Bilginin Sebep Olduğu

indir-2-1 Bilginin Sebep Olduğu

Filozofların aydınlatamadığı toplumu, şarlatanlar aldatır…
Condorcet

Anlamıştım ki, her şeyin temelinde siyaset vardı ve ne yapılırsa yapılsın,
bir halk ancak onu yönetenin niteliğini haiz oluyordu.

  1. J. Rousseau

“Var olmak, düşünmek ve hareket etmektir.” demiş­ti Nurettin Topçu. Ne dediğini bilen insanlardandı Rah­metli: “Vakıa hayvanlar da hareket ediyorlar. Lâkin onla­rın hareketleri şuurlu değildir; alelâde yer değiştirmeden, kımıldanmadan ibarettir. Yalnız insana mahsus olan hare­ket (action) ise, kendi kendisini ve başka varlıkları değiş­tirmek demektir.” Çünkü insan, düşünerek yapar. Yapıp eylediği her işin zihinde bir ön tasavvuru mutlaka vardır. Yaratılmışlar içerisinde sadece insan, önce düşünür sonra yapar. Elbette insanın da düşünmeden yaptığı hareketleri vardır ama bunlar insiyaki hareketlerdir ve diğer canlıların da gösterebileceği insiyaki tepkilerdir.

İnsan, en sade şekliyle, akleder, tefekkür eder, tasavvur eder, talep eder, niyet eder ve eyler.[1] Bu fikri biraz derin­leştirerek insanın yaptığı her işin bir felsefesi vardır diye­biliriz. Hele bu iş, insan topluluklarının karıştığı devlet, siyaset, idâre gibi İnsanî faaliyetler yumağından oluşan gi­rift ve çetrefilli bir saha ise felsefesiz iş olmaz demek yanlış olmayacaktır.

Şayet devlet söz konusu ise düşünce ve eylem arasında­ki ilişki iyice netleşir. Çünkü siyaset ve felsefe iç içe girmiş eylem alanlarıdır. Gerçi sadece felsefeyle siyaset yapıldığı­na ihtiyar dünyanın şahit olmadığını biliyoruz ama siyase­tin düşüncesizce yapılacağını da kimse iddia edemez. Esa­sında felsefe ve hareket, düşünce ve icraat, teori ve pratik, ilim ve siyaset, nasıl adlandırırsak adlandıralım, “bilgi ve eylem” İkilisi düşünce tarihinin en eski meselesi olarak çö- zülmezliğini devam ettiriyor.

Siyaset dediğimiz uğraşın en dramatik tezadı bu iki­liktedir. Bütün bir dünya tarihi boyunca bilgi ile siyasetin ilişkisi, siyasetin bilgiden bağımsızlık mücadelesi olarak devam edegelmiştir. Bilgi, siyaseti hiç bir zaman kendi hâline bırakmamış, siyaset ise bilginin uzağında cereyan etme temayülünü hiç gizlememiş ve fırsat buldukça bilgiyi de “idâre” etmeye çalışmıştır.

Siyaset biliminin okutulduğu mekteplerde ne öğretilir­se öğretilsin siyasî icraat, kitabî bilgiden bağımsız kalma itiyadını hiç terk etmemiştir. İşin tabiatı icabı, siyaset (yani hayat) daima düşüncenin bir adım önünde gitmiştir. Si­yasî gidişatı, her şey olup bittikten sonra değerlendirme ve anlamlandırma gayretleri, yeni siyasî teorilere vücut vermiştir. Böylece siyaset uygulamış ve düşünce, anlamaya ve açıklamaya çalışmıştır. Esasen bütün düşünce tarihinin asıl uğraşı budur: bilgiyi hareketin önüne almak, hareketi düşünceye tâbi kılmak.

İnsanlığın talihli zamanlarında siyaset ve bilgi birlikte yaşayabilmek için bir orta yol bulmuştur. Bu devirler, aynı zamanda insanlık tarihinin değişim ve dönüşüm zaman­larıdır. Gerçi bu değişim zamanlarında dahi siyaset çoğu zaman düşünceden daha aktif rol almıştır; ama fikirlerin tesiri zaten derinlerde ve yavaş cereyan eden bir tabiatta değil midir?

Âlim; fonksiyonel cahil

Düşünce, bir uzun vade faaliyetidir. Daima kendi seyri­ni takip eder. Güncelin üzerindedir lâkin gündelik gidişata bigâne kalmaz; etkiler, etkilenir. Siyaset öyle değildir; siya­set, güncelin emrindedir.

Siyasetçiler, düşünceyle güncele tesiri nispetinde ilgile­nirler. Ne var ki siyaset, her zaman düşüncenin meselesidir. Hatta zaman zaman düşünce adamları siyasetin cazibesine ve büyüsüne kapılıp siyasî sahada aktif rol almaktan geri durmamışlar, fakat bu heves çok az başarıya imza atmıştır. Bu hususta iki isim câlib-i dikkattir: Cevdet Paşa ve Weber.

Her ikisi de siyasete heveslenip, meyletti. Cevdet Paşa merhum, siyasete girdi hem de başarılı oldu. Paşa oldu, vezir oldu. Weber çok istediği halde siyasete giremedi. Ne var ki her ikisi de siyasetin düşünce adamlarının değil, “ha­reket adamları”nın işi olduğu hususunda hemfikir oldular.

Medresenin son gerçek temsilcisi Paşa’ya göre; “Umur- u siyasiye fikrin harice tatbikini gerektirir. Ulema ise malumat-ı zihniyyeden meçhulâtı istihsal eylemek ile uğra­şırlar.” Bu yüzden politikada başarısızdırlar. Paşamız, “hikmet-i nazarîye”nin “hikmet-i amelîye”yi nakzetmeyeceği kanaatini hep taşıdı. Çünkü kendisi dahi siyasette başarılı olmuş ilmiyle müdebbir bir vezir idi. Ve siyasetten vaz ge­çemedi. “Nazarî ve amelî hikmete ehil olanlar hiç değilse siyasetin müşaviri olmalıdır” diyordu. Kaldı ki, Paşa’nın üstadı îbn-i Haldun dahi, “Sunuf-u beşer içerisinde emr-i siyaseten en uzak insanlar âlimlerdir” dememiş miydi?

Weber’e gelince, onun temel endişesi, “hareket’İe “düşünce”yi hem şahsî hem içtimâi sahada birleştirebil- mekti. Weber hiçbir zaman aktif siyasette rol almadı. Buna rağmen siyasetçinin tarihteki etkin rolüne hep inandı. Çünkü ona göre bütün beşeri oluşumların öznesi insan­dı. Düşünce faaliyeti, siyaset adamlarına ahlâk ve seciye vermesi bakımından en azından bir lojistik malzemesi hü­viyetinde vazgeçilemezdi. Weber’e göre siyasetin ihtiyaç duyduğu liderlik, öngörü, sevk ve idâre gibi şeyler, bir mi­zacın (karizma) işidir ki bunun da ana malzemesi her şeye rağmen düşüncenin ve bilginin dünyasındadır.

Siyasetin dünyasına düşmüş bir başka düşünce adamı, Vaclav Havel, Weber’den bir adım daha ilerisini işaret ede­rek siyasetin sebep olabileceği felaketten ancak bir şekilde selamete erebileceğimize inanır: insanüstüne saygıyı yeni­den insanın hayatına dâhil ederek. Böylece siyaseti müteal değerlere bağlayıp bir “mesuliyet hareketi” haline getirebi­liriz. Mesuliyet hissi, liyakat ve ehliyet vasıfları ile hakikat duygusu, siyasetin olmazsa olmazları değildir belki ama bunların siyasete katılması insani gelişmişliğin ve medeni­yetin geldiği noktayla ilgili bir mazhariyettir.

Parmakla gösterilmek…

Bu mazhariyetin ışığında şu soruları düşünebiliriz: Türkiye’de modernleşme tarihimiz boyunca memleket adına mesuliyet üstlenenlerin, üstün vasıflarıyla temayüz eden bir seçkinler zümresi teşkil ettiklerini söyleyebilir miyiz? Mesul mevkileri birtakım yetkilerle işgal eden as- ker-sivil, bürokrat-siyasetçi kişilerin yetkilerine paralel bir sorumluluğu deruhte edebilme ve üstesinden gelme kapa­site ve kabiliyetlerinin varlığı konusunda hemfikir olabilir miyiz? Sahip oldukları yetkileri kullanacak niyeti ve cüre­ti gösterseler bile netice alabilecek dirayet ve cesaretleri ve en önemlisi liyakatlerinin varlığı ve niteliği konusun­da şeksiz şüphesiz herhangi bir kanaat sahibi miyiz? Yani Tanzimat’tan bugüne kadar ülkemizdeki yetkili zevatın is­tisnalarıyla birlikte kaçta kaçının gerçek mânâda yetki ve sorumluluklarının “adamı” olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz?

Peki, ülkemizde işlerin hakkıyla görülmesini sağlayacak “şartların” son asırdaki “hikâyesi”ne vakıf mıyız? Mümes­sillerimize ve onların memurlarına bakarak, evet, bunlar bizim idaremizden mesul ve doğrusu mesuliyetlerini müd­rik, yaptıkları iş ve işgal ettikleri mevkiiler için gereken li­yakat ve ehliyete sahipler diyebilir miyiz? Diyelim ki işleri­ni hakkıyla yapacak imkânlara sahipler ve zaten de yapma­ya gayret ediyorlar. Peki, ülkemizde işlerin lâyıkıyla yapılıp yapılmadığının değerlendirilmesine izin verecek şartların varlığını rahatça iddia edebilir miyiz? Şartlar tamam olsa dahi böyle bir değerlendirmenin ülkemiz insanları ve yet­kilileri için hayatî mânâda “öğrenilmesi arzu edilen” her­hangi bir “anlamı” olduğunu söyleyebilir miyiz?

Türkiye’de kendine ve millete mahsus bir takım de­ğerleri, -o değerlerin tarihî ve kültürel bağlamı içerisin­de- temsil edebilecek ve yeri geldiğinde savunacak yetkili- yetkisiz gerçek bir seçkinler[19] zümresi var mı? Hatta oraya gelmeden önce şunu sorabiliriz; Türkiye’de millete âid sa­hibini seçkin kılan bir takım değerler olduğu, bu değerle­rin temellük edilip hayata geçirilmesinin mümkün olduğu kabul ve iddia edilebilir mi? Yani millete ait bu değerlerin insanları seçkinleştireceği ve seçkin bir zümre teşkilini mümkün kılacağını “müttefiken” kabul edebilir miyiz? Ül­kemizin ve milletimizin mukadderatı için millî değerlerle mücehhez seçkin bir zümrenin varlığının “zaruri” olduğu­na dair paylaşılabilir bir kanaati göğsümüzü gere gere ser- dedebilir miyiz? Varsayalım ki öyle bir zaruretin lüzumuna dair bir kanaatimiz var.

