İlim, İmam Maturidi’nin tanımladığı ve müteahhirun döneminde kabul edildiği gibi, bir temyizdir. Temyiz bir taraftan “taayyündü gerektirir, diğer taraftan taayyünü fark edecek bir “nazar” keskinliği. Biz buna “görüş” veya “rey” de diyebiliriz. Taayyün etmiş olanı görerek, onun bizimle irtibatını, bizi ilgilendiren cihetini, yani “manasını” tespit etmeye de “anlama”, “fıkıh” denilmektedir.
Temyiz faaliyeti taayyün sürecine bağlı ve bağımlıdır. Taayyün olmadan temyiz anlamlı olmadığı gibi, taayyün etmiş olanı temyiz edememek, olup bitenin gerisinde kalmak demektir. İlimde esas, o hâlde, taayyün edeni temyiz edebilmektir. Bu temyiz kendisi ile birlikte yeni imkânları ve yeni taayyünleri mümkün kıldığı gibi, yeni taayyünler de yeni temyizlere esas teşkil edecektir. Bütün bu süreç, bir temyiz faaliyeti olarak bilgi ve bilme ile bunların sistematik hâlini ifade eden ilimler-disip- linler arasındaki irtibatı işaret ettiği gibi, ilmin hayat içerisindeki yerini de açıkça göstermektedir. Hayat bilgi ile ve bilgi içinde sürerken, ilim bunun makul yollarını teşkil ederek, varlığa özellikle toplumsal varlığı belirli bir düzen içerisinde gerçekleşme imkânını sağlar. Bunun farklı bir ifadesini mantıkçıların ilmi tasavvur ve tasdik olarak tanımlaması teşkil eder.
Bugün mevcut ilim faaliyetini dikkate aldığımızda, bu cihetten önemli sorunlarla karşı karşıya olduğumuzu açıkça görebiliriz. İlmi faaliyetler içinde bulunanların hangi “taayyünleri”, nasıl “temyiz” ettikleri sorusu kadar “hangi tasavvurları” nasıl “tasdik” ettikleri de belli değildir. Esas itibariyle İlmî faaliyetlerin esasını teşkil etmesi beklenen “bilgi” hususunda zihinler karışık olduğu için, varlığı kendi vahdeti içinde kavrayarak bunun hangi cihetini temyiz ederek, bunun gerçekleşmesine, etkin varlığına nasıl yol oluşturduğu da ilk bakışta göründüğü kadar açık değildir.
İlmi çalışmaların nasıl yapıldığına bakacak olursak mesele kendisini daha da açık bir şekilde ifşa eder. İlmi çalışmalar yapılırken ilk olarak bir konu belirlenir. Konu belirlenirken esas mesele yeterince “malzeme”nin bulunmasıdır. Sonra tezin “içindekiler” kısmı hazırlanır, yani metin planlanır. İçindekiler kısmına, yani planlanana göre malzeme aranır, sonra bunlar bir araya getirilerek bir metin, bir “text” ortaya çıkarılır. Ortaya çıkarılan metin bir İmam Maturidî’nin tanımladığı anlamda bir “bilgi”, bir “ilim” ifade eder mi? Yani “taayyün etmiş olan” bir “şey”i “temyiz ederek” “dile getirir” mi? Bir tasavvurun tasdiki, tahkik edilerek sıdkının gösterilmesi, bu yolla gerçekleşmiş sayılır mı? Bunlar arasındaki irtibat, tasavvur ile tasdik arasındaki irtibat, nasıl kurulur? Bunun bir yolu, yordam ve yöntemi var mıdır? Genellikle bu sorular sorulmadığı için, bir cevabı olup olmadığı, yani yapılanın farkında olarak, bir “temyiz yoluyla” gerçekleştirilip gerçekleştirilmediği belli değildir.
Burada biraz durarak böyle bir çalışma tarzının, buna bazıları veya birçoğu bilimsel yöntem diyor, nereden kaynaklandığını ve tam olarak neye tekabül ettiğini ele almak gerekmektedir. Bu çalışma şeklinin, mesela yüz yıl önce Müslümanlar arasında yaygın olan veya bilinen bir “yol” ve “yöntem” olmadığı açıktır. Bu yol ve yöntem, oryantalistler üzerinden bir yöntem olarak bizim de hayatımıza girmiştir. Bu yol ve yöntemin oryantalistlerin varoluş şekli ile bir irtibatı bulunmaktadır ve nihai olarak “Kartezyen” denilen düşünme şekline tekabül eder. Bu yöntem Kantin “Saf Aklın Eleştirisinde ifadesini bulduğu en mükemmel formu ile kısaca gerçekliğin, mevzunun, bilene bağlı olduğu ve hakikatin zihni bir inşa olduğu varsayımına dayanır. Bu varsayım her şeyi, “mış gibi” ele almayı ön görmekte ve bizim hakikatle irtibatımızı reddettiği gibi hakikati de bilinemez ve ulaşılamaz olarak gördüğü için, nihai olarak radikal bir güreciliğe, relativizme götürmektedir.
Çalışma usulüne biraz daha yakından bakacak olursak, fişleme usulü dediğimiz bu çalışma şeklinde ana başlıklar veya alt konular belirlendikten sonra, “kaynaklar” taranmakta, buna bağlı olarak bu başlıklarla ilgili olan veya ilgili görülen cümle ve paragraflar seçilerek, -siyak ve sibakından kopartılmakta- bir karta yazdırmaktadır. Bu kartlardan yeterli sayıda toplanınca bunlar bir araya getirilerek, bunlar arasında yeni ve yeniden bir irtibat kurulmaktadır. Böylece bölüm ve bölümler ortaya çıkmakta; daha sonra da bu bölümler, planlandığı şekilde bir araya getirilerek, tez veya kitap veya makale ortaya çıkarılmaktadır.
Bu yöntemdeki esas mesele, hakikati sadece bir metin olarak kabul ederek, bu metin ile onun mevzusu, yani varlık arasındaki irtibatı koparmasıdır. Asıl metin ile mevzusu arasındaki irtibatı dikkate almayan fişleme usulü, kendisi ile birlikte ifadeleri tez veya makale yazarının tasarrufuna açık bir hâle getirmekte, böylece “iktibas” edilen, kendi kendisini temsil etmekten çok, müellifin tezini doğrulamak için “kullanılmaktadır”. Bu, kelimenin tam anlamı ile bir “anlamsızlaştırma” ve “yeniden anlamlandırma” dır ki bunun adına “dekonstrüksiyon” ve “rekonstrüksi- yon” adının verilmesi bununla alakalıdır.
Bu yöntemin oryantalistler açısından önemi, İslam’ı “neyse o olarak” kabul etmemeleri, -buna biz İslam’ın “hakikati”nin, kendi başına müstakil varlığının reddedilmesi de diyebiliriz- ve dolayısı ile Hz. Peygamber’in vahiy aldığını kabul etmemeleri ile bağlantılı olarak, onu kendi arzu ettikleri gibi “inşa” etme imkânını bahşetmesi cihetinde ortaya çıkmaktadır. Aynı durum bütün bir sünnet ve hadis araştırmaları söz konusu olduğunda geçerli olduğu gibi, fıkhın ve mezheplerin teşekkülü, fıkhın tedvini ile ilgili araştırmalarda da onlara arzu ettikleri gibi, yani ilk dönem Hristiyanlık ve Yahudilik alanında “inşa ettikleri”, bununla bağlantılı olarak “uydurdukları” tarihî sürecin benzerini İslam tarihi ve medeniyetine de uygulama imkânını elde etmektedirler.
Günümüzde özellikle ilahiyat alanında çalışan ilim adamlarının farkında olarak veya olmayarak oryantalist şablon içerisinde fişleme yoluyla Hz. Peygamber, Kur’an-ı Kerim, mezhepler ve dinî ilimler hakkında oryantalistleri aratmayan ve zaman zaman daha da öteye giden fikirleri savunabilmeleri, bu ilim anlayışından kaynaklanmaktadır.
Kısaca günümüzde yaygın olarak kullanılan bu yöntem, varlıkla irtibatı kopararak, varlığa ve onun dile geldiği metinlere karşı bir zorbalığı öngörmektedir. Bu hâliyle tam da sömürge döneminde Müslümanların memleketlerini istila etmiş ve bu memleketleri istedikleri gibi “düzenlemiş” olan emperyalizmin, Müslümanların geçmişi ve inancını gelecek olarak inşa etme cihetinden konu edinen bilim alanındaki görünüşü olan oryantalizme ve oryantalist varoluş şekline tekabül etmektedir. Bu an- layış/yöntem, oryantalist varoluş şekline tekabül etse de İslam dinini ve dinî ilimleri tafsil, tahsil ve tahkik için uygun değildir. Aynı şekilde din alimi yetiştirmek-olarak yetişmek için de yeterli ve uygun değildir. Günümüzde artık siyasi olarak sömürge süreci bittiğine göre ilim alanında da oryantalizmin teşhis edilerek, bu alanda böylece taayyün edeni temyiz etmek ve bu temyizin mucebince amel etmek gerekmektedir.
Maverdi “Edebü’d-Dünya ve’d-Din” isimli eserinde ilmin “matlaı’nın üç cihetten olduğunu ifade etmektedir. Bunlardan birincisi “müfekkir bir kalb”, İkincisi “mu’abbir bir lisan” ve üçüncüsü ise “musavvir bir beyan”dır.[77] Matla’ tabiri, Güneş’in doğuşunu da ifade etmekte olduğu dikkate alındığında, ortaya çıkan ve taayyün eden bir şeyi işaret etmektedir. Taayyün ciheti kendisi ile birlikte insanın onunla nasıl irtibat kuracağını da işaret etmekte, böylece matla cihetinin dikkate alınmasına “mütalaa” denilmektedir. Dikkat edilecek olursa bu tasnifte varlık, hakikat hareket noktası olarak alınmakta ve fikir, tabir ve tasvir hakikat ile irtibatı içinde, hakikat ile irtibatın vasıtası ve vasatı üzerinden söz konusu edilmektedir. Fikrin İbn Haldun’un beyan ettiği gibi idrak, idrakin de temyiz, tecrübe ve nazar şeklinde üç aşamalı olarak gerçekleştiğini dikkate aldığımızda, müfekkir kalbin nihai olarak Maturidî’nin ifade ettiği şekliyle bilgi ve bilme; buna bağlı olarak da öğrenme anlamına geldiği ortaya çıkar. Klasik dilimiz bize “ilmin maluma tabi olduğunu” söyler. Bu malumun bilgiye mevzu hâline gelirken kendisinin nasıl bilinebileceğini de işaret ettiğini göstermektedir. “İlim maluma tabidir” demek, mevzunun kendisinin bilinme yolunu da içerdiğini söylemektir.
Din hakkında nasıl bilgi edineceğiz? Bu soruyu, biz Müslüman olduğumuza göre, “İslam hakkında nasıl bilgi edineceğiz?” şeklinde de sorabiliriz. Bu soruya verilecek cevabın bir “objektif”, afaki tarafının bulunduğu gibi bir de “varoluşsa!”, “vücudî” tarafı vardır. Vücudî tarafı insanda bilinmesi ile olunmasının özdeş olduğu hâli işaret eder. Şehadet böyle bir şeydir. Hz. Peygamber’in peygamberliğine şehadet etmekle Müslüman olmak bir ve aynı şeydir. Dikkat edilecek olursa şehadet etmek ile taayyün etmiş olan Hz. Peygamber’in peygamberliğinin “temyizini”, yani onun bilgisini ifade etmiş oluyoruz. Hz. Peygamber’in peygamber “olduğunu bilmek” ile “Müslüman olmak” bir ve aynı şeyin iki ayn ifadesidir. Bu bilgi şehadettir ve kelime-i şehadet ile dile getirilir.
Kelime-i şehadet, Hz. Peygamber’in peygamberliğine şehadet eden insanların müşterek varoluş zeminidir ve bu zeminin diğer adı tevatürdür. Her türlü ilim, bir tevatür içinde gerçekleşir. Müslümanlar kendi İlmî faaliyetlerini îslami tevatür içinde gerçekleştirirler; gayrimüslimler, oryantalistler bu tevatüre iştirak etmedikleri için, onların İslam ve Müslümanlar hakkında- ki söz ve araştırmaları Müslüman varoluşu ile alakalı değildir. Onlar Müslümanların meseleleri ile ilgilenmez, Müslümanları mesele olarak görürler. Günümüzde birçok Müslümanın Müslümanları mesele olarak görmesi, oryantalizmin başarı ha- nesine yazılmalıdır.
Burada ana hatları ile farkında olunsa da olunmasa da epeyce zedelenmiş ve horlanmış olsa da esas itibariyle hâlâ devam eden ilim perspektifinin daha da etkin olabilmesi cihetinde bazı pratik teklifler yapılabilir.
Bu tekliflerin ilki artık gerekli olmadıkça fişleme usulünden uzak durulmasıdır. Bunun neticesinde konulan ve alimleri, eserleri, kendi bütünlüğü içerisinde kavramak ve Razi’nin ifade ettiği gibi tafsil, tahsil ve tahkik yolunu tutmaktır.
İkinci cihet, Maverdi ve İbn Haldun’un ifade ettikleri gibi, on dört asırdır devam eden tecrübeyi dikkate almak ve İslam tarihini, siyasi olduğu kadar toplumsal ve İlmî olarak da kendi bütünlüğü içerisinde keşfetmek ve bu keşif üzerinden-yoluyla günümüzü kendi tecrübelerimiz ışığında ve kendi gözümüzle görmektedir.
Üçüncü cihet, 19. ve 20. yüzyılda yaşanmış olan sömürge sürecinin üzerimizde oluşturduğu psikolojik baskının keşfedilerek aşılmasıdır. Bu cihet, muhtemelen çok zor bir vazifeyi işaret etmektedir. Sömürge süreci Müslümanları son yüz elli yıllık tarihin etkin bir unsuru olmaktan çıkardığı gibi, bütün bir tarihi de bu çerçevede yeniden “inşa”ya yöneldi. Müslüman aydınların mühim bir kısmının gururla savunduğu İslam’ın ara ve aracı medeniyet olarak tanımlanması, bunun bir neticesi olduğu gibi, İslamiyet ile ilgili iddialar da bu çerçevede anlam kazanmaktadır. Hâlbuki bilinmesi gereken, en azından miladi 8. asırdan 18. asrın sonuna kadar İslam tarihinin dünya tarihi olduğu ve mesela Batı Avrupa’nın İslam tarihi içinde gerçekleştiği ve Batı medeniyeti denilen oluşumun akidevi boyutu kesilmiş İslam medeniyeti olduğudur. Bu fark ediş, bizim tarih alanında taayyün edeni temyiz ederken nasıl bir yol takip edeceğimiz hususunda bize yol gösterecek metodolojik bir ilke olacaktır.
Dördüncü cihet ise doğrudan doğruya günümüzde karşı karşıya kaldığımız meseleler ile alakalıdır. Bugün tek tek insanlar kadar toplumlar, milletler ve ümmetler kadar bütün insanlık, hepsi kendi mertebesince özel veya genel meselelerle karşı karşıyadır. Bu meseleler taayyün ile alakalıdır ve neyse o olarak bilinmesi, yani teşhis ve temyiz edilmesi gerekmektedir. Meselelerin temyizi, onların manalarının, yani bizi ilgilendiren cihetlerinin tespiti yoluyla gerçekleşir. Bizi ilgilendirme cihetlerinde ise onların bizim lehimize mi aleyhimize mi oldukları sorusu tayin edicidir. Olup bitenler bu soru ile birlikte mana kazanırlar ve bu manaları ile bizim hayatımıza girerler. Neyin ne anlamda mesele olduğu, onun ne zaman halledilmiş olacağını da öngördüğü için, meselenin bilgisi, çözümünü de içinde taşımaktadır. Önemli olan bizim varlıkla, yani bizi başından itibaren Hz. Peygamber’e bağlayan tevatür ve sem’ esası üzerinden kendi varlığımızla, irtibatımızı koparmadan, kendi varlığımızı, leh ve aleyhimize olanı, yani kendi varlığımızı teyit eden ve etkin kılarak onun imkânlarını genişleten ile bunu nefyedeni, birbirinden temyiz etmeyi yöntem olarak yeniden keşfederek sürdürmemizdir.
Tahsin Görgün – Türkiye’de İslami Düşünce Geleneği,syf:
———————-
0 Yorumlar