Belaya Mâruz Kalmanın Dini Konumu

images-4 Belaya Mâruz Kalmanın Dini Konumu

Bakara,155.“Şunu bilin ki biraz korku ve açlıkla, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz zayiat verdirmek suretiyle sizi imtihana tâbi tutacağız. Resûlüm! Güçlüklere karşı sabredenleri iyi bir gelecekle müjdele”

156.“Onlar ki başlarına bir musibet gelince, ‘Hepimiz Allah’ın kulları­yız ve eninde sonunda O’na dönüş yapacağız’ demenin bilincini taşırlar ”

Şunu bilin ki biraz korku ve açlık… ile sizi imtihana tâbi tutacağız. Bu­rada azîz ve celîl olan Allah, başlarına gelebileceği belirtilen musibetler karşı­sında şikâyet etmemeleri için yaratıklarına uyarı yapmaktadır. Bu musibetlerin her birinde “az bir şey, biraz” anlamında bi-şey’ kelimesi var kabul edilir, biraz korku, biraz açlık gibi. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır. Çünkü Allah Teâlâ Kur’an’ın birden fazla âyetinde insanları (dünyada ebedi olarak yaşamaları için değil) ölmek ve hayatın sona ermesi için yarattığını, kendilerine verdiği dünya malı ve süslerinin tümünün yok olup ortadan kalkmaya mahkûm olduğunu haber vermiştir. Meselâ: “… Sizi sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır”(Mülk,2); “Biz, kimlerin daha güzel bir davranış sergileyeceğini denemek için yeryüzündeki her şeyi kendisine özgü bir süs biçiminde yarattık. Hiç şüphe yok ki zamanı gelince oradaki her şeyi kupkuru toprağa çevireceğiz.”(Kehf,8) Allah bu be­yanlarında dünyanın ve sahip olduğu çekiciliğinin yok olacağını haber ver­miştir.

Bütün bunların, sözü edilen sonuca mâruz kalacağını bilen bir kimse, karşılaşacağı hastalık, [§] açlık, mal ve can kaybı gibi musibetlere daha kolay göğüs gerebilirler. Çünkü bunların hepsi bahis konusu akıbetten daha hafiftir.

Bir de Allah’ın insanlara verdiği hayat, sağlık ve selâmeti hak ettikleri için de­ğil, iyilik ve lütuf olsun diye vermiş ve bunu ebedî değil belli bir süreye bağla­mıştır; sanki o imkânlar bu süre dışında onlara değil, başkalarına aittir. Sonuç olarak insanlar imkânlar var oldukça O’na minnettar olacaklarını, alınca da buna hakkının bulunduğunu bilmiş olacaklardır.

 [Belaya Mâruz Kalmanın Dini Konumu]

Âyette yer alan “korku” iki şekilde olabilir: Kulluğun yerine getirilmesi açısından korku, meselâ düşmanla cihâd ve savaşma emri gibi, bir de kul­lukla ilgisi bulunmayan korku. Açlığın ibadet niteliğinde olması da müm­kündür, oruç gibi. Bir de kıtlık zamanı çekilen açlık gibi bir musibet olabilir, Mekkeliler’in senelerce çektikleri kıtlık musibeti gibi. Mallardan zayiat ver­dirme meâlindeki ifade de aynı şekilde zekât ve sadaka vermekle insanların imtihan edilmesi olabileceği gibi malın kendisinin telef olması da olabilir. Yine canların eksiltilmesi de sözünü ettiğim iki şekilde anlaşılabilir, ürünler ifadesi de aynıdır.

Ayrıca sınamanın sadece bu sayılan şeylerle olacağı anlaşılmamalıdır. Zira insanlar Onun kulları olup tümünü her türlü yöntemle sınama hakkına sahip­tir. Fakat âyetin burada söylemek istediği biraz önce de belirttiğimiz gibi yok olmak üzere her şey yaratıldığına göre zikredilenlerin bir kısmı aynı konumda­dır, tâ ki bu tür kayıplar insanlara ağır gelmesin. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

{İmam (r.a.) şöyle dedi:} Şunu bilin ki biraz korku ile sizi imtihana tâbi tutacağız. Allah onları zaten bildiği bir sonuca rağmen imtihan etmektedir; tâ ki bildiği şeyin emir-nehiy çerçevesinde ve sınav konumunda gerçekleşsin. Bu, zaten bildiği bir şeyi sorması gibidir. Ayrıca duyulur âlemde gizli şeylerin orta­ya çıkarılması için uygulanacak imtihan emir ve nehiy şeklinde olur; sınavı ya­pana hiçbir şey gizli kalmadığı halde imtihan yöntemi emir ve nehiy biçiminde belirlenmiştir. Aslında durum, “Gizliyi de aşikâreyi de bilendir”(En’am,73) meâlindeki beyanda belirtildiği gibi olmakla birlikte duyular ötesini (gayb) duyu âlemi konumuna getirmesi Onun için mümkündür. B öylece sınav duyular dâhilinde cereyan etmiştir, tâ ki Allah’ın duyu ötesine dair olan bilgisi duyular dünya­sında ortaya çıkmış olsun, çünkü O, ezelde bunun bilgisiyle nitelendirilmiştir. Başarıya ulaşmak ancak Allah’ın yardımıyla mümkündür.

Kul sahip olduğu her türlü imkân ve esenliğiyle birlikte gerçekte Allah’a aittir. Ancak Allah lütuf ve keremiyle kullarına isteme ve emretme hakkı ol­mayan biri gibi muamele etmektedir. Nitekim O şöyle buyurmuştur: “Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine vereceği cennet karşılığında satın almıştır”(Tevbe,111); “Allah’a gönül hoşluğuyla ödünç verin”.(Müzemmil,20) Amaç bunun in­sanlara daha hoş gelmesini ve kendilerinden istediği harcamayı daha istekli bir biçimde gerçekleştirmelerini sağlamaktır; aslında karşılığında bir şey vaad et­meden bütün bunları kendilerinden istemesi câizdir.

Aziz ve celîl olan Allah’ın sayılan şeylerle, “Sizi imtihana tâbi tutacağız” meâlindeki beyanı, O’nun, ken­dilerinden satın alma vaadinde ve harcama yapmaları talebinde büyük mükâfat ve bedel vereceğini bilmeleri içindir. Böylece istenilen şeyleri yapmaları onlara daha kolay gelir ve gönülleri hoş olur. Yahut da Allah’ın işin başlangıcında be­lirtilen şeylerle kendilerini sınayacağını haber vermesi morallerini güçlü tut­maları, gönüllerinin sıkılmaması ve sınava tâbi tutulduklarında sızlanmamaları hikmetine bağlıdır. Aslında insanın tabiatına aykırı olan her şey böyledir. Ona alıştırıldığı ve gelişinden önce zorluğu haber verildiği takdirde, bilmeden gelmesi durumuna göre onu daha hafif ve daha kolay karşılar. Şu da var ki bu tür sıkıntılarda insanların kalbinde olayları bazı yaratıklara nispet etme ve on­ları uğursuz sayma temayülü vardır. [§]

Bu sebeple Allah sözü edilen konuda önceden beyanda bulunmuştur, tâ ki insanlar meydana gelecek şeylerin Onun bir planlamasının sonucu olduğunu bilsinler; şu âyet-i kerîmede olduğu gibi: “Yeryüzünde vuku bulan veya sizin başınıza gelen bir musibet yoktur ki onu yaratmadan önce bir kitapta bulunmuş olmasın”.(Hadid,22) Cenâb-ı Hak musibetlerin önceden insanlar hakkında yazıldığını bildirmiştir ki moralleri güçlensin ve gönülleri huzur bulsun.

İnsanların Allah tarafından imtihana tâbi tutulması konusunda hareket noktası şudur ki Kur anda sınav konusu olarak zikredilen hayır ve şer türün­den her şey gerçekte kulun hakkı olmayıp Allahın nimet ve lütuf eseridir. Cenâb-ı Hak insanı sonsuza kadar dünyada hayat sürmesi için yaratmamış ve ona verdiği yaşama nimetini de ebedî kılmamıştır. Buna paralel olarak lütfet­tiği nimetler de sonsuz değildir. Kul, yaratılışının bağlı kılındığı bu statüyü ve sahip kılındığı nimetleri bu çerçeve içinde gönülden benimsediği takdirde ha­yatı boyunca takip ettiği seyir kendisine münasip görünür ve gönül huzuruna kavuşur. O, mahzar kılındığı nimetlerin belli bir zamana tahsis edildiğini hiç­bir şekilde unutmaz. Şunu da hatırlatmak gerekir ki insana lütfedilen nimetler aslında kendisine değil başkasına, Allaha aittir. Bu sebeple ondan alınan nimet gerçekte başkasına ait bir şeydir. Gerçi aziz ve celil olan Allah lütfettiği nimet­leri zaman zaman sınav amacıyla kulundan almakta ve bunu iptilâ ve musibet diye nitelemektedir. Ancak -daha önce de değindiğim gibi- bu husûs, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına yönelik muamelesinde onların hak sahibi olduğu şeklindeki lütfunun bir tecellisidir. Bütün güç ve kudret Allaha aittir.

Biraz korku ve açlık ile. Devamı ile birlikte bu ifadede yer alan her bir ünitede “şey”  kelimesi var kabul edilir, çünkü bunların her biri âyetin ge­çen kısmına atıf konumundadır; bir bakıma Allah şöyle buyurmaktadır: Biraz korku, biraz açlık… Bütün güç ve kudret Allaha aittir.

Cenâb-ı Hakk’ın âyette haber verdiği imtihan iki şekilde gerçekleşir. Bi­rincisi, (düşmanla savaşmak gibi) ibadet konumunda bulunan korku vb. şey­lerle sınava tâbi tutmasıdır. İkincisi, ibadet konumunda olmayan bir husûsla imtihan etmesidir. Bu da içinde korku unsuru bulunan cihâtla yahut da kendisine isabet edecek hastalık ve yorgunluk türleriyle onu imtihana çekmesidir, kul bu durumda kendi hayatından endişe eder. Açlık yoluyla. Bu sınav türü Allah Teâlâ’nın kulunu bir nevi açlık özelliği taşıyan oruç, geçim darlığı veya pahalılıkla imtihan edişidir. Mallardan zayiat; bu, cihâd, [§] hac, zekât ve ser­vetler için tahakkuk ettirilen diğer mükellefiyetler yoluyla olabileceği gibi, ti­caret hayatında iflâsa mâruz kalmak, ayrıca geçimini sağlama sırasında ortaya çıkan sıkıntılar yoluyla da olur. Canlardan zayiat; sınavın bu türü cihâd ve düşmanla savaşma şeklinde gerçekleşmesinin yanı sıra çeşitli hastalıklarla da vuku bulabilir. Ürünlerden zayiat; böylesi yağmurun az olması, iş ve el bece­risinin yetersizliği yahut da cihâd ve hac gibi sebeplerle memleketinden uzak kalınması yollarıyla gerçekleşebilir.

Yüce Allah tefsirini yapmakta olduğumuz âyette biraz önce değindiği­miz husûslardan hepsi değil bir kısmı ile insanları sınava tâbi tutacağını haber vermiştir. Bu husûs aziz ve celîl olan Allah’ın kullarının bütün çıkış yollarını kapamadığını göstermektedir, aksine sözü edilen nimetlerin her birine -eksik veya zor konumunda da olsa- ulaşabilmek için bir yol açmıştır. Aslında Onun bütün yolları kapaması mümkündür, ancak Cenâb-ı Hak lütuf ve keremiyle kullarını korkuya sevkettiği her yerde daima bir ümit kapısını açık bırakmıştır. Benzer şekilde Allah Teâlâ sınav konusu olan bütün fiilleri ve bu sınava tâbi tutulan bütün insanları korku ile ümit arasında bulundurmuştur. Bütün güç ve kudret Allaha aittir.

İnceleyin:  Münafıklık ve Çeşitleri

Şimdi, Allah Teâlanın, kullarını sınava tâbi tutma hakkı bulunmasına rağmen onlar için büyük bir müjde ve bol bir mükâfat üslûbu kullanmıştır. Böylesi bir mükâfat vermek, imtihan ettiği kimseler üzerinde hiçbir hakkı bu­lunmayan kimse için tabii ise de her şeyin ve her hakkın kendisine ait bulun­duğu bir varlık için ne büyük lütufkârlıktır! O şöyle buyurmuştur: Güçlüklere karşı sabredenleri iyi bir gelecekle müjdele. Ardından da sabredenleri şöyle nitelemiştir: Onlar ki başlarına bir musibet gelince, Hepimiz Allah’ın kulla­rıyız ve eninde sonunda O’na dönüş yapacağız demenin bilincini taşırlar. Bu âyet-i kerîmede Allah, musibetin gelmesi halinde kuluna tevhid inancına sığı­nıp dayanmasının yolunu göstermiştir, çünkü tevhidin özü bu ifadenin için­dedir. Sözü edilen ifadede (istircâ) kulun, Allah’ın verdiği hükümde kendisine özgü bir tedbir ve çözüm şeklinin olmayacağının dile getirilişi vardır. Yine bu ifadede kulun, kendi varlığını ve buna ait olan her şeyi dilediği gibi tasarrufta bulunması için Allaha teslim edişi vardır.

[§] Hepimiz Allah’ın kullarıyız. Sabreden kullar adına Allah sanki şöyle demektedir: Aslında bizim kendimize ait olmayan husûslarda herhangi bir hükme varıp tasarrufta bulunmaya hakkımız yoktur, her zaman geçerli olan kurala göre bütün mülkiyetlerde hüküm verme ve tasarrufta bulunma yetkisi sahiplerine aittir. Böyle bir teslimiyetledir ki kul, kendi nefsini, sızlanmaktan korumaya ve onu (aslında iyi olan) hoşlanmadığı şeylere sevketmeye muktedir olur.

Ve eninde sonunda O’na dönüş yapacağız. Bir bakıma şöyle demektedir: Dönüşümüz Ona olacağına göre bunun herkesin bir anda ya da yavaş yavaş ve gruplar halinde gerçekleşmesi arasında fark yoktur. Hatta parça parça olması bizim için bir nimettir, hepimizi değil bir kısmımızı yanma almayı kabul etme­si engin lütfunun eseridir. Âyetin bu kısmında yer alan teslimiyet (istircâ) ifa­desinde kişiye akıbetini hatırlatma unsuru vardır, tâ ki o, ebedî karargâhında mutluluğunun temel unsurunu teşkil eden husûslardan bir kısmını şu anda hazırlayıp göndermiş biri gibi olsun. (Ölüm yoluyla gerçekleşen) bu fiilî haber amacına ulaşmıştır. Bilindiği gibi dünyada iken âhirete yönelik bu hazırlık, in­sanın psikolojik muhtevası ve gönül huzuru açısından, bütün mutluluk vesi­lelerinin dünyaya münhasır kalmasından daha iyidir. Başarıya ulaşmak ancak Allah’ın yardımıyla mümkündür.

Hülâsa, içinde yaşadığımız dünya sürüp gitmesi için yaratılmamış, fakat insanın, âhireti kazanmasına vesile olması için var edilmiştir. Allah dünyadaki her şeyi iğreti ve sonlu kılmıştır ki kul bu sayede sonsuzu ve sürekliyi elde etmiş olsun. Bunun izahı şudur ki her insanın, eline geçirdiği imkân konusun­daki temel görevi, o şeyin yaratılış gayesini görmesi ve uğrunda çaba sarfetme hedefini belirlemesidir. Kişi bu takdirde yaptığı ticaretten doruk noktasında kâr ettiğinin bilincine ulaşır ve fâniyi verip bâki olan şeye sahip olduğunu an­lar.

Şu da var ki dünyadaki her şey sona erme ve yok olma âfetine mâruzdur. Dolayısıyla Allaha teslim olan kişi âfete mâruz olanı olmayanla değiştirmiş bulunur. Bu amaçla mâruz kalacağı sıkıntıları makro plan açısından musibet saymaması gerekir. Aksine bunlar sevincin en üst mertebesini ve kârın doruk noktasını teşkil eder. Ne var ki insan türü, her çeşit elemden nefret eden ve aslında herkesin uzaklaşmak şöyle dursun arzu edeceği sonuçlardan habersiz bir tabiata sahip kılınmıştır. Yardım istenecek olan yalnız Allah’tır.

[§] Biri şöyle derse: Bahis konusu edilen teslimiyet hasleti Muhammed ümmetine özgü kılınmıştır. Hz. Yakub kaybettiği oğlu için istircâda bulunma­yarak, “Vah Yûsuf’um!”(Yusuf,84) diye sızlanmıştır.

[Buna şöyle cevap verilir:] -Nihaı gerçeği bilen Allah’tır ya- konuyla ilgi­li sahih bir rivâyet gelmişse(1), telkin ve öğretim konumunda olmuştur, yani “innâ lillâh” () deyiniz demektir. Aslında Hz. Ya‘kub’un istircâda bulunma­ması ihtimal dâhilinde değildir. Aksine Kur’anda haber verildiği gibi istircâda bulunarak, “Güzellikle sabretmekten başka çare yoktur”(Yusuf,18); “Gam ve kederimi sadece Allaha arzediyorum”(Yusuf,86) demiştir. Bir de Hz. Yâkub Yûsuf’un (gördüğü rüya sayesinde tâ başta) haber vermesi, ayrıca vahiy yoluyla elde ettiği bilgi so­nucunda oğlunun hâlâ hayatta olduğunu biliyordu. Ölümün vuku buluşundan sonra yapılacak istircâ (innâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn demek) durumu Hz. Ya‘kub için gerçekleşmemiştir. Bütün güç ve kudret Allaha aittir.

Allah Teâlâ Peygamberine (s.a.), imtihana tâbi tuttuğu kullarından kar­şılaştıkları belâlara sabredenleri, [§] sıkıntılardan dolayı sızlanmayıp “innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciun” () diyenleri müjdelemesini emret­miştir. Çünkü bu ifadede azîz ve celîl olan Allah’ın birliğini ve öldükten sonraki dirilmeyi kabul ediş vardır.

Denildi ki istircâ özelliği Muhammed ümmetine özgü kılınmış, diğer üm­metlere ise verilmemiştir, çünkü geçmiş ümmetlerden bu konuda herhangi bir rivâyet intikal etmemiştir. Görmez misin ki Yaküb aleyhisselâmın, karşılaştığı zorluklar, belâlar ve oğlu Yûsuf’tan ötürü çektiği üzüntülere rağmen bu ifa­deyi kullandığı nakledilmemiş fakat “vah Yûsuf’um!”(Yusuf,83)cümlesini kullanmış­tır.

Geçmiş ümmetlerde böyle bir ifade bulunsaydı diğerleri gibi ortaya çıkmış olacaktı. Bu da istircâın Muhammed ümmetine has olduğunu göstermektedir. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır. îbn Abbâs’tan (r.a.) şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Allah, bir musibete uğrayıp da “innâ lillâh ve innâ ileyhi râcı un” () diyen kimsenin sıkıntısını giderir, akıbetini hayırlı kılar ve kaybettiği kimsenin yerine memnûn kalacağı hayırlı birini lütfeder”(Heysemî,Mecmauz-zevâid, II, 330-331.)

Sabır kaybettiği şeyden ötürü nefsi sızlanmadan alıkoymaktır. Zaten kay­bolanın tamamı aziz ve celîl olan Allaha ait olup insanlar nezdinde emanet konumundadır. Başkasının olan bir şeyin elden çıkmasına feryat etmenin de bir anlamı yoktur. Cenâb-ı Hakk’ın şu buyruğuna bakmaz mısın: “Elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah’ın verdiği nimetlerden dolayı şımarmayasınız diye.”626 Allah bu beyanı ile elimizden çıkan şeye üzülmemizi yasaklamıştır, çünkü gerçekte o bize ait değildir. Bunun yanında lütfettiği imkânlardan ötü­rü de şımarmamızı yasaklamıştır, bunlar da hakikatte başkasınındır. Başarıya ulaştıran sadece Allah’tır.

 

Bakara,157. “İşte öylelerine Rab’lerinden gelen mânevî bir arındırılma, bağışlanma ve rahmet vardır, doğru yolu bulanlar da onlardır.”

 İşte öylelerine Rab’lerinden gelen mânevî bir arındırılma, bağışlanma ve rahmet vardır. Denildi ki azîz ve celil olan Allah’tan gelen “salât” birkaç şekilde yorurnlanabilir: Biri O’nun rahmet ve bağışlaması, ayrıca meleklere karşı onunla övünmesidir. Bu ise Hz. Adem’in yaratılışı sırasında, “Orada bozgunculuğa yol açacak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?”(Bakara,30) diyen meