Bir Filozof Müfessir M.Hamdi Yazır

elmalili_muhammed_hamdi_yazir_kimdir_1622144903_9371-300x174 Bir Filozof Müfessir M.Hamdi Yazır

Prof. Dr. Süleyman Hayri BOLAY

 Elmalılı Hamdi Yazır Kimdir?

M. Yazır, 1294 senesinde Antalya’nın Elmalık kazasında doğmuştur. Anası Fatma Hanım, babası Gölhisar’ın Yazır köyünden Numan Efendi’dir. Hamdi Efendi ilkmektebi ve Rüştiye’yi Elmalı’da bitirmiş; 1310 senesinde İstanbul’a gelmiş ve devrin tanınmış âlimlerinden olan Kayserili Hamdi Efendi’den ve diğer tanınmış bazı hocalardan dersler görmüş, 1324 senesinde Ba- yezıt dersiâmı olarak icazet almıştır.

“Küçük Hamdi” lâkabıyla da anılan Hamdi Yazır, 1327 senesinde Mülkiye’de “Ahkâm-ı Evkâf ve Arazi” dersleri okutmuş ve aynı yıllarda “Mekteb-i Kuzat”da “Fıkıh” dersleri vermiştir. Cumhuriyetin ilânı sı­rasında Mütehassisin medresesinde “Mantık” müderrisi olarak vazife görmüştür. Bir ara Prens Abdülhalîm Paşa’nın teşviki ile “Büyük İslâm Hukuku Kamusu” hazırlamağa başlamış birkaç sene meşgul olduktan sonra bu eseri yanda bırakmıştır.

Medreselerin kapanması ile geçim sıkıntısı içine düşmüş, “Metâlib ve Mezâhib” adlı felsefî tercümesine yazdığı “Dîbâce”sine bu sıkıntıdan şöyle şikâyet etmiş: “Senelerden beri devam eden mesâi-i İlmiyesi ta’til edilmiş ve o mesaînin müktesep bir ücret-i vataniyesi demek olan kifâf-ı maişeti tevkif olunmuş ve bu cihetle hayat-ı hususiyesi yesâver bir hâle gelmiş bulunan bir ferdin bu iştigali bir küstahlık ve bu temennisi bir hayâ sa­yılmak lâzım gelirse de ibtilâ-yı ilminin böyle bir tecellisini ma’zur gör­memek ve icra-yı vazifede “Rıza-yı Hak’dan başka gaye gözetmeyen bir kalb-i muztaribe Hz. Müsebbibü’l-Esbâb’ın inâyet-i mutlakasından Kat-ı ümid ettirmek de doğru değildi.”

Kendisi “Muzdarip bir kalb” ile böyle sıkıntı içinde kalmasından şi­kayet ediyorsa da böyle bir sıkıntı, onun felsefî meselelere ne derece vâkıf olduğunun ortaya çıkmasına hatta bir filozof gibi sistemli dü­şünebildiğinin görülmesine vesile teşkil etmiştir.

Hamdi Efendi’yi bir filozof olarak tanımamıza vesile olan “Metâlib ve Mezâhib” tercümesi, bu mes’ud sıkıntının mahsulüdür. Yukarıda naklettiğimiz ifadelerinden de anlaşılacağı gibi, bu tercüme, Hakkın rızasına ulaşmak gayesiyle yapılmıştır. Hamdi Yazır gibi “Eski bir fıkıh mü­derrisi “nasıl olur da bir Fransız felsefecinin “Felsefe tarihi”ni ter­cüme etmekte Hak’ın rızasından başka bir şey gözetmez? Bunda bir garabet yok mudur? Vardır ve kendisi de bu garabetin farkındadır. O, bu garabeti şöyle izah etmektedir: “Fakat bugünkü hayat şartları altındaki yeni ihtiyaçlara göre. İslâm’a hizmet etmek ile kendisini mükellef bilen ve başka lisana âşinâ olmayan Islâm âlimlerinin kendilerine yabancı bil­gileri tamamlayacak, fikir çalışmalarını açarak hedef tayinlerine vesile olacak böyle bir eserin mütalaasını kolaylaştırmaktaki iyi niyet dikkat nazarına alınırsa, bu garabet zâil olmak lâzım gelir.” Kendisi bu iyi ni­yetinin Islâm dini tarafından hoş karşılanacağına kânidir. Demek ki Hamdi Efendi sırf felsefe meselelerine âşinâ olmak veya sırf kendini tat­min etmek için onlar üzerinde etraflı ve derinliğine mütalaada bu­lunmamış, zihnî bir tatmin için felsefeye eğilmemiştir. Böyle olsaydı uzun zaman felsefeyle derinliğine meşgul olmazdı.

Tahsil hayatında 3-4 sene sırf Kelâm ve Felsefeyle meşgul olan ve uzun meşguliyetinin neticesi olarak felsefe mektep ve meselelerine ya­kından vukuf kazanan Hamdi Yazır, Fıkıh okuttuğu sıralarda “Garbın hukuk esaslarını tanımak ve İslâm şeriatını İnsanî ve İçtimaî kıy­metleriyle Garp hukukunu ilmi mukayesesine ” dair bir fikir edi­nebilmek için, bu hususta Fransızca eserleri mütalaaya başlamış, fakat hukukî sahadaki bu çalışmalara da “Esas teşkilât Hukuku”ndan tekrar felsefeye yönelmek ihtiyacını göstermiştir. Bunun üzerine işe “Man- tık”tan başlamış, Darülhilâfe medresesine bağlı olan Süleymaniye Med­resesinde “Mantık müdderisliği” yaptığı sırada Alexandre Bain’in “İstintâci ve Îstikrâî Mantık” adlı eserini tercüme ederek okumuş; zekâsı kuru bir nakile! olarak kalmaya müsait olmadığı için “Diğer felsefeler hakkındaki yeni fikirlerin İslâm’daki mantık ve ilim telâkkileri ile mü­nasebetlerini” araştırmış; böyle bir araştırma da bittabi kendisini felsefe tarihi ile yüzyuze getirmiştir. Bu hususta da çeşitli eserleri gözden ge­çiren Hamdi Efendi, Fransız filozofu Paul Janet’nin G. Seaille ile yaz­dığı “Histoire de la Philosophie” adlı eserini “Tam mânasıyla İlmî ve felsefî ve eşsiz toplu bir eser” olarak görmüş, bunun üzerine bu eserin ilâhiyat ve metafizik kısımlarını tercüme etmiştir. Tercüme ettiği kı­sımlara sık sık notlar koyarak çeşitli fikirler ve filozoflar hakkında tenkid, takdir ve tasviplerini bildirmiştir. Bu notlar -felsefî bakımdan çok kıymetli olan bu notlar- bazı yerlerde oldukça cesur hükümler de ihtiva etmektedir. Meselâ Sokrat’ın peygamber olabileceğini, onun istidlali kul­lanan bir filozof olmasının İlâhî ilham almasına mâni olmayacağını bildiren notu ile; Kant’ın antolojik delile yaptığı itirazı tenkid etmesi ve bu itirazı bir “Mugalata” olarak nitelendiren notu bu kabil notlardandır.

Janet’nin eserini tercüme etmekle Hamdi Yazır şu maksadın hâsıl olmasını ummaktadır: “Zamanımıza kadar gelen Garb cereyân-ı fel- sefiyesine vukûf-i küllimizi bu eser tekeffül edecek”, “ve bunu oku­yacak ulema-yı İslâm Efkâr ı garbiyyeyi müteferrik vesait içinde ta­harri etmekten müstağni olacaklardır.” Hamdi Yazır’ın umduğu bu gaye tahakkuk ederek İslâm âlimleri bu tercümeyi okudular mı, “Garb felsefesine külli bir vukuf* sahibi oldular mı bunları bilmiyoruz. Fakat bildiğimiz bir şey var: Felsefeye karşı husumetin bazı kimseler ve çev­relerce devam ettirilmekte olduğu ve Islâm âlimlerinin dün olduğu gibi, bugün de umumî felsefeye ve Garb felsefesine âşinâ olmaları zarûretinin devam etmekte olduğudur.

Bu hususta, ne derece kabul göreceğini bilmemekle beraber, Hamdi Yazır’ın şu fikirlerini nakletmek istiyorum: Ona göre Batı felsefesi, bilerek veya bilmeyerek, İslâm akidesine dâima hizmet etmiştir. Hatta o, “Descartes’den başlayan son asır felsefesi ile tanışmamız husule ge­tirilirse felsefenin İslâm’dan maâda bütün dinlere haram olacagı”nı iddia etmekte ve bunu bilfiil isbat etmenin mümkün olacağım ileri sür­mektedir. Böyle bir şeyin yapılmasıyla da “Fünûna hâkimiyet-i akliye ve diniyeyi bizim kazanacağımıza” inanmaktadır. Onun nazarında felsefe demek “Bir mevzu-i âmm veya külli dâiresinde metâlip ve mezâhib-i felsefiyyeyi ihtimal veya takibi bir meslek-i mahsus al­tında mevki-i bahse koymak ve mesîlik-i muhalifeyi de mümkün ol­duğu kadar tenkid etmektir (Metâlib ve Mezâhib, Dibâce, s. 15).

Felsefe dâvâları üzerinde, İlmî bir meleke kazanamamış olan kim­seler. Umumiyetle, felsefî eserleri mütâlaa ederken rûhî bir buhrana dü­şerler. Felsefeci müfessirimiz nazarında felsefe meslek veya mekteplerine vukuf kesbetmek ruhun vahdetini temin eder. Bunun sebebini de ken­disi şöyle izah eder: “Çünkü vahdeti bozulmuş ruhların hakikat ile mü­nasebetleri inkıtaa uğrar. Fikir daima cevelân halinde görülse bile vicdânî itkan kalmaz. Her şeye ayrı bir nokta-i nazarla bakmaz ve bir şeydeki muhtelif nokta-i nazarların tenkisine ehemmiyet vermemek, vicdân ile vücûdun hakikî irtibatlarından adûldur.” Bu irtibat bo­zukluğundan da “Şahsiyet bozukluğu” ortaya çıkar. Şahsiyeti bozulan kimse, içtimâi yönünü de kaybeder. Neticede filozofumuzun dü­şüncesinde “İçtimâilik rahnedâr olur.’9

Bir çok kimsenin aksine Hamdi Yazır merhum, felsefe problemlerini mütalaa ederken böyle bir ruhî buhrana düşmemiştir. O, P. Janet’in kitabını tercüme ederken sadece “Garp aklının künhüne vâkıf olmak sevdasını taşıyordu. Neticede şunu anladı: “Akıl bütün cereyan ile bizim dinimiz olan vahdâniyet-i İlâhiye akidesine doğru koşmuş ve bütün ar­zulara rağmen gerek ilhâdı, gerek teslisi tesbit edememiştir.”

Garp aklının bu ibretli seyrini takip ederken, Hamdi Yazır ruhî buh­rana düşmediği gibi “İslâmiyet’ten aldığı akıl ve felsefesi sarsılmak şöyle dursun kesb-i kuvvet etmiş, inkişaf edecek noktalar bulmuştur.”

Garp felsefesi mütefekkirimizin aklım geliştirip kuvvetlendirdiği için bizlere şöyle bir hedef çiziyor: “Bizden evvelkilerin bilgilerini bu üslûb da bir tarih ile göstermek” ve modern felsefe ile ülfeti temin etmektir. Hamdi Yazır merhum bunun gerekçesini de şöyle izah etmektedir: “İslâm ümmeti diğer ümmetlerden istiğna ile tam istiklâle sahip olmalıdır. Hal­buki bugünkü ümmet (yani 1923’deki) seleflerinin ilimlerini kaybettiği gibi son asır ilimlerinde de noksan olduğu için, İslâm’ın şevketinden nasîb alamamış, ilmi noksanlığı sebebiyle Garp milletleri karşısında her bakımdan onlara benzemek tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Halbuki garplılar Şâranî’nin ‘Mizân-ı Kübrâ’sını bile tedkîk ederek Islâm üsûlünü tahrif edici neticeler çıkarırken biz niçin onların ilim ganimetlerinden mahrum kalalım? Niçin onlara benzeyelim ve niçin onlara zebûn olalım? Bu noktada Hamdi Yazır merhum şu câlib-i dikkat sözü söylüyor: “Kur’ân’ı tercüme edip okuyan ve İslâm’a karşı onunla da silahlanan frenkler müslûman olmuyorlarsa onların felsefelerini okuyup anlayacak ve kendilerine karşı bununla da tecehhüz edecek olan müslüman niye frenk oluversin?”

Müslümanlarda uzun zamandan beri görülen frenge benzemek l temayülünün kaynağını da müfessirimiz şöyle izah etmektedir: “Bu nahoş meyil onlardaki sermayenin ilmi dehâmızla işletilmemiş ve muadil kıymetlere olsun tahvil kılınmamış olmasından ileri gelmektedir.” (Dibace, s. 12).

Hamdi Yazır, bu temayüle pek akıl erdirememektedir. Çünkü ha­kikatin esası bizdendir. Bizim dinî hakikatlanmıza tam bir mutabakat ile yerleştirilebilecek olan ilim ve fenler, “onlarda daldırma suretiyle ve tam bir inhiraf içinde neşv ü nema bulmuştur.”

Müslümanların frenk mukallitliğinden kurtulmaları için önce ara­daki mesafenin kapatılması ve bununla da bir uyanışa geçilmesi lâzımdır. Fertlerin 14-15 yaşlarında uyanarak çocukluk çağından genç­lik çağına geçmelerine bakarak Hamdi Yazır merhum milletlerin de 14. ve 15. asırlarda uyanışa geçtiklerini söyleyerek bir kerâmet gibi şöyle bir ifadede bulunuyor: “Avrupa intibahı 14. asr-ı milâdi içlerinde başlamış idi. Tarih-i Hicr-i İslâm da içinde bulunduğumuz aynı asırlarda büyük bir intibahın başladığını görüyoruz.’*

Terakki  Nedir?

Mütefekkirimiz Hicretin 14. asırda başladığını kabul ettiği bu uyanış hareketini, ruhî şuura erememiş ve kendi birliğini toplayamamış bocalayıp duran bir hareket olarak görmekte ve bu sebeple de fevkalâde tehlikeli bir seyir geçirdiğini söy­lemektedir. Müslûmanlar içtimâi vicdanını kaybetmeden bu uyanış de­virlerini takip edebilirse akıl ve güzelliğe, ruh ve bedenine, tam ve sağlam bir nizam verirse yakın geleceğin en büyük milleti olarak ortaya çıkacak, Medeniyet-i hâzıranın hastalıklarından kurtulmuş sağlam hayat, bütün milletlere örnek bir seviye kazanacaktır. Müfessirimiz bu seviyede, İslâm milletinin 20. asrını, Avrupa’nın 20. asrından pek çok mütekâmil bir se­viyede olacağına inanmaktadır. 15. Hicrî aşıra yeni girdiğimiz şu sı­ralarda kendimizi 5 asır sonrasına yani İslâm’ın 20. asrına göre ayar­lamamız gerekmez mi? Elbette gerekir. O halde ne yapmak lâzımdır? Terakki etmek lazımdır. Öyleyse terakki nedir?

Mütefekkirimiz Hamdı Yazır terakkinin lüzumuna inanmış bir kimse olarak onu şöyle tarif etmektedir: ‘Terakki mazideki kıymetlerden istiğnâ değil, onları tadilat ve keşfiyât-ı cedide ile daha mütekâmil kıymetlere iblâğ etmektir. Tâbir-i âharla servet-i eslâfa, servet-i ahlâfı zammeylemektir.”

Müfessir Hamdi Efendi geçmişin servetine daha sonra gelenlerin ve mevcutların servetini ilâve edebilmek için istikrâî (Inductif) bir anlayışı kabul etmekte ve Amr Ibrîl-As’ın bir sözüne dayanarak aklı aynı anlayış istikametinde tarif etmektetir: “Akıl, zanda isabet etmek ve olmuş va­sıtasıyla olacağı bilmektir.

Hamdi Yazır’a göre, Akıl vakaların geçmişteki seyrinden gaflet ederek fikrî buluşlar ortaya koysa bile, bu buluşlar ibtidâîlikten kurtulamaz. Hocasız âlim, ustasız çırak ancak mûcize ile olabilir. Halbuki filozof mü­fessirimiz mûcize devrinin kapandığını, buna karşılık içtihad devrinin açılmış olduğunu ileri sürmektedir. İlimlerin akılcılığını (akliyetini) ve gü­nümüzdeki tesirini İhmal edip sırf nakliyeti tesbit ile uğraşmak skolastik denilen mertebe-i taklitte sayıp durmak demektir. Bunun gibi aksi de yani nakliyeti ihmal etmek de yanlıştır.

Müslûmanlar 1000 tarihlerinden sonra İlâhî düstûrlarda feyz ara­maktan vazgeçmişler ve bu yüzden bekayı da temin edecek yeniliklerden mahrum kalmışlardır. Dolayısıyla ilerleyemeyip geri kalmışlardır. Bu ge­riliğin esas sebebi Hamdi Yazır’a göre “Dine karşı hassasiyetin azalması, aşk ve şevkin sönmesi ve akidelerin donmuş bir hâle gelmesidir.”

Skolastik reşit bir ilmi mâhiyet taşımakla beraber, donmuştur ve kendisini yenileyememiştir. Halbuki değişmelerin çabuk olmasına mu­kabil, terâkki daha çok muhafazakârdır. Bunun gibi mûfessir fi­lozofumuz nazarında Felsefe tarihi değişmeleri, felsefî meslekler de mu­hafazakârlığı temsil ederler. İşte bu tahavvul ve tahaffuz insan ruhunu ilerletir ve ilmi kemâle doğru götürür. Bu, değişme ve muhafazanın ictihad ile bir ilgisi olması gerekmez mi? Yahut ictihad devri açıldığına göre, bu ictihad hem felsefede, hem dinde de olmalı değil midir? Eskiden filozoflar yani felsefî müctehitler, ilimlerde de müctehit idiler. Halbuki günümüzde bir ilmin müctehidi diğerinin taklitçisi olmaktadır. İçtihatlar bölünmüş, ihtisas dallan sonsuz denecek kadar artmıştır. Bu yüzden de filozof müfessirimizin fikrine göre, zamanımızda mutlak fertler değil, ce­miyetler müctehit olmuştur. İçtimâi faaliyet fertlerin “İmece gibi” ça- lışmaları ile mümkündür. Burada birliği ve âhengi temin edecek olan içtimâi ruhtur. Müfessirimiz muhtelif ilimlerin bu içtimâi kıymetini, ancak felsefî bir ictihadın verebileceğini ileri sürer ki bu da bir felsefî sis­temin ortaya çıkması demektir. Fakat mütefekkirimiz, felsefî ictihad ile dinî ictihadın mutlak tesanüdünü, hayatın intizam ve âhengi ba­kımından zarurî görmektedir. Bu da en azından avamın dindâr havassın yani aydınlar tabakasının fazla olarak âlim olmasını icab ettirir. İçtimâi merkez demek olan havass ile içtimâi muhit olan avam arasında itişip kakışma olmaması, millet ve devlet denilen içtimâi birlik ve faaliyetin parçalanmaması, ilim ile hayatın içtimâi vicdanda kaynaşması için ha­vassın dine aşkla sarılması lâzımdır. Ancak bu taktirde havass ara­sındaki itişmeler âlâka ve sevgiye döner ve cemiyetin saadet ve selâmeti avdet eder. Hamdi Yazır merhum münevverin kendi arasındaki zıt­laşmanın kalkmasını cemiyetin huzura kavuşmasını ilimlerle felsefenin, felsefe ile dinin karşılıklı emniyet altına alınmasına bağlamaktadır.

İnceleyin:  Cahil Bilgi

Bu bakımdan filozof müfessirimiz, felsefenin vardığı son noktanın (Müntehâ) Din Felsefesi olduğunu iddia etmiştir. Bu itibarla felsefe hikmet adını almış ve hakikî filozoflar hakîkî hakimler olmuştur, ilimlerin insanlar tarafından konulmayıp keşf edildiği gibi, din felsefesi yapmak da, mûfessir filozofumuza göre, yeni bir din koymak değildir. Din, Hakk’ı bulmak ve tanımak olduğuna göre filozoflar, Peygamberlerin tâlîmatını izah ve tatbik ederek hakîm ve veli olabilirler. Öyleyse dinle mücadeleye giren filozoflar nereden çıkmışlardır? Sayılan inanan fi­lozoflara nisbetle çok az olan bu tarz filozoflar, Hamdi Yazır nazarında,aranılan Hakk’ı göremedikleri için yani noksan idraklerinden dolayı böyle bir mücadeleye girişmişlerdir. Hatta Kant bile “Tenkid yolu ile felsefeyi fedâ ettiği halde dini ihmal edememiştir.” Dinlere başlangıçta karşı çıkan A. Comte ise “insan vicdanını dar bir çember içine koyup insanlığı Fi­ravunlar devrine geri götüren” ve aslı kadına tapmaktan ibaret olan bir din koymaktan kendini alamamıştır.

Demek ki “insaf ve hakkaniyet fikriyle takip ettiği tarihî seyir gözden geçirilirse, din bahsinde felsefenin cidden vâsıl olabildiği gâye vahdâniyet-i İlâhîyi tesbitten başka bir şey olmuyor.” Filozof müfessirimiz buradan da şöyle bir netice çıkarmaktadır. “Edyân-ı şâire içinde dâima garip kalmış olan felsefe, Islâm’da aradığını bulacaktır.” Bu durumda ba­tılı filozofların dinleri İslâm olsa idi, Batı felsefesi “Büsbütün başka bir renk” ile ortaya çıkacaktı. İşte bu noktada düşünürümüz Haindi Yazır merhum, müslümanlara bir vazife daha yüklemektedir: “Bugün uhde-i İslâm’a düşen en büyük vezâifden birisi bu noktayı istikmal et­mektir. ” Yani yeni bir İslâm felsefesi ortaya koymaktır: Bu cümleden olarak Haindi Yazır bazı mühim felsefe meselelerine temas etmektedir. Bunlardan birisi bilgi, diğeri peygamberlik ve vahiy meselesidir. Batı fel­sefesi metafizikte Allah’ın birliğine kati olarak ulaşmakla birlikte “Ha- kikat-ı ilâhiyede mesele-i istivâ dediğimiz nokta-i marifet üzerinde” uğ­raşıp durmaktadır. Vahdâniyet-i İlâhiye etrafında Batı felsefesinin bu gayeye ulaştığını söyleyen Hamdi Yazır nazarında, bu felsefede “Henüz bir mebhas-i nübüvvet açılmamıştır.” Psikolojinin bu kadar ilerlediği bir devirde bu büyük bir noksandır. Hamdi Efendi’ye göre, Peygamberlik bahsinin sadece dine ait olduğu söylenemez. Bu husus akıl ve felsefenin verdiği selâhiyetle ele alınabilir. Bunun için “Peygamberlik mûmkun müdür, mümkün ise vâki olmuş mudur?” gibi sualleri sormalı ve Pey­gamberlik, evliyalık nazariyelerini de felsefî nazariyeler arasında hal­letmelidir.

Hamdi Yazır Din felsefesi ile Felsefe dini (Allah’ın birliği) arasında köklü bir çatışma olmayıp sadece meslek farkı olduğuna kanidir. Bu fark da peygamberliğin felsefeye kabul edilmesi veya edilmemesi noktasından başlayacaktır. Hem “Allah’ın birliği bir felsefe bahsi olunca peygamberlik niye olmasın?” Hamdi Efendi şu fikirlerinden de anlaşılıyor ki, bir çok müslüman filozofta da görülen felsefe-din kavgasına köklü bir çözüm ge­tirmeğe çalışmakta, felsefeye peygamberliği sokarak bu iki sahayı bir­birine iyice yaklaştırmak ve tamamen barıştırmak gayesini gütmektedir.

Din felsefesi ile ilgili olarak Hamdi Efendi’nin diğer bazı fikirlerini de nakletmeyi uygun görüyoruz: Daima dinin akla uygunluğundan, İslâm’ın akılcı bir din oluşundan bahsedilip durulur. Hamdi Yazır merhum bu hususta mühim noktaya dikkatimizi çekmektedir. Bu nokta, Dinin akla uygunluğundan bahsedilirken hissi cihetinin inkâr ve ihmal edilmemesi gerektiğidir. Çoğu zaman akıl ve his çatışırsa da vicdan birliği bunların ortak buluşma noktalarında tecellî eder. İşte asıl din, müfessir fi­lozofumuza göre, bu buluşma noktasına kefil olan (Zâmin) Hakk’ın pren­sibidir. Yalnız akla veya yalnız hislere bağlı olan din, insanlığın mevcut hakikatına uygun olmadığı için noksandır ve yaratılışa aykırıdır. Böyle tek taraflı bir din insanları Allah’a yükseltecek bir yol değildir. Allah’ı in­sanlara indiren insanları da birbirine düşüren zararlı bir vasıta olmaktan başka bir şey değildir? Şirk’in hakiki kaynağı da burasıdır. Fi­lozofumuzun iddiasına göre Din bir kulluk, bir emre itaat ise de İlmî ci­heti olan bir itaattir. Din akla uymaya mâni olmadığı gibi, sırf akla uya­rak hisleri de ihmal etmemelidir. Hakiki din hakkı ve hayrı, aklı ve kulluğu kendisinde cem etmiş olan ulûhiyete dönek olan dindir.

Akıl ile hissin uzlaştırılamamasından doğacak neticelere dair Hamdi Yazır şu mütalaaları ileri sürer: Akıl insana İlmî bir itikat verir fakat aklî itikat, kalbin hissiyeti ile itilâf etmedikçe, günâhkâr cahiller arasında kalmış âlim gibi hükümsüz kalır. “Akıl ile hissin çatışması halinde in- – sanda bir ikilik hasıl olur ki, insandaki bütün şüphe ve ruhî buhranlar bu ikilikten çıkar. Hayatın devam etmesi için, vicdanın vahdeti temin edilmelidir. Aksi takdirde insan bu huzursuzlukta devam eder. Eğer bu ikili çatışmada akıl ve ilim mağlup düşer de hisler galip gelirse, insan havaî olur, her an değişen, sebatsız, kararsız ve mecalsiz bir halde iç­güdülerinin emrinde kalır. Şayet akıl gâlip gelir, iradeyi de kurtarırsa, insan aklım kullanabilir sağlam ve değişmez bir insan olur; Bununla be­raber amelî bakımdan soğuk ve tembel olur. Aşk ve şevk kalmaz, he­yecan ve irade söner, akîde nazarîlikten kolay kolay kurtulamaz.

O halde çâre nedir?

Hamdi Efendi’nin insanı buhrandan kurtaracak çözüm yolu şudur: iman ile aşkın birleşmesi. Akıl ile hislerin getirdiklerinin birleşmesinde değil, insanlık, bunların buluşma tarzında tecellî eder. Asıl vicdan bu buluşma noktasındadır. Ruh da kendi birliğini bu noktada bulunduğu gibi, dinî vicdan da bu noktada bulunur. Yine bu noktada nefis hem aklen tatmin bulur, hem de hissen mütelezziz olur. Buna göre din ne fen ne de sanattır, ama bunların başında ve sonunda mevcut olan fitrî bir prensiptir. Bu durumda dindâr insan yalnız âlim, âmil ve san’atkâr değil, bunların da üstünde bir “insan ı kâmildir”. Dindârlığı ahlâki bir mükemmeliyet olarak gören filozofumuzun ilimlere mevzu, sanatlara model veren dindar insanın yapması lâzım gelen vazifelerine dair bazı fi­kirlerini nakletmek istiyoruz. Bu vazifenin en başında Teceddüt gelir.

Teceddüt veya yenilik hususunda Hamdi Efendi önce bir prensip or­taya koyar: “Bekâ içinde yenilenme, yenilenme İçinde bekâ.” Nefsin aradığı da budun Çünkü asıl bundan zevk alır. Yalnız bu prensibin ta­hakkuku “Bekâya dönük akıl İle yeniliğe dönük hissin birleşmesine bağlıdır/’ Yoksa herhangi bir yenilik sevdasının mânâsı yoktur. İnsan muhakeme ile hâlini, geçmişini ve geleceğini ta’dîl eder. Hayatta elem ve sevinç yanyana bulunduğundan tedbir odur ki, bu tercih ve çatışmayı iyi idare etmelidir. Tabiatıyla bu da düşünen ve aklını iyi kullanan kim­selerin işidir. Yoksa aklım kullanmak ve düşünmek hassasından mah­rum kalmış ruhlar, hassasiyetin sebepleri üzerine düşünemezler, sa­dece günlük neticeleri ile alakâlanırlar. Böylece küçük bir felâkette derin üzüntüye kapılırlar.

Böyle her şeyden müteessir olan her şeye üzülen kimseler yenilik ya­pamazlar, yapsalar da zararlı olur. Yeniliğin değeri, devamlılığı ve bekayı sağlayabilmesinde, değişmenin ve muhafazanın büyüklük derecesinde yani muhtevasmda gizlidir. Yenilik, hiçbir zaman devamlılığı yık- mamalıdır. İnsan da tek taraflılığa düşmemelidir. Meselâ hep akıl ve mantık içinde kalan kimse henüz ihatasının dışında kalan tecelliler kar­şısında kötümser olur. Hep akl-ı fâil olmak ve her şeyi fikr-i tâlîl ile hal­letmek isteyen kimse, yarınki tecelliyât-ı Hak karşısında kör bir mu­taassıp olur. Hakkın ilhamından, tecrübenin feyzinden mahrum kalır. Hep akl-ı kâbil olmak isteyen kimse ise her iki tesir altında rûhî bir kis­veye giren bir havâi olur.

Hamdi Efendi akl-ı fâil’den “Fikir ve istintâc-ı mütehâniyi, akl-ı kabil den de “ihtibar, tecrübe ve istikra-i gayri mütenâhiyi anlamaktadır.

Hamdi Yazır “Dibâce”sinin baş tarafında Ingilizlerin ilim tasniflerinin mizacına uygun geldiğini söylemektedir ki yukarıdaki ifadeleri ve akıl an­layışı onda tercübeciliğin akılcılıktan ağır bastığım ortaya koymaktadır. İşte onun yeniliğe dair fikirlerinin kaynağı da burasıdır.

Çünkü ona göre dış âlemden gelen bütün ihsaslar tahavvûl ve te­ceddüde tabidir. Bunun için akıl ve hissi iyi kullanmak gerekir. İnsan Hakk’a bağlı kalırsa, hem akıl hem de hisse gelenler çoğalır, hem de ruh birliği muntazaman devam eder. Bu sayede nev’in ve şahsın bekası temin edilir.

Yenileşmeye dair bu umumî fikirlerden sonra Hamdi Yazır İslâm’daki yenileşmenin zaruretine dair şu fikirleri ileri sürer:

Cenab-ı Hak sonsuz yeniliklerin nizam ve vahdetini yaratıp idare eden bir kudret-İ bâligadır. Bu biricik kudrete İstinad eden bir dinin sonu yoktur. Böyle bir din “Bir safha-i tekâmülde tevakkuf edip kalacak bir vâkıa-i ibtldâiyye değil» her tekâmülü ihtiva eden bir hasisa-i Rahmâniye ve Rabbaniyedir.”

Filozof müfessirimiz burada âyetine şu mânâyı vererek ileri sürdüğü gerekçeye mesnet yapar: “Ey mü minler biliniz ki Cenab-ı Allah’a yalnız aklen değil, aklen ve hissen merbut olan insanlar için mürûr-ı zaman korkusu yoktur. Onlar es­kidikçe yenilenmek imkânını bilmeli, peyderpey esvâk-ı cedide içinde ile- lebed pâyidâr olmalıdırlar. Bu din, mahdut bir tekâmül safhasında te­vakkuf için nazil olmuş bir din-i has değil nâmütenâhî merâtib-i tekâmülü idare için inzal olunmuş. Mebadi-i hakkayı muzammm bir din-i âmindir.”

Filozof müfessirimiz Kur’ân’dan aldığı bu yenileşme mesnedinden sonra şu hadisi de ayrı bir mesnet olarak kullanır:

“Allah hiç şüphe yok ki her yüz sene başında yani her asırda bu üm­mete dinini yenileştirecek adam veya adamlar gönderecektir.”

Müfessirimiz bir va’d ifade eden bu hadisi de şöyle tefsir etmektedir:

  • İbaredeki “ba’s” sözü müceddidi va’d ediyor.
  • İşaret suretiyle tecdidin lüzûmunu tenbih ve bunu asr ile tevkit ediyor.
  • İma yoluyla ümmeti her asır başmda teceddüde imale ve kesb ü kabulüne teşvik eyliyor.
  • “Hâzihil-ümme” ibaresi tecedütte ümmetin hâziyyeti mhfuz ka­lacağında ve teceddüdün tebeddül değil, bu hâzlyet ve hüviyeti teyid ve İdame etmesi lüzumunda nasstır.
  • Müceddldin taşahhusuna işaret vardır.

Aklî ve dinî esasları olan dinimize yenilik nasıl girecektir. Yenilik de­ğişmek ve bozulmak olmadığına göre, bütün yeniliklerde “ümmetin hü­viyeti* muhafaza edilmelidir. Yenileşmede takip edilecek metod ise şu olacaktır: “Her asırda vâki olan fikrî ve maddî hâdisat bir tecrübe nokta-i nazarıyla tedkîk edilip mebâdinin suver-i tatbikiyeslne irca-i nazar olu­nacak ve bu suretle bir taraftan tecrübî ve istikrâî, diğer taraftan aklî ve istintâcî muzaaf bir seyr ile cihet-i telâki bulunacaktır. Bu metodun kullanılması ile ümmetin hayatına giren yeni hâdiselerin dinî ve şer’î sıhhati tesbıt edilecek helâka yolaçan bid’atlarla, hayatın sebebi olan yeni gelişmeler tefrik edilecek, zararlısı atılacak faydalısı bırakılacak ve so­nunda akıl ile his birleştirilerek vicdanlara, yeni ihtiyaçları tatmin eden yeni bir emniyet ve şetaret neşvesi gelecektir.

İnceleyin:  Nevzuhur bazı ilahiyatçı sahte tanrılar

Böylelikle nass hâlinde esaslar muhafaza edilirken teferruat ve tat­bikatta ayıklanarak seçilen yenilikler benimsenecek ve dolayısıyla içtimâi vicdan fetret ve nifaktan kurtulacaktır.

Mûfessir Hamdi Efendi, İslâm’da yenilik yapacak olan şahsın pey­gamberlerin vârisleri olan din âlimleri arasında, amelî şahsiyeti olan kim­selerden çıkacağım söylüyor. Bu âlimlere de şöyle bir vazife yüklüyor: Bu kimseler “Her asrın tarihini güzelce zabt etmek ve o tarihte esbâb ve ilel-i şer’iyyenin kıymet-i ameliyeleri ve netâyic-i içtimâiyelerini tetkik ve bu suretle asr-ı sâbıkın bir fezlekesini yapıp asr-ı âtinin ihtiyâcatını tâyin eylemek” vazifesiyle mükelleftirler.

Bu ağır vazifeyi ciddiyet ve şuur ile yapan âlimler arasından çıkacak olan müceddîd aynı zamanda “Vahdeti kırmayacak, şikâtı artırmayacak, usûlü inkâr, fürûğu tecrid, istikâmetten inhiraf etmeyecek, mücerred he­veslere kapılarak ümmetin vicdânını ecnebi vicdanlara benzetmeyecek ve onun şahsiyetini, hüviyetini yok edici yol açmayacak, bunlara dikkat edecektir.”

Bu taktirde teceddüd bize nefret değil, muhabbed zerk edecek, korku ve endişe değil emniyet getirecektir. Neticede bekâmızı temin edecek ye­niliklerden mahrum kalmayacağımız gibi ölüm getiren yeniliklerden de kurtulmuş olacağız.

Filozof müfessirimize göre, îslâm dünyası bugün (1923) musibetlerden doğan bir uyanışın heyecânı ve helecânı içindedir. Yalnız burada ilim ile dini, akıl ile hissi karşı karşıya getirmemeli, çatlak medeniyetleri değil, in­sanlığa kemal vahdeti ile yapışacak ve millî vicdanımızı kökünden kav­rayacak mes’ud bir medeniyeti ideal edinmeliyiz.

Buraya kadar filozof olarak vasıflandırdığımız mûfessir Hamdi Yazır’ın din felsefesiyle, felsefenin yeri ve ehemmiyetine, tekâmül ve te­ceddüde dair fikirlerini hülâsa etmeğe çalıştık. Bu fikirlerini daha çok “Metalib ve Mezâhib” adlı tercümesinin “Dibâce”sinden naklettik. Bu fi­kirlerin yer aldığı Dîbâce bütünüyle ele alındığı zaman Hamdi Yazır’ın müstakil düşünebilen dirayetli bir kafaya sahip olduğu, felsefe me­selelerine yakından vâkıf bulunduğu anlaşılır. Hâdiseler, tarih ve âlem karşısındaki tavırlarını da hem bu Dîbâce’de, hem tercümeye koyduğu tenkitçi dipnotlarında, hem de tefsirinde açıkça ortaya koymuştur.

Nitekim “Metâllb ve Mezâhib” basıldığı zaman Dârûlfunün Edebiyat Fakültesinin Felsefe Müderrisi olan Mehmed Emin (Erişirgil). Fakülte mecmuasının (1923-1339)’da çıkan Ağustos-Teşrin-i Evvel sayısında “İki Eser-i Felsefî Münasebetiyle” başlıklı bir makale yayımlamıştır. Bu ma­kalede Mustafa Şekîb’in bir tercümesi ile birlikte “Metâlib ve Mezâhib” için şu hüküm verilmiştir: “Meşrutiyetten beri münteşir en kıymetli iki eserdir.” Fakat bu hüküm eserin mukaddimesine yani “Dibâce”sine ait değildir. Dibace hakkında ise şu hükümler yer alır: “Kitaptan çok Dibâce kıymetlidir. Bu Dibace ayn intişar etse yine kıymetinden kaybetmezdi. Çünkü baştanbaşa okuyunca felsefî mesâili kavrayan bir zekânın tesiri altında bulunduğunuzu hemen fark ediyorsunuz. Vakıa içindeki bazı fikirlere iltihak edemiyorum. Ancak mesâil-i fel­sefiye üzerine yazılmış bir eserin parça parça fikirlerin sıhhatinde değil, kavrayış ve görüşündeki vüs’at ve ihatadadır. Bu mukaddime iseher cihetten bize muharririn felsefî mesâili anlayıştaki ihâtasını gös­teriyor.” (s. 163). “Bu mukaddime felsefî bir kudreti hâiz bir kalemin eseridir” (s. 166).

Müfessir Hamdi Efendi hiçbir filozof ve fikir adamı hakkında peşin hükmü olmayan ve bu yüzden bir fikrinden dolayı tenkîd ettiği bir fikir adamım biraz sonra başka bir fikrinden dolayı tasvip ve takdir et­mektedir.

Fikirler ve hâdiseler karşısında tavır takınabilen ve bunu cemiyetin hayrına izhâr edebilen kimseye filozof denilirse Hamdi Yazır, bu mânada bir filozof sayılır. Daha önceki müfessir ve mütefekkirlerden müstakil düşünebilen ve onlara yerine göre tenkitler yöneltebilen kimse filozof sı­fatım alabilirse Hamdi Yazır, bu mânada da filozof sayılır.

Şimdi onun tefsirinden bu hususu teyîd eden bir-iki misâl verelim:

Nemi sûresinin sonundaki “De ki: Allah’a hamd olsun, O, size âyetlerini gösterecek de onları tanıyacaksınız” âyetini tefsir ederken Bedir harbinden Fatih, Yavuz ve Kânûnî’ye kadar, hatta Sakarya, İnönü zaferlerine kadar, Allah’ın müslümanlara âyetlerini gösterdiğini söylüyor: “Islâm’ın artık bütün va’dleri olmuş-bitmiş, istikbâl için vazifesi kal­mamış olduğunu iddiâ ederek müslümanlığı körletmek” isteyenlere karşı Islâm’ın hâkim olacağım söylüyor: “İslâm’ın da gecesi-gündüzü olacak… Bu âyetin işâretine nazaran İslâm’ın istikbâli gece değil gündüzdür, sönük değil parlaktır. Ara-sıra basan gece zulmetleri onu dinlendirip tek­rar uyandırmak içindir.” Ümitsizliğe karşı ümit veren bu ifadelerden sonra, “İslâm garib geldi, başladığı gibi garib olarak dönecektir, ne mutlu o gariblere!” hadisini de şimdiye kadar yapılanların aksine kötümser değil, iyimser olarak tefsir etmektedir. Bu hadisteki “Seyehûdu”   fiilini ekseri kimseler “Seyesîru”  mânasına Fil’-i nâkıs telâkki ederek -İslâm garib olarak başladı, (yahut zuhur etti. Yine başladığı gibi garib olacak)- inzar sûretinde anlamış, bundan İse hep yeis teammûm etmiştir. Halbuki, kamusta gösterdiği üzere “ade” «fim “Yübdiu ve yuîdu”  olduğu gibi, dönüp yeniden başlamak mânasına da gelir.

Bu hadis de böyledir. “Yâni İslâm garib olarak başladı (veya zuhur etti.) İleride yine başladığı gibi garib olarak tekrar başlayacak (yahut ye­niden zuhur edecek) ne mutlu o garîblere” demektir. Hadîsin âhirindeki “fetûbâ” onu inzar için değil, tebşir için sevk buyrulduğunu gösterir, gerçi bunda da dönüp garip olmak inzar yok değil, lâkin sönmeyip ye­niden başlaması tebşiri vardır. İşte “Fetûbâ lil-gurabâ!” müjdesi de bunun içindir. Çünkü onlar sâbıkûn-ı evvelûn gibidirler, binâenaleyh ye’si değil müjdeye natıktır. (C. V. S. 3713-14)

Müfessir Hamdi Efendi’nin önceki müfessirlerin aksine olarak yaptığı tefsirden bir başka örnek daha verelim:

“Sen dağlan görür, câmid sanırsın, halbuki onlar bulut geçer gibi geçer dururlar” âyetinin tefsirinde şunları söylüyor: Bu âyet iyi an­laşılmış değildir. Müfessirler bunu kıyâmet manzarasının bir tasviri telâkki etmişlerdir. Bu durum “Tehsebuhâ câmideten cümlesine yakışıksız kalıyor.

Sonrakilerden bazılan da “Ve hiye temerru” fiilinin hâle ait olacağına hükmederek arzın hareketini isbat etmeğe çalışmışlardır. Bu da isabetli değildir.

Bizim kanaatımızca bu âyet, hâl-i hâzırın her dem kevn ü fesâdını gös­tererek kıyamet ve ba’si tasavvur ettirmek için bir nevi istidlâl sadedinde sevk olunmuştur. “Ve hiye temurru merras-sehâb «  ibaresi dağların kendi zâtında seyyal gazlardan mürekkep olup, zer­relerinde bulut tebahhur eder gibi kevn ü fesad, kimyevî tahavvûlât ile her dem halk-ı cedîd cereyan edip durduğunu ve bu suretle kütlelerinin de yekpâre bir hacimda sâbit kalmayıp her lâhza tağayyür ve intişar üzere bulunduğunu ve binâenaleyh âlemin en sâbit görünen şeyleri böyle her dem inkılâb ile bir kıyâmete doğru gittiğini ve şu halde günün birinde bir nefti ile o koca dağların yerinden bütün kütleleriyle yü­rütülerek Arzın başka bir Arz a tebdil olunacağını anlatıyor. Hem bu gidişin nizamsız bir ihtilâl ile mücerred tahrib için değil, bulutun rahmete gidişi gibi hikmet û intizam ile daha yüksek bir hayata geçirmek için ol­duğuna işaret de eyliyor.* (C.V. S. 3709-10)

Şimdi Hamdi Yazır’dan sunacağımız şu parçalar onun Descartes gibi, varlık şuurunda insanın ilk açık-seçik bilgisine, oradan da Allah’ın var­lığına ve İdealist bir âlem anlayışına nasıl ulaştığını ortaya koyması ba­kımından çok dikkat çekicidir.

(Hülâsa kendi kendime “Ben varım, ben şimdi varım” dediğim zaman, “Ben kendimi duyuyorum ve bu duygum doğru bir hak duy­gusudur, binâenaleyh ben varım ve ben benim” demiş bulunuyorum. Filvaki ben kendimi duyarken, önümden, sonumdan, zahirimden, bâtınımdan muhit olan hakkı ve îzâfet-i hakkı beraberimde tasdik etmiş olmasa idim, tarafeyn ile nisbeti bulamaz, “Ben varım, ben benim” diyemezdim, vicdânımla vücudumun intibakına eremezdim ve binnetice vâkîde hiçbir hakikat tasdik eyleyemezdim. Elem ile lezzeti, zıva ile zul­meti, uyku ile uyanıklığı, zenginlikle züğürtlüğü, hâsılı eşyadan hiç­birinin varlığı ile yokluğunu sezdiğim kadar da sezemezdim, yakacak ateşten kaçıp, güldürerek gülistân’a gidemezdim, bunları az-çok velev izâfî seziyor, yapıyorsam Hak Teâlâ’ya izafetimde ve bu sayede cüzî, külli hakâyık-ı izâfiyeyi idrâkim ki yapıyorum, bunu da vicdanımda onun eseri olan âlemimden ayırıyorum). (Tefsir, C.V.S. 73)

(“Hâsılı ben varım, ben benim, başkası değilim” kaziyeleri bizim bütün şüphelerden ârî en yakînî bedîhî ve en evveli bir ilmimiz’dir. Fakat ben şuurum varken ve ancak onunla “Ben varım” diyebilirim. Bu tas­dikte vicdanım bilbedâhe ve bizzarüre kendisi ile intibak eder. Bu suretle  “Ben varım” kazıyye-i bedihiyyesinin mazmûnu kendisinin mûddeası olduğundan bedîhîdir. Bu da “Bu şuurum, bu duygum, bizzarüre doğ­rudur, sâdıktır, haktır” kaziyyesinin kefâletiyle bedîhîdir. Bu da Vâcibü’l- Vücud, Hakim-i mutlak bir Zât-ı Hakkın zarûrî bir tasdikiyle, şehâdetiyle bedîhidir.) (C. 1, s. 73-74)

“Heyûlâ ile sûretin veyahut madde eczâ-i ferdesinin yekdiğeriyle, envâ-ı kuvvetlerin birbirleriyle mütevakıf veya mütehahf münâsebet û ir- tibatları ufacık bir çemen, bir teşrih-i hayvani veya inşâm, koca bir manzûme-i şemsiye, bütün mekâniyle hey’et-i ecrâm, mâzi, hâl, istikbâl bütün zamanıyla bir silsile-i mükevvenât ve bu arada bir lâhza şuur, hep bu delâletin vesilesi olan birer âlemdirler. Bu delâlette mücmel, mufassal ve her biri şuhûdi, hayâli olmak üzere mertebe mertebedir. Daha ilk mü­şahedede bilbedâhe bir delâlet-i mücmele müncelîdir ki bu icmâl anât-ı şuurun teselsülü ile tafsil ve te’kid olunur gider. Bunların zihinde mazilerini ve istikbâlin nümûne ve misâllerini teşkil eden samimî hatırâlardan, sahih hayallerinden, inikaslarından da yine icmali veya tafsili bir delâlet-i akliye okunur, bu da bir şuur nisbetiyle tecellî eder. Filhakika biz eşyâyı şuurlarımızın taalluku ile şuhûden ve bu taalluktan hâsıl olan suretlerle, hâtıralarla tasavvuren ve aklen tanırız. Bu şuur ol­madığı zaman kendimizden bize haberimiz yoktur. Şuurlarımız ve onların taalluk ettiği bu suretler, bu intibalar ise bizde, bizim nefsimizde,ruhumuzdadır.” (C. 1, s. 71-72)

Asıl ilanı ise tasavvur değil, tasdik-i haktır. Yani iki tasavvur ara­sındaki vâki nisbetini bütün vicdan ile idrâk etmektir. Bize bir nizâm-ı içtimâî ile görünen ve her an adem ile vücûd arasında akıp giden ve cereyanında bir sırr-ı nizâm ve irtibat ta’kib eden ve en mühim ni­zamından biri de enfus ve ezhân ile hâriç ve âyân arasında hakkıyet, ta­hakkuk mutâbakat-ı vâki dediğimiz hak nisbetinde yani bir tasdik şu­urundaki şühûd, ilim, akıl ve kalb alâkasıyla tecellî eyleyen her cemâat-ı eşya Hak Teâla’ya ve O’nun sun’una, rubûbiyetine ve kemâline delâlet eden birer delil, birer alâmet teşkil ederek ilmimize, tasdikimize vesile ol­duklarından dolayı âlem tesmiye edilmişlerdir.” (C. 1, s. 70-71)

Hamdi Yazır’ın tefsirinden felsefi mahiyetteki nakilleri çoğaltmak mümkündür. Fakat buna lüzûm görmüyoruz. Şunu ifâde etmekte fayda vardır: Hamdi Yazır’ın tefsiri felsefi hüviyeti ağır basan bir dirayet tef­siridir. Felsefe meselelerine âşinâ olmayan bir kimse bu tefsiri anlayamaz veya anlamakta çok güçlük çeker.

Böyle derinliği olan bir tefekküre sahip Hamdi Yazır’ın geçmiş bil­ginlerden ve düşünürlerden bağımsız düşünebilmesi onları, yer yer ten­kit ederek yeni, farklı görüşler getirebilmesi, Türk ve İslâm dünyasının asılardır aradığı tefekkür hayatının yeniden canlanmasına yeni ufuklar açacak çapta katkıda bulunacaktır.

Elmalılı M. Hamdi Yazır Sempozyumu

4-6 Eylül 1991 : sempozyum

 

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir