Bilen Özne ve Olası Bildirimin Yabancılaşması
Olmayacak şey bir insanın bir insanı anlaması*diyordu şair. İnsanın anlama ve ifade yetisi, bu yetinin sınırları ve imkânları, düşünce tarihinin önde gelen araştırmâ alanlarından birini oluşturuyor. Ancak anlam ve ifade etme süreçleri, günümüzde kendisini giderek daha sık dayatan bir sorun biçiminde karşımıza çıkıyor. Buna “yanlış anlama, yanlış anlaşılma veya hiç anlaşılamama” iddiası diyebiliriz. Bir şeyin / var olduğu öngörülen tek bir şeyin, gerçekliği veya hakikati üzerine konuşmak amacıyla, birçok insan, hayatın çeşitli alanlarında bir araya geliyor. Basında, tv’lerde, çeşitli akademik, siyasi veya kültürel ortamlarda, çarşı pazar, kahve, dost meclisi gibi ortamlarda başkalarıyla, karşılaşıyor, iletişime geçmeye çalışıyoruz. Ve çoğumuz, bu ortamlarda insanların giderek daha sıklıkla anlaşamadıklarına, giderek toplumu da ayrıştıran uç noktalara savrulduklarına tanıklık ediyoruz.
Yaygın deyişle “iletişimsizlik” olarak tanımlanan ve sıkça gündeme gelen bu sorunun, baskın olduğu zamanımıza, “bilgi ve iletişim çağı” gibi bir adın verilmesi, “sinik aklın” bir zaferi olsa gerektir. Bilinç sahibi varlıklar, bir başka deyişle “bilen özne” olarak biz, birbirimizi niçin anlayamıyoruz? Veya birbirimizi anlayamadığımız halde, niçin bilinç sahibi, bilen varlık olduğumuz iddiasını sürdürüyoruz?
Söz gelimi, kavrayış ve anlayış yetisi bakımından hayli do-nanımlı olduğu varsayılabilecek insanların katıldığı bir kültür -sanat panelinde, gerek tartışmacıların, gerekse onlara soru yönelten dinleyicilerin, aslında birbirlerini hiç anlamadıkları kanaatine giderek daha sık kapılmıyor muyuz? “Ben ne söylüyorum, fakat siz ne anlıyorsunuz” vb. ifadeleri, muhatapları miza giderek daha sıkça yinelemek zorunda kaldığımızı, istatistiki bir veri şeklinde değil, ama bir sezgi olarak öne sürebiliriz. Ya da “iletişimsizlik” konusunda tarihi bakımdan akla ilk gelen örnek, kuşaklar arası anlaşmazlık olsa gerektir. Bilim, teknoloji, kültür, sanat, vd. geliştikçe veya kısaca tarih “iler-ledikçe” bu sorunun hafiflediğinden söz edebiliyor muyuz? Yoksa yaşlı ve genç kuşaklar arası anlaşmazlığın, günümüzde daha da derinleştiğini, hatta kuşaklar arasında çelişki tesisini mümkün kılacak herhangi bir ilintinin bile kalmadığını söylemek, daha yerinde mi olur?
Daha somut örnekleri, toplumun her kesiminde cereyan eden siyasi tartışmalarda gözlemek mümkündür. Bugüne dek tanık olduğunuz siyasi tartışmalarda, birbirlerini anladıkları için, fikirleri üzerinde birbirlerini ikna edebilen kaç kişiye rastladınız? Çağımızda özellikle siyasi tartışmaların seyrini Karl Jaspers uzun yıllar önce aşağıdaki biçimde tanımlıyor:
Tartışmalar temelli bir görüşü desteklemiyor. Dilde gerekçelendirilen cümleler ortaya atılıyor. Sık sık konu değiştiriliyor. Cümleler bir merkez etrafında dolanmıyor. Duygusal konuşuluyor. Devamlı birbirinden teğet geçer şekilde konuşuluyor. Hiçbir neticeye ulaşılmıyor. Sadece pes ediliyor veya yarım bırakılıyor( Karl Jaspers: Kleine Schule des philosophischen Denkens. Piper. München Zürich 2000. S. 76.)
Aslında sorun, tek bir şey, olgu veya olay hakkında farklı görüşlerin ortaya çıkması değil, bu farklı görüşleri temsil eden öznelerin birbirlerini, görüşleri arasındaki farklılıkları veya benzerlikleri ayrımsayamamalarında ve ifade edememelerinde baş gösteriyor. Herhangi bir gazetede yer alan, herhangi bir haberin altındaki okuyucu yorumlarına göz attığınızda, okuyucuların önemli bir kısmının, yukarda yer alan basit bir haber metninden hiçbir şey anlamadıklarını görebilirsiniz. Ya da fikir bakımından bölünmüş toplumlarda, 12 Eylül öncesi Türkiye’de, yakın dönem Balkanlar’da veya 2015 yılında Orta Doğu’da, insanların gerçeklik algılarındaki farklılığın ulaştığı uç noktalarda, birbirlerini öldürmek yerine, gerçekliğin bilgisini birbirlerine aktarmak suretiyle, birbirlerini ikna etme şansları olduğunu varsayabiliyor muyuz? Aslında insanların birbirlerini anlamamaları, sadece taraflarına tinsel acı ve sıkıntı vermekle sınırlı olsa, bunu fazlaca sorun etmeyebilirdik. Ancak günümüzde, büyük ölçekli toplumsal çatışmaların, etnik, dini, kültürel, cinsel, vb. ayrımcılıklar temelinde gerçekleşen savaş ve katliamların, yukarda saptamaya çalıştığımız “anlaşamama” zemininde yeşermesi, sorunu ürkütücü bir niteliğe büründürüyor. Meselenin önemi, sanki moda söylemle “algı operasyonları, dezinformasyon, psikolojik yönlendirme” gibi tanımların ötesine uzanan, daha kapsamlı bir kavramsallaştırma talep ediyor.
Öyle ya varlık hakkındaki bilginin, doğa ve toplum bilimlerinin, geçmiş dönemlere kıyasla çok daha hızlı “ilerlediği”, (bana kalırsa sadece birikim oluşturduğu) yönündeki kanının, yaygın kabul gördüğü bir zamanda, bilgiyi aktaramamayı nasıl açıklayacağız? Eğer bugün evren, doğa, insan, toplum vd. hakkında çok daha fazla şey bildiğimizi iddia edebiliyorsak ve bilinen şey, bildirilme imkânını doğrudan içeriyorsa herhangi bir iletişim sorunundan söz etmek gereksizdir, Buna karşın, iletişim sorunundan söz ediyorsak, ya ortada iletecek bir bilgi yoktur, yani insan bilgisinin tarih boyunca ilerlediği, birikim oluşturduğu sadece bir önyargıdır veya ilerleyen, biriken bir bilgi var, fakat bilginin var olması, bilinir olması, onun iletilebilir olmasını doğrudan içermiyordur. Burada bilginin, bilimsel / akademik bilgi veya gündelik hayatın bilgisi olması arasında bildirme / anlama sorunları bakımından, ilke olarak hiçbir fark olamadığını vurgulamak gerekiyor. Yani günümüzde, akademik bir forumda bilimsel bilgi (episteme) kapsamında birbirini anlamayanlarla, mahalle kahvesinde sanı (doxa) kapsamında birbirini anlamayanlar arasında, bilginin türleri bakımından farklılığın, tayin edici bir önemi olmadığını söylemeye çalışıyoruz. Öyleyse bir anlama ve anlamlandırma sorunuyla karşı karşıyayız.
Oktay Taftalı – Ben Merkezci İnsan ve Kaybolan Gerceklik,syf.25-28