Farz edelim ki, hepimiz yüksek değerlerle temayüz et­miş seçkin bir zümrenin Türkiye için önemine inanıyoruz. Peki, Türkiye’de insanlarının seçkinleşmesine müsaade eden ve imkân veren bir atmosfer var mı? (Öyle, olsun de­nilince seçkin olunmuyor ki… Çok müstesna bir takım ta­rihi ve kültürel şartların varlığı ve özel bir sürecin işlemesi gerekiyor. Çaba, cehd, alın teri, emek gerekiyor.)

Bir an için insanların şahsî gayretleriyle, münferiden, seçkinlere mahsus bir takım değerleri talep edip, temel­lük etmek için gereken cehd ve çabayı gösterdiğini ve bu değerleri benimseyip özümsediklerini kabul edelim. Aca­ba kendi kendilerini yetiştiren bu yetişmiş insanların bir “zümre” teşkil edebilmeleri için “şartlar” müsait mi?

Yine farz edelim ki, bazı insanlar, şartları zorlayarak kendilerince seçkin bir zümre oluşturmaya kalkışıyor ve bu yolda mesafe de alıyorlar. Acaba Türkiye bu insanların işlerini kolaylaştıracak herhangi bir “şey” yapar mı? Şimdi­ye kadar yaptı mı? Peki, herhangi bir kimse böyle bir züm- releşme konusunda memleket için ümitlenip bu zümrenin seçkinliğini kabul edebilecek niyeti ve cesareti gösterir mi? Yani herhangi bir şahıs veya kurum, bazı konularda gayret gösterip başarılı olan insanları hiçbir ön şart gözetmeden memleket için bir zenginlik sayar mı? Saysa dahi böyle bir kabulden sonra rahat bırakılır mı?

Seçkinleri seçebilmek

Bütün bu sorulan belirli bir kayd-ı zihni ile soruyorum; hiç kimse kendinde olmayan bir gücü başkasına veremez. Ve çok az kimse kendinde olmayan bir gücün karşısında ra­hattır. Ne türden olursa olsun, nerden kaynaklanırsa kay­naklansın seçkinlik bir güçtür ve muhatabından mutlaka bir “şey” talep eder. Seçkinlik çevreyi rahatsız eder, mut­laka etkiler; müspet, menfî. Bu yüzden bazen korunmaya muhtaçtır bazen da kendisi korur.

Öncelikle şunu kayda geçirmek lazım; seçkinliğin lü­zumuna inanmak, seçkinliğe heveslenenlerin gerçekten seçkin olması ve seçkinlerin bir zümre teşkil etmesi, iletişim düzeyi yoğun bir cemaat oluşturmaları lâkin milletten ve onun değerlerinden kopmadan seçkin kalabilmeleri ve millet çoğunluğunun da bu seçkinliğin değerini vermesi meselenin ilk boyutudur. Kaldı ki çoğunluk tarafından tas­vip ve destek görmek gerekli olmasına rağmen eğer iddialı olduğunuz sahanın icap ettirdiği zihni ve sosyal donanım­lar açısından zayıfsanız, sadece bu çoğunluk desteği veya bulunduğunuz makam sizi seçkin kılmaz. Belki bir “yer”e gelirsiniz, ama netice hüsran olmaktan kurtulamaz.

İnceleyin:  Sözün Manası Eşyanın Manasıdır

İkinci olarak da hatırdan çıkarmamalıyız ki, tıpkı Vaclav Havel’in dediği gibi, bütün sosyal statü ve oluşumlar gibi seçkinliğin de bir “üst değer”e göre ölçülmesi meselenin tarihî ve tabiî gereğidir. Elbette ki bu üst değerin gerçekten bir üst değer olması ve toplumsal kabul görmesi gerektiği­ni söylemeye lüzum yok. Yoksa birtakım yarı hakikatlerin bir üst değermiş gibi topluma zorla dayatılması içinden çıkılamaz karışıklıklara sebep olur. Kaldı ki bazı sosyal ve İlmî sahalarda “iyi” görünmek tarihî, kültürel, ahlâkî ve vicdanî kıstaslar tarafından desteklenmediği takdirde hiç kimsenin seçkin sayılmasına yetmez.

Seçkinliğin toplumsal kabul gören üst değerler tarafin­dan teyidi mutlaka gerekir. Zira bizim aradığımız seçkinli­ğin temel şartı, âid olunan toplumun ve onun değerlerinin, kültürünün, kıymet hükümlerinin seçkini olmak, tabir ca­izse “numune”si olmaktır. Bu temel şartın ima ettiği anla­mın açtığı ufuktan bakarsak modernleşmenin ürünü olan mevcut Türk aydın-seçkininin -en sade söyleyişle- sorum­suz yetkili olmayı sevdiğini ve asla hesaba çekilmeyi sev­mediğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Ülkemizde son iki asırda üst tabakaymış gibi görünen­lerin millî değerler ölçüsünde seçkin olduklarını söyleye­bilmemiz için kültürel muhtevalarından haberdar olmamız lazım. Gördüklerini iddia ettikleri toplumsal kabulün nite­liği hususunda (tabiî eğer gerçek bir kabul görmüşlerse) bir netliğe muhtacız. Çünkü bu “modernist”! zümrenin milletimize ait yüksek ahlâkî ve kültürel değerler, kıymet hükümleri ve tarihimiz karşısındaki “seviyeleri şimdiye kadar hiç sorgulanamadı. Elbette burada sözü edilen ha­berdar olma ve sorgulanabilme, kederde ve kıvançta ortak, duygudaş, gönüldaş, vatandaş yani millet ve en önemlisi açık toplum olmanın gereği olarak tamamen demokratik iletişim olgusunun tezahürüdür. Yoksa birbirinin görüş ve düşüncelerini “fişleme”yi kastetmediğimiz açıktır.

Bu sorumsuz yetkili, yarı aydın-sahte seçkin zümre, gütmeye çalıştığı kitlenin yani halkın en küçük bir itira­zı karşısında kıyameti koparır. Şaşırır, panikler ve zayıf da olsa bir hesap verme ihtimalini gündemden uzak tutabil­mek için her şeyi göze alır. Aslında temel zaafı milletin ve millî irfanının uzağındaki “duruşu”dur. Hakikatte bu “du­ruş”, bizim, modernleşme ürünü sahte seçkinlerimizin en çok gizlemeye çalıştıkları özelliklerinin bir tezahürüdür: Ahaliyi hiç tanımamak! Bunlar, milleti tanımadıkları gibi halkın da kendilerini tanımamasının oluşturduğu “o mesa­fe” üzerine hegemonyalarını kurarlar.

Halkın terazisinde gerçek ölçülerini ele verecekleri için halka hesap verme mesafesine girmemeye gayret ederler. Bir yandan da halkı tanımama zaaflarını gizlemek için onunla kaynaşma görüntüsü vermeye çok dikkat ederler. Bilseler ki seçkinin tarihî görevi aydınlatmaktır, avamla kaynaşmak değil. Kaldı ki aydınlatmak için dahi ahaliyi ta­nımak lazımdır. Oysa milleti tanımak kolay değildir. Emek, gayret, ciddiyet, cesaret, dürüstlük, bilgi, liyakat ve ehliyet ister. Milleti gerçek anlamıyla tanıma işi, gösteriş ve pro­paganda ile geçiştirilemez. Milletin gönül sahnesinde hiç kimse uzun süre “mış gibi” yapamaz.

Sözü uzatmaya gerek yok ülkemizde, seçkinlere ayrılan yeri yıllardır işgal eden mahiyetleri “meşhur”, kıymetleri meçhul mahut lan objektif verilerle değerlendirdiğimizde neticenin “seçkinlerimiz” (!) lehine olmayacağını hepimiz çok iyi biliyoruz. Ama hiçbirimiz peşinen söyleye- miyoruz. Söyleyebilsek söyleyeceğiz, bizim üst tabaka diye görmeye zorlandığımız ham ervâh, en hafif tabirle sanki biraz “sonradan görme”.

Kendini bilmek seçkinleştirir

Bir sena ya da övgü işitip de bendini şeytana arz etmeyen hiç kimse yoktur.

Fakat mümin tekrar döner.

Ziyâd bin Elsem

Hakiki seçkinliğin ana rahmi, bütün hakların serbest­çe kullanılabildiği “hürriyet nizamının cârî” olduğu bir dünyadır. Demokrasi ile seçkinliğin tezat oluşturabileceği düşünülse de asıl tenakuz eşitlik ile seçkinlik arasındadır. Demokratik toplumlarda kabul edebileceğimiz “meşru” seçkinliğe asıl rengini veren şey, daha çok cehd ve gayretle elde edilen hasletlerdir. Doğuştan getirilen imtiyazlar ve maddî güce dayanan farklılıklar işin tabiatı icabı zorakidir ve sorgulanamaz. Kabul veya reddedebilirsiniz. Kaldı ki bu kabul veya ret dahi ancak bir üst değer adına yapılırsa bir anlam ifade eder. Çünkü nasıl kazanılırsa kazanılsın bütün toplumsal statüler gibi seçkinliğin de bir meşruiyete, meş­ru bir kabule ve toplumsal rızaya ihtiyacı vardır. Bunlar ol­madan dayatılan şey, seçkinlik olamaz, olsa olsa “zorba”lık olur.

Sosyal hayatın temel birimi olan insanın tarihî macerası göz önüne alındığında, -hangi konuda olursa olsun- meş­ruiyet için tarihî, kültürel birtakım referanslara ve bir üst değerler sisteminin tasvip ve tasdikine her zaman ihtiyaç duyulduğu görülür. Ve bu meşrulaştırın cihaz, hiçbir za­man sadece çoğunluk desteğinden çıkmaz.

İşte; bu meşrulaştırma ameliyesi sadece çoğunluk desteğinden çıkmayacağı için hayatî konularda çoğunluk desteğinin yanında bazı mekanizmaların ve bir “değerler manzumesinin seçkinliği tasdikine ihtiyaç vardır. Çoğun­luğun kararı her zaman doğruyu göstermeyebilir. Hatta öyle hususlar vardır ki, oylamaya sunulamaz. Doğru veya yanlış hususunda çoğunluğun karar veremeyeceği konular vardır. Ama böylesi konularda dahi toplumsal meşruiyet olmazsa olmaz şarttır. Ne diyordu rahmetli Dündar Taşer: “Yolcuların çoğu tarafindan istenilmek insana kaptan olma özelliği kazandırmaz.” Evet, öyledir ama kaptanlık vasfına sahip olunsa bile yolcuların hiçbirisi tarafindan kabul gör­meden de kaptanlık yapılamaz. Ancak, çoğunluk kararında ısrar etmek bazı durumlarda sadece gücün takdis edilme­sidir. Eğer ısrara devam edilirse bir zorbalığa kapı açılır ki, bu da mümkündür. Ve çok sık görülen bir durumdur. Toplumun kalan kısmını hiç umursamadan sosyal çözüm­lemeler yaparak düşünce kalıpları oluşturulabilmekte ve buradan insanların hayatını cehenneme çeviren kararlar çıkabilmektedir.

Öte yandan çoğunluğun kararı her türlü mesuliyet mefhumunu öldürür. Kaldı ki çoğunluğun görüşü nedir sorusunun cevabı tarihin hiçbir devrinde, dünyanın hiçbir yerinde tam olarak verilememiştir. Çoğunluğun haklılığı varsayımına dayanmak her zaman keyfilikle beraber gider. Kaldı ki çoğunluğun görüşü bir yetersizliğin ifadesinden başka bir şey de olmayabilir. Zira çoğunluğun görüşü ge­nellikle topluluğu oluşturan seviyenin en altındaki insanın görüşüdür. Biz bunun en aşağı değil de bir ortalamayı ifa­de ettiğini kabul etsek bile, bu görüşün o toplum için bir gelişmeyi ifade etmeyeceğini bunun imkânsız olduğunu anlamak zor değil.

Yığınlar ana siyasî meseleleri asla tam olarak bilemez. Görünmez ikna ajanları tarafından kolaylıkla yönlendirile­bilir. Bu durumda demokratik sistemin içinde karar üretemeyen ve sistemin ürettiği karara katılamayan evlâd-ı va­tan için çıkış yolu, sistemin meşru karar organı olan halka ulaşabilecek yeni yollar ihdas edebilmekten geçer. Şayet seçkin, milletinin seçkini değilse böylesi durumlarda mil­letten ümidini keser ve hemen milletin dışındaki kesimler­le ittifak arayışı içine girebilir. Bu ittifak karşısında kendi “organik” seçkinini kaybeden millet, sistemi tartışmak ve dönüştürebilmek şartlarını zorlamak yerine “kurtarıcı” arayışına yönelebilir.

Ancak belirtmek gerekir ki, bu ülkede nerdeyse son iki asırda cari olan siyasal akıl, çoğunluğun değil pozitivist batıcı teklifin gölgesinde oluşan bir seçkin zümrenin ter­cihleri üzerinden oluştu. Bu batıcı pozitivist teklif, demok­rasi ve hürriyet talebinin meşruiyet gölgesinde kendisine imtiyazlı bir “kale” inşa etti. Pozitivist zorbalığını hürriyet hâlesi ile süsleyerek ‘çoğunluğun aklı’nı paradoksal bir şekilde ezdi. Bu paradoksun sebep olduğu fitnenin ve as­lında faşizmin içinden hâlâ çıkamadık. Bu arada pozitivist batıcı teklif, bu ülkenin gerçek seçkinlerini eritti, yok etti ve idari sistemden dışladı. Demokrasinin bize mahsus iç sıkıntıları buradan kaynaklanmaktadır. Maalesef Türkiye, bu “elitsizlik sorunu”nu aşmak için kendince başka bir yol bulmuştur: seçkinliği yok saymak ve neye mal olursa olsun yola popülizmle devam etmek. Mevcudiyetini ancak böyle- ce koruyacağına hükmetmiştir.

Millet ise sadece seçkinliği yok saymakla kalmamış, po­zitivist batıcı teklifin şımarıklığından ve arsızlığından korunabilmek için hiçbir üst değerin farkında değilmiş gibi yaşamayı çıkar yol olarak benimsemiştir. Bu tercih zaman­la temellük edilmiş, özümsenmiş ve bütün müteal değer­lerin uzağında bir çarpıklık ortaya çıkmıştır. Bu çarpıklık, (yani mevcut siyasî ve bürokratik “elitimiz”) hiçbir zaman bir “asliyet ve asalet” ifade edemese de varlığı ile pek çok mümkün çözümün kapısını kapamıştır.

Yasakçılık yüksek değer düşmanlığıdır

Toplumsal düzenin işleyişi açısından bazı kişi ve kuru­luşların seçkinliği ve bilhassa dokunulmazlığı olmak zo­rundadır. Lâkin milletimizin mukadderatı için arzu edilen/ elzem olan bu dokunulmazlıkların, gücünü tarihten ve mil­letten alması gerekir. Çünkü tarihten gelen güçler, toplumu da güçlü kılar; herkesin malıdır ve hiç kimse bu güçleri işi­ne geldiği gibi kullanamaz. Belki de bu sebepten Türkiye’de millî değerlerin oluşturduğu seçkine karşı olmak ile tarihe ve kültüre karşı olmak aynı kaynaktan beslenir.

Gelişmiş batı ülkelerinin seçkinleri kendi millî değerle­riyle seçkin iken bizde kozmopolit değerlerle seçkin oluna­cağına dair bir zehap kendini kabul ettirmiştir. Tarihî kül­türel değerleri es geçenlere öyle sahte bir üstünlük atfedil- miştir ki, millet reddettiği halde bu üstünlükler, topluma karşı zoraki bir seçkinlik hatta bir hegemonya şeklinde da­yatılmıştır.[3] Bu hegemonya, millî değerlerin seçkin kıldığı milletin seçkinlerine karşı hatta bilhassa onlara karşı daya­tılmıştır. Bu yüzden klâsik bürokratizm, gerçek mânâsıyla seçkin düşmanıdır.

Bu anlamıyla zoraki modernleştirmenin dayattığı ya­sakçılık, bir “gerçek seçkinlik” karşıtlığıdır. Çünkü millî hayattan neşet eden yüksek değerler bütün hegemonya­ları, yasakları, zorbalıkları ve sahtelikleri eritir, yok eder. Zira sahte hiyerarşiler ve millete yabancı kurallar gerçek seçkinlere göre değildir. Bu sahtelikler daha çok zorba ye­teneksizleri ve atanmış sözde seçkinleri korur. Bunlar da gücünü tarihten ve milletten değil “hâkim” değerlerden alırlar. Ve bu değerler, değerli oldukları için hâkim değil, hâkim oldukları için değerlidirler/

Şahsiyet icbar eder

Öte yandan millî irfanın tasvibini kazanan seçkinliğin en bariz farkı, yaygın ve örgün eğitimin yanında sosyal hayatın kendi işleyişi içerisinde, resmî eğitim dışı yollarla iktibas edilen bazı “sivil” bilgilerle teçhiz edilmesidir. Bu seçkinliğin mutlaka kişisel çabayla kazanılan ve elden alı­namayan sivil-manevi[21] [22] bir tarafı vardır. Kaldı ki bütün top­lumsal değerlerin asıl test edilebileceği yer bu manevî böl­gedir. Bu bölgenin aydınlığında gözümüze çarpan şeyler; ahlâk, karakter, şahsiyet, şeref, haysiyet ve bunlara bağlı olarak ilim, irfan gibi şeylerdir.

İnceleyin:  Lütuf, Aşk, Şefkat

Manevî hiçbir vasfa istinat etmeyen “resmi-modem” sözde seçkinlerin geldikleri yer ve gördükleri itibarı nasıl kazandıkları sorusunun cevabı düşünüldüğünde, maalesef bunların demokrasiyi besleyen şartların ürünü olduklarını fark ederiz. Yanlış anlaşılmasın, demokrasi kimseyi haksız yere seçkinleştirmez. Ama bizimkiler (!) demokrasinin fır­satlarından istifade ile toplumun kendi gerçek seçkinleri için ayırdığı yerleri cebren ve hile ile işgal ederler (her top­lumun seçkin evlatlarına ayırdığı çok özel mevkileri vardır ve buraların fuzuli işgalcilere karşı korunması görevini de yine o seçtiği çocuklarına tevdi eder). Bu fuzuli şagiller sta­tükodan şikâyetçi olsalar bile kendilerinden ve toplumdan daha ‘üstün” bir otoriteye dayandıklarını ileri sürmedikleri müddetçe kimseyi kızdırmazlar. Statüko ancak kendinden farklı ve üstün bir söylem konuşmaya başlayınca rahatsız olur. Diğer zayıf tenkitler onu sadece daha güçlü kılar.

Seçkinlik ıstırap verir

Türkiye’nin sözde seçkinleri herhangi bir “değer” ibraz etmedikleri müddetçe bütün toplumsal sahtelikler tara­fından müthiş bir itibar görürler. Zaten onların da ibraz edecekleri sahihlik mertebesinde değer ifade eden hiçbir “kıymet”leri yoktur. Kaldı ki sahihlik ile sahtelik merte­belerinin farkını anlamak da başka bir idrak seviyesinin belirtisidir. Ülkemizdeki revaçta olan seviyede sahtelikle­re herkes razıdır. Kimse kimseye sorumluluğunu hatırlat­mak zorunda kalmadığı için “gidişat” sorunsuz (!) devam emekte ve herkes de memnuniyet derecesinden razı olarak ı yaşayıp gitmekte. Ahali de seçkin şahsiyet ve yüksek kül­tür ihtiyacını duygu düzeyinde birtakım mitler sayesinde ve ancak o seviyede, yani sanal düzlemde karşılamaya ça­lışmakta. Çünkü herhangi bir emek ve değer ortaya çıkar­madan ancak sanallığa ve sahteliğe ulaşılabilir. Asla gerçek değerlere erişilemez. Ve ulviyet duygusu bir ihtiyaç olarak devam eder. Karşılanamayan bu ihtiyacın varlığına rağmen sahtelik insanları mutlu eder. (İnsanlar, gerçek kıymetten habersizse ne kolay mutlu olurlar!)

Oysaki liyakat ve ehliyet yani gerçek seçkinlik, memnu­niyet ve keyiften değil memnuniyetsizlik ve mahrumiyet­ten hayatiyet devşirir. Ehliyet ve liyakatin membaı emek alm teri ve yerine göre çileli bir cehddir. Kriteri kişisel ra- hatltk ve memnuniyet değil, hak, hakikat ve doğruluktur.Burada ilmin, salt ilmin sahibini seçkin kılacağı iddia edilebilir. Kısmen doğrudur da. En azından yanlış değildir. İlmin toplumsal kabule veya desteğe ihtiyacı yoktur. Ancak tek başına ilim kimseyi seçkin kılmaz. Belki bilgin kılar, ama seçkin kılması için eylem (amel) de gerekir.

İlmiyle mütenasip bir ahlâk ve davranış koduyla amil olunması icap eder. Ahlâksız hiç kimse seçkin sayılmaz. Seçkinlik, İlmî bir kaynaktan neşet etse dahi toplumsallığı dolayısıyla bir ahlâk ihtiyacı her zaman vardır. Yani, seç­kinlik toplumsal bir olgudur. Ahlâk ve meşruiyetten ayrı düşünülemez. Seçkinliği oluşturan bilginin nev’i de hayatî önemi haizdir. Çünkü bilginin dahi bir meşruiyete ihtiyacı olduğu artık bugün için aşikâr bir olgudur. Bunun aksini bir bilimcilik mantığı içinde iddia etsek dahi toplumsal iş­leyiş kendi kurallarına riayet eder. Gerçi son zamanlarda modem toplumlarda uzmanların klâsik politikacı ve bü­rokratın yerini almaya doğru gittiğini gözlemleyebiliyoruz lâkin biliyoruz ki uzmanlar kesinlikle seçkinin yerini al­mıyor.

“Zor”a yok demek ilk seçilme yeridir

“Açılmamış kanatların büyüklüğü bilinmez.”

A.Gide

Seçkinliğin en çetin sınanma yeri zora karşı durabilmek ve sırası geldiğinde “zor”la başa çıkabilmektir. Bizim “ma­hut” seçkinler bu tür “zor”lu işlerden uzak ama pek de uzak değil, biraz “zora” (!) ve sahibine yakın dururlar; hat­ta bir kısmı seçkinliklerini bu sözde istiğna tavrına borç­ludur.

Bu yüzden, Türkiye’de liyakat ve ehliyet hususunda kimse kimseden hesap sormaz, sorsa kendinden de sorula­cağından korkar. Biz de herkes hak etmediği yeri rahatlık­la alabildiği için terfide sıra gözetilir. Nerdeyse iki asırdır Türkiye’yi yönetenler kendileri dışında kalanları sınamak- tan korktuğu için tenzil-i rütbe ve liyakat uygulanmaz. Dolayısıyla ülke kendini sınayamaz. Potansiyel gücünü âtıl vaziyette tutar. Ülkenin birikimi, yani irfanı, yani kültürü, yani ülkenin kendilik bilinci, memleketin hâl-i hazır tedvi­rine ve gelecek inşası sürecine iştirak edemez.

Kaldı ki, âid olduğu kültürü ıskalayıp da dünya ölçeğin­de kendini seçkin diye kabul ettirmiş bir tane bile “seçkin” yoktur. Küreselleşmeye rağmen böyledir bu. Çünkü bir toplumun seçkini demek, o toplumun kültürü ile bağlarını iyi kurmuş ve o bağın sağladığı alan üzerinde “bir şeyler”e sahip olmuş kişi demektir. Tarih sahibi büyük ve gelişmiş ülkeler bunu böyle yapar. Mesela, Fransa’nın en koyu ateis­ti bile derunî bir katolisizmden etkilenmiştir. Çünkü Fran­sa aslında o “derunî katolisizm” demektir. Fransa bu “as­lını” bütün tartışmaların üstünde tutarak “temel eğitimi” ile ortaya koyar, bütün nesillerinin ruhuna bunu işlemeye gayret eder. Ama bu iş asla zorbalık kabul etmez. Sade­ce her Fransız çocuğuna Fransız olmak gibi bir imkânının ve elbette hakkının olduğu bildirilir. Yani tebliğ edilir. Ve Fransız eğitiminin yetiştirdiği modern insan, üzerindeki son moda elbiseler ve modern bazı alışkanlıklar dışında mesela Napolyon’la rahatlıkla anlaşabilir. Ama bugünkü modem Türk, mesela Fatih’e en az bugünün Fransız’ı ka­dar “fransızdır”. Çünkü bizim “temel eğitim”de talim etti­ğimiz bir deruni Türkiye yoktur.[23] Çünkü maalesef biz de- runi Türkiye’yi yok saymak için elimizden geleni ardımıza koymadık.

Bütün milletler seçkinlerine farklı ve kaliteli bir eğitim verirler. Bunun sosyal adalet, fırsat eşitliği gibi birtakım değerlerle çelişen hiçbir yönü yoktur. Bilakis bu değerle­rin icabıdır. Seçkinler farklı eğitilir ve bu eğitim kesinlikle temel eğitimin üzerine yapılır. Bir milletin seçkini o mil­letin en güzel numunesi olmak durumundadır. Sadece bir takım kabiliyetler insanı seçkin yapmaz, belki farklı yapar. Seçkinliğin başarılı olmak yanında milletine yakın durmak ve millî değerleri benimseyip özümsemek ve temsil etmek gibi bir çizgisinin olduğunu veya olması gerektiğini düşü­nüyorum. Yoksa seçkin demek mensup olduğu milletten “mahiyet” itibariyle farklı olmak değildir. Seçkin, bir mil­letin seçilmişi, temayüz etmişi demektir.

En seçkin mevki, millete hizmettir

Yirmi birinci yüzyılda milletimiz pek çok konuda oldu­ğu gibi seçkinlik anlayışında da “temeller”le bağını yeni­den kurup “kendi seçkinini” ete kemiğe büründürmek için gereken imkânları yeniden keşfetmelidir.

Eskiden milletimizin benimseyebileceği seçkinleri var­dı. Bunlar ekseriyetle, “ruh aristokratları” diyebileceğimiz türden insanlardı. Hepsinin bir ruhu vardı ve bununla ne yapılabileceğini biliyorlardı. Şimdi seçkinlerimiz batılı, mo­dem, çağdaş ve küresel… Bir ruhlarının olup olmadığı ise ma­alesef tartışma dışı.

O eski seçkinler kayboldu. Onları yetiştiren, bir şeyleri öğrenmelerini, anlamalarını, başkalarının anlayacağı tarz­da anlatmalarını ve elbette anlaşılmalarını sağlayan şart­ların nerdeyse tamamı “zamanın ruhu” tarafindan buhar­laştırıldı.

Bugün için o insanları yeniden bulsak dahi bir anlamı olmayacak çünkü “şartlar” kayboldu. Hatta onlara ihtiyaç da yok. O ihtiyacı hissetmek de kaybettiklerimiz arasında.

Çünkü o insanlar kendi atmosferleriyle geçip gittiler.

Şimdi belki “seçkin”e de lüzum duymuyoruz. Belki de bir seçkin zümresine ihtiyaç hâsıl edebilmek için gayret göstermek gerekiyor. Gerçi şimdinin seçkin modelleri, in­sani ve irfanî mânâda seçkin mi, değil mi, kestirmek güç. Pek çoğu alet-edevata benziyor; dişli gibi, cıvata gibi.

O eski ruh aristokratlarının gerçekleştirdikleri mu­cizevî ihtişamın devam ettiğini yeniden görebilmek için önce bu “makine insan” üreten şartların sırrını (bir sim varsa eğer) öğrenmeli ve değiştirmeliyiz. Bunun için de o “ruh aristokratlarf’m en azından unutmamalıyız. Onları var eden bilgi ile bağımızı yeniden tesis etmeliyiz.

Söze Topçu ile başladık onunla hatm-i kelâm edelim:

Var olmak gerçek mânâsıyla var olmak, hareketleriyle düşüncesini sonsuzluğa istinat ettirmek demektir ve böy­lelikle kendi varlığını sonsuzlukta aramak demektir.

… İnsan denen şahsiyet, köklerini maziye salmış bir ağaç gibidir… Millet, tarihinden ibarettir.

… Bizim tarihimizin yapısında ise ‘Malazgirt’te, Hay- ber’de parlayan kılıç bulunduğu gibi, Bağdat’ta kurulan medrese ve Nizamülmülk’ün teşkilatçı kudreti vardır. Onda şeriat ve kanun önünde eğilen başlar olduğu gibi, Yıldırımlarla Yavuzların otoriter ve mesul devlet anlayışla­rı vardır. Onda saban arkasında koşan çiftçi milletin nasırlı elleriyle, Selçuklu mimarisinin secdeye kapanan mihrabı yanyana görülmektedir. Onda Hz. Ebu Bekir gibi Allah’a teslimiyet sevgisi, Hz. Ömer gibi mesuliyet ihtirası yaşa­tan hükümdarlar, veliler, halk sınıfları ve devlet adamları vardır…

Ruhlarımızın yetiştiricileri ecdadımızın mefahirleridir

Nur ol Ustâd!

Cengiz Aydoğdu – Yalnızlık Muhatap İster,syf:132-149

Dipnotlar:

[18] “Ameller niyetlere göredir” buyrulmuştur. Bu “hikmet”, hukuk felse­fesinin evrensel temelidir. Esasıdır. Özüdür. Bütün hukuk felsefelerin­de insan eylemlerinde “kasıt” esastır. Yani niyet. O büyük Mübelliğin (s.a.s) dünya hukukuna armağanıdır bu!

[19] Burada seçkinden kastımız, memleket irfanını İlmî bilgi olarak temel­lük edip, amelî sahada cari kılabilen zihindir.

[20] Türkiye’de işin bir başka vahim noktası, birbirimizin hareketlerini yorumlamayı ve yaftalamayı seviyoruz. Kaldı ki farklılıklarımız millî ölçüden kopuk aydınlar tarafindan yorumlanmaktadır. Ülkemizde bir aristokrat sınıfi olmadığı için, hayat tarzı farklarının bu derece öne çı­karılıp çatışma kaynağı oluşturulması da ayrı bir garabettir.

[21] Belki de bu yüzden ülkemizde “sistem”den icazet alamayan seçkinliğin modernleşme sonrası ortaya çıkan “yeni” mihraklar nezdinde pek faz­la tesiri yoktur. Zaten Türkiye’de görünür kılınabilen sözde toplumsal meşruiyeti, tabiî nasıl olduğunu toplumun ruhu duymadan bu mihrak­lar “ihdas” etmiyorlar mı? Dünyanın hiçbir yerinde “sistem**in gözüne girmek için politika yapılmaz, ama Türkiye’de yapılır. Türkiye’de poli­tika, revaçta olan bütün sosyal “zenginlik*’ tezahürlerinin üretim yeri olan “sistem”e kendini kabul ettirmek, yaranmak ve gözüne girmek için yapılır.

[22] Manevilik resmi olamaz; mutlaka sivildir.

[23] Bugünkü Türk toplumu tarihten çok sağlam bir kimlik devralmasına rağmen bu kimliği “temellük” etmek noktasının çok uzağındadır. Öte yandan bu kimliğin bize sağladığı farklılığı bilmek ve anlamak herhal­de temel eğitimin ilk basamağı olmak durumundadır. Bunun ideolojik hiçbir yönü yoktur. Hiçbir dayatmayı da içermez. Bizim seçkinimiz de medeni dünyanın herhangi bir ülkesinin seçkini gibi bir “temel” ii~ rinde yükselmelidir.

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir