Ya tembelliğin, ya kendine fazla güvenmenin, ya bir sıkıntının, bir hevesin, bir özentinin, veya başka birşeyin sebebiyet verdiği bir dikkatsizlik ve başıboşluk içinde iken önümüzde alternatifler beliriverir. Bir anda, iki zıt çekimin etkisi altında kalır; ve vicdanımızın sızısını duya duya, “Yanlış ama…” diye diye, nefsin istediğini yaparız. Sonrasında, yani nefsin o ânlık hazza ulaşmasının hemen akabinde, uyanır, ikide bir “N’aptım ben?” demeye başlarız. Nefis yapacağını yapmış, alacağı geçici hazzı almıştır. Geride kalan, ruhumuzun duyduğu acılardır. Ne ruh, ne kalb, ne de vicdan işlediğimiz bu günah halini bize yakıştırır. Utanırız.
Yapılanın yanlışlığı bizce âşikârdır çünkü. Bunun farkına, daha yaparken varmışızdır. Bu fiilin yanlışlığını belki onlarca, yüzlerce kez konuşmuş, düşünmüş, aklımıza yazmışızdır da. Dahası, belki daha önce de aynısını yapmış; ardısıra gelen pişmanlıklarla bir daha yapmama sözü bile vermişizdir. O günah ânında bunlar uçuşur gözümüzün önünde; gelgitler, dalgalanmalar, iniş çıkışlar yaşanır. Ama, göz açıp kapayıncaya kadar, o iş oluverir.
Bu hali sorgularken çözemediğimiz en önemli sır, kalbimize, vicdanımıza ve ruhumuza rağmen o günaha nasıl da girebildiğimiz, nasıl da o çirkin fiili irtikap edebildiğimizdir. İşlediğimiz o günahı kalbimize yakıştırmayız; çünkü Samed âyinesidir kalb. Vicdanımıza da yakışmaz; çünkü o ‘fıtrat-ı selîme’dir, bize doğruyu ikaz eder, doğruya işaret eder durmaksızın. Ruhumuza da yakışmaz; çünkü Rabbimizin emrindendir ruh, ancak ona muhatap olmamızla gıdalanır. Her üçü de ya dosdoğru işler, veya işlemezler. Ama kesinlikle yanlış işlemezler.
Peki, o halde neden günah işleriz?
İşte bu noktada, çoğu kez gaflet edip unuttuğumuz iki husus çıkıyor karşımıza: “herkeste nefis vardır,” bir. “Nefis daima şeytanı dinler,” iki. Dahasını Said Nursî’den dinleyelim: “Hem bazan kalb, ruh ve aklın rağmına hükmünü icra eder.”
Yani kalb, ruh ve aklımız imanı, ubudiyeti, rıza-yı ilâhîyi tanıyor, biliyor ve ona göre yaşamayı istiyor olabilir. Ne var ki, nefis yine de hükmünü icra edebilmekte, günah yine de kapımızı çalabilmektedir. Bu noktadan hareketle olsa gerek, hikmet ve şefkat kahramanı olan İslâm uleması, ‘iman-amel’ ayrımı yapmışlar. “Amel imanın cüz’ü değildir. Ama istiğfar imanın cüz’üdür”demişler. Yani mü’minin de günah işleyebileceğini; ama bundan dolayı Rabbinden özür dilemeye açık olduğunu; günahı günah diye bilerek, asla yaptığını savunma cihetine gitmeyeceğini ders vermişler.
Sözün kısası, istiğfar sayesinde, bir kere sözüne uyup günaha düştüğümüz şeytana, ikinci bir kere tâbi olmamış oluyoruz. Günah işlesek dahi, hiç olmazsa o günahı günah saymama gibi daha büyük bir günahtan kurtulmuş oluyoruz. Şeytana bir olayda bir kere tâbi olmaktan daha kötüsü, aynı olayda ona iki kere tâbi olmaktır velhasıl. Hem günaha düşmek, hem de istiğfar etmemek…Oysa Muhbir-i Sâdık (a.s.m.), “Mü’min bir delikten iki kere ısırılmaz”[54] buyuruyor. Hemen her gün işlediğimiz onca günaha karşı, bizi ‘ikinci ısırma’nın panzehiri olan istiğfara çağırıyor.
Özür dileyebilene ne mutlu…
Metin Karabaşoğlu – İlim Şehri,syf.67,68
54-Buhari,Edeb
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…