerine güzel çalışmalar yapılıyor. Mesela ABD’de The Study Quran adıyla bir 2000 sayfalık bir meal çıktı. Akademik çevrelerde hakkında pek çok yazı yazıldı. Bunu yapanlar Prof. Nasr başkanlığında 5 kişilik bir akademisyen heyeti. Hepsini şahsen tanıyorum, hepsi sufi. Buyrun size sufilerden bir meal çalışması.. Tercüme ediniz..
Otuz yıllık emeği geçen hafta Meşhed’de 35 cilt halinde basıldığı gün 94 yaşında vefat eden Vâizzâde Horasânî’nin Kur’an’ın Lugatının ve Belagatının Sırlarının Anlaşılması Ansiklopedisi (el-Mu’cemu fî fıkhı’l-lugâti’l-Kur’an ve sırr-i belâgatihi) isimli eseri kendiniz hazırlayamıyorsunuz bari tercüme edin. “Bilginiz olmayan konularda tartışıp duracağınıza” (Al-i İmran, 66) bu işleri yapın da hepimiz sizi tebrik edelim.
O araştırma merkezinin yönetiminde kendilerini 40 yıldır tanıdığım insanlar var. Bazı görüşlerine katılmasam da ağızlarından bir kere benim yakın durduğum sahanın büyükleri için böyle hakaretler duymadım. Bütün mesailerini Kur’an’daki bazı kelimelerin iştikakı, farklı lügatlerdeki manaları üzerinde fikir üretmeye ayırırlardı. Bunlar kıymetli fikirlerdi. Tefhimu’l-Kur’an tercüme edilirken bu tartışmalardan ziyadesiyle faydalanılmıştı. Kimse kimsenin şeyhine sövmezdi. Onların şeyhi İbn Teymiyye idi bizim şeyhimiz İbn Arabi. Karşılıklı bir hürmet vardı.
Fakat bu yeni nesil cemaat üyeleri seviyeyi çok düşürdüler. Pagan dininin mensupları, Şirk mensupları, Moğol ajanları, Hadd-i kazif gerektiren homoluk suçlamaları gırla gidiyor. Şunu iyi bilsinler ki aziz İslam bilgelerine yönelik bu hasmane tavırları sürdüğü sürece hiçbir ciddi tasavvuf akademisyeni onların toplantılarına katılmayacaktır. Kendileri çalıp kendileri oynarlar.
Sanki şu an dünyadaki Müslümanların rezil halinden tasavvuf mesulmüş gibi bir saptırma içerisindeler. Yaklaşık 10 yıldır diplomatik bir görev gereği yaşadığım bir İslam ülkesinde yönetimde olanlar sufiler falan değil. Üstelik her türlü sufi faaliyet yasak. Bununla beraber Fakihler yönetim dahil her yerde. Eğer bazı suiistimallerden bahsediliyorsa, bazı rüşvet iddiaları varsa bu ithamların muhatapları da bazı fakihler. Halk fakihlerin İslam’ını sorguluyor… Yine geçen senelerde vefat eden Suudi Arabistan müftüsü dünya düzdür, kim böyle inanmazsa canı, malı helaldir diye fetva vermişti. Şimdi onun yerine geçen müftü ise Siyonizmle savaşmak caiz değil diye fetva verdi. Bunların hiçbiri sufi değil. Yıllarca fıkıh tahsil etmiş hukukçular.. O zaman niye Fıkhın Yol açtığı Problemler veyahut Kelam İlminin İnsanlığa Çözüm Teklifleri gibi sempozyumlar yapmazsınız?
Hallac’ı dâra çekenler, Aynül-Kudât’ın, Nesimi’nin canlı canlı derisini soymaya fetva verenler hukukçulardı. Aynü’l-Kudât demek “Kadıların Gözbebeği” demek. Hemedan Şafi kadısı kendisi. Hakikat-ı Muhammediye üzerine yazdığı bir küçük risale bahane edilerek bu şekilde öldürdüler kendisini. Derisini soyduktan sonra ders verdiği medresenin kapısına mübarek cesedini astılar boynuna fetvası iliştirilerek. İşid’in eline düşen Ürdünlü pilotu bir kafesin içinde canlı canlı ateşte yakarak öldürenler önce başında fetvametnini okudular. Kandırmayın kimseyi, Mesnevi okumadılar başında. “En güzel takva adaletli olmaktır” (Maide, 8).
Mahmut Erol Kılıç
07.01.2018