Bir Evi Yuva Yapan Nedir?
“Bir ev duvar ve kirişlerden oluşur, bir yuva sevgi ve rüyalardan.”
Ralph Waldo Emerson
Kısa bir zaman öncesine kadar insanlar doğdukları şehirde yaşar ve ölürlerdi. Modern zaman insanı, evini kolay terk edebiliyor. Bellek uçucu ve uçan. Kök salmıyor, derinlere inmiyor. Bireylerdeki “mekânsal” ev algısı, “geçici” ev algısına dönüşüyor. Mekânın değersizleşmesi, meskûn olmanın toplumsal ilişkilerinden bizi mahrum bıraktığı için, dikkatimizi harekete, yer değiştirmeye ve küresel hız kültürüne tevdi ediyor. Oysa ev, Gaston Bachelard’ın dediği gibi, insanın düşünceleri, anılan ve düşleri için en büyük bütünleştirici güçlerden biridir. Evin öğüdü, yaşanılanınızda sürekli bir yankıdır.
Bugün mahremiyet adası ve tahayyül mekânı olmaktan çıkararak sığınaklara dönüştürdüğümüz modern ev, artık evdeki tüm bireylerin ihtiyaçlarını karşılayacak eğlence merkezleri gibi tasarlanıyor adeta. Bireycilik, ev içindeki yaşama da olanca hızıyla etki etmiş ve evin her odasını ayrı bir interaktif yaşam alanına dönüştürmüştür. Birbirimizden ayrı, yan yana yaşayabildiğimiz evlerimiz artık bir tefekkür, dayanışma, manevi bir çekim merkezi olmak yerine bir oyalanma adacığı. İşte bu, evin anlamdan boşalmasıdır. Çocuğun kendisini daha geniş bir bütünün parçası, karıkocanın birbirlerini daha yüksek bir mefkûrenin taşıyıcısı olarak algılamadığı bir ev, anlamdan boşalmıştır. “Buralar, aşkın ve dostluğun paylaşılan teneffüs avlusu statüsünden bölgesel çarpışma alanlarına, birlik şantiyesinden tahkim edilmiş sığmaklar toplamına dönüşmüştür,” diye yazar Zygmunt Bauman. Evin fertleri, ruhları birbirine dokunmadan, hatta bazen birbirlerini uzun süre görmeden bile yaşayabilirler.
“Dış dünyanın kaosunu ancak kendi içimizde, evin sıcaklığı ve samimiyetiyle bir nebze söndürebiliriz.”
Aileyi bir arada tutan şey yakınlıktır. Menfaat siz, teklifsiz, hesapsız, maskesiz, sadece kendi olmanın tatlı huzuru. Ev yuva olmaktan çıkarılıp bir eğlence merkezine veya bir pansiyona dönüştüğünde, herkesin başının çaresine bakması gerekecektir. Soğuyan insan ilişkileri aileyi de muhasara altına almış bulunuyor ama yapmamız gereken, geçmişin yasını tutmak yerine, insan olmanın özüne sadık kalmak. Bu da evi yeniden sıcak bir yuva olarak tesis edebilmekle mümkündür. Elektronik aletleri, yani bizi dış dünyanın keşmekeşine açan ve ruhlarımızı her türlü istilaya hazır hale getiren ekranları kapatıp birbirimizin gözlerinin içine bakabilmekle. Dış dünyanın kaosunu ancak kendi içimizde, evin sıcaklığı ve samimiyetiyle bir nebze söndürebiliriz.
Aile bireyleri evde kendilerini muhafaza altında ve güvende hissedebilmek için ruhun çağrısına kulak vermeli; birbirlerine olan o mesafeyi, sevgi sözcükleriyle yürümeye gayret etmelidir. Karı-koca ve ebeveyn-çocuk arasındaki mesafeyi kalplerimizi birbirine yakın kılarak kısaltmak zorundayız. Ama sadece gözlerimizin içine bakmak yetmez. Bir ufuk gözlerimizi kamaştırabilmeli; insan olmanın anlamına dair bir soru bir ruhtan diğerine misafir gidebilmeli. Malayani olanın değil de ruhu daha yukarılara çıkaracak bir bilincin kanatlarına tutunarak, hayatlarımızın ve ölümlerimizin boşuna olmadığının bilgisiyle birbirimize uğramaliyiz. Bu dünyada misafiriz; evlerimizde ve bedenlerimizde misafiriz.
İhtimam Ahlakı
Dünyadaki ilk günümüzden itibaren diğer insanlara tepki vermeye başlarız. Yeni doğan bebekler dahi sahip oldukları ayna nöronlarla başkalarını taklit etme ve duygularıyla ahenk sağlama yolunda bir beceriye sahiptir. Beyin mutlak bir yalıtım içinde işleyen bir makine değil, içinde bulunduğumuz çevreye tepki vermeye programlı bir sinirsel sistemdir. Beyni şekillendiren yaşantıdır ve bebekken gördüğümüz ihtimam ve dikkat beynimize adeta nakşedilir. Epigenetik çalışmaları bize sosyal davranışı belirleyen genlerin çevreyle sahneye çıktığını gösteriyor. Çevre, bir genin aktif olup olmayacağını belirleyebiliyor. Bu da bizi yeni bir ihtimalle baş başa bırakıyor: Ruhsal gelişimimiz sadece ebeveynlik tarzlarından ve beyinden değil, içinde yaşadığımız toplum ve kültürden de etkilenir. Bugün Batı kültüründe yaşayan pek çok insan kendi çıkarını ötekinin önüne koymanın en doğal hakkı olduğunu düşünüyor. Bu inanış da sanayi kapitalizminin ve ekonomik sisteminin temelini teşkil ediyor. Aileler bazen ahlaki değer adına çocuklarına bilinçdışı süreçlerle toplumun genelgeçer değerlerini zerk edebiliyor. Çünkü her toplum bir “mega aile”dir ve onun genel kabulleri geniş toplumsal kesimlerin bilerek veya bilmeyerek düşünceleri olmak İstidadındadır, Demem o ki bir toplum bencilliği yüceltiyorsa anne babalar da çocuklarına “önce can” felsefesini İleteceklerdir. Batı’nın gerçekliği maddi ve teknik ilerleme üzerine kuruludur. İnsanın artan büyüme ve üretkenliğe
“Başkalarının duygu ve düşüncelerine açık
olmak, başkasını benden farklı olduğu için bir
zenginlik kaynağı bilmek, ötekinin ihtiyaçlarını
da kendi ihtiyaçlarım kadar öncelikli saymak.” |
tabi olması beklenir. Maddi refah, duygusal refahın önüne geçer. Başka insanların çıkar ve ihtiyaçlarını gözetmeyen bir bencillik toplumsal norm haline gelmiştir. Bireycilik, tamahkârlık ve maddecilik üzerine kurulu bu bencillik, bütün toplumun kolektif ihtiyaç ve çıkarlarını hasıraltı etmektedir. Aşın rekabetçi bu tarz kültürler beyin gelişimini de olumsuz etkileyip annelerin strese girmelerine, bebeklerin de daha rüşeym halinde strese maruz kalmalarına yol açmaktadır. Peki çıkış yolu ne? Ben merhametten ve ihtimam ahlakından başka bir yol göremiyorum. Dünyamızı ve insanı onarmak, devam ettirebilmek için yapageldiğimiz her şey ihtimamın kapsamına girer. İnsan olarak her birimiz ihtimam alır ve veririz. Düşmüş olanın elinden tutmak, yoksulu gözetmek, zenginden daha fazla vergi alarak yoksula aktarmak, çocuklara eşit eğitim fırsatları sağlamak, sosyal adalet… tüm bunlar ihtimam ahlakı kapsamında değerlendirilebilir. “Başkalarının duygu ve düşüncelerine açık olmak, başkasını benden farklı olduğu için bir zenginlik kaynağı bilmek, ötekinin ihtiyaçlarını da kendi ihtiyaçlarım kadar öncelikli saymak.”¥eni bir dünya ancak merhameti esas alan politikalarla kurulabilir. Bir ailenin en büyük başarısı kanımca dünyanın narsizm ve bencilliğin kayışına çomak sokabilecek diğerkâm çocuklar yetiştirebilmektir. Benim şahsi nazarımda iyi aile, çocuklarım ne ölçüde “varlığa özen gösteren, nazik, iyicil, yardımsever kişilikler olarak* yetiştirebildiğiyle miyara vurulur.
Mutlak Mutluluk Mümkün mü?
Evlilik terapisti John Gottman çiftleri yıllarca izledikten sonra boşanmayla sonuçlanan evlilik etkileşimlerini dört ana başlık altında özetler. Çatışma zamanlarında eşlerin birbirine karşı gösterdiği dört temel olumsuz tutum, yani “dört atlı” şunlar: Aşağılama, eleştiri, savunmacılık, duvar örme. Bu dört atlı, bir bakıma “narsist” kişiliğin tezahürleri olarak karşımıza çıkıyor. Bir zamanlar sevdikleri kişiye şimdi saldıran veya birbirinden uzaklaşan eşler, genellikle kendi ihtiyaçlarının artık karşılanmadığından yakınır. Bir dokunuş aileyi değiştirmiş, beraberliğin yerini iki-üç kişilik yalnızlıklar almıştır. Biz her zaman değişiyoruz ve aşk da aynı kalmıyor. Gerçekte evlilikler, her kişi kendi kimlik ve gayesini geliştirebildiğinde daha uzun ömürlü olabiliyor. Sıcak yuva, her bireyin kendisini rahatlıkla ifade edebildiği ve yaşama hünerini serbestçe keşfedebildiği bir yerdir. Bir ağaç gibi derinlere kök salarken dallarıyla gökyüzünü kucaklayan bireyler.
Haddi zatında âşık olmak kolay ama bir başka insanla yaşamak zor. Romantik aşk, diğer kişinin bir ruh ikizi veya mükemmel uyumlu kişi olarak ülküleştirildiği bir süreci içerir. Âşıklar adeta, “birbirleri için yaratıldıklarını” hisseder. Aşkın çılgınlığında ötekinin imgesi benim ihtiyaçlarıma göre yeniden kurulur. Sevilen kişiyi kendi benliğimin bir imgesi olarak görür ve farklılıkları görmezden gelirim. Oysa ideal sevgiliyi bulma inancı bir yanılsamadır ve uzun ömürlü bir yakınlığa temel teşkil edemez, ilişkinin bir yerinde büyü bozumu mukadderdir. Romantik aşk pek sahip olmadığımız, yeterince sahip olmadığımız veya ona bel bağlayacak kadar sahip olmadığımız bir şeye işaret ederek adeta mutsuzluğu çağırır. Sonunda “ya aşk ölür ya da âşıklar.” Tolstoy’un Anna Kareni- na’te. söylediği gibi, “Mutlu aileler hep birbirine benzer, her mutsuz ailenin ise kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.”
Geçmişte de pek çok mutsuz evlilik olduğu halde boşanmak çok daha zordu. Ancak insanlar yakınlık ihtiyaçlarım sadece evlilik bağından devşirmiyordu. Evlilik bağının bu kadar kolay çözülmesinin bir sebebi de tek bir ilişkiden artık çok şeyin bekleniyor olması. Toplumsal olarak parçalanmış bir dünyada sevgililer her şeyi yakın ilişkilerinden bekliyor. Çünkü şu kalpsiz dünyada bir sığmak kalmamıştır ve görünen son sığmak da aşk ve ailedir. Yüksek gerilim, aileyi infilak ettiriyor. Olgun bir sevgi ilişkisi için sevgililerin birbiri içine geçtiği, eriyip tek kişi olduğu bir halden benliklerinin birbirinden ayrıştığı bir hale geçebilmek gerek. Öteki insanın farklı ihtiyaçları olabileceğini kabullenmekle olgun bir yakınlığın yolunda ilk adımı atarız.
Büyülenmenin sona ermesi için birkaç yıl yeter. Evliliğin sonsuza dek bir aşk esrimesine gömülü olacağını sanan aldanır. Evlilik sürecekse eğer, ortak hedefler için birlikte gayret göstermenin, karşılıklı saygı ve dostluğun ön plana çıkması gerekir. Bir insanla yaşamak belki tüm duygusal ihtiyaçlarımızı karşılamaz, belki eşimiz ruh ikizimiz falan da değildir. İlişkide mevcut olan, canlılığını devam ettiren her neyse ondan istifade etmemiz lazım. Dış dünyada ve iç âlemimizde huzur kaynaklarımızı çoğaltmamız da evlilik bağı üzerindeki gerilimi düşürecektir.
Eşler ve sevgililer, ötekinden kendilerini mutlu etmesini beklediğinde hayal kırıklığına uğrar. Ebeveynler çocuklarından kendilerini mutlu etmelerini beklediğinde hayal kırıklığına uğrar. Ailelerimizin tadını daha fazla çıkarmak için daha geniş sosyal ortamlarda bulunmalıyız. Manevi bir ortak iklimi teneffüs etmek, aile bireylerini bir ruhsal akrabalıkla birbirine bağlar. Akrabalarımızla, iş arkadaşlarımızla ve aynı toplumu paylaştığımız insanlarla daha sık birlikte olmalıyız. Yakınlık ve toplumsallık değişik bağlanma ihtiyaçlarını giderir ve pek çok insan her iki türlü ilişkiye de ihtiyaç duyar. Bu sebeple, yakın aile çevresinin dışında da bir dizi bağlanma geliştirmeye de ihtiyacımız var. Hayat bizim etrafımızda deveran etmiyor ve mutlak bir mutluluk yok. Başka insanlarla birlikte yaşamak bize uzlaşmayı ve ihtimamı öğretir.
Bir evi yuva yapan, ocağında tüten muhabbettir. Güzellik, sıradan gerçekliği aşan yaşantılarda bize göz kırpar. Ruhun ebediyete kapı araladığı anlar, sevginin bizi güzelleştirmesine izin verdiğimiz anlardır. Bir evi yuva yapan, orada bulduğumuz güzelliktir. Demem o ki göz ve ruhlarımız birbirine değsin. Sonra omuzlarımız birbirine değsin de birlikte ufku seyredelim.
Kemal Sayar – Hatıraların Evi
Günümüzde Aile,syf:23-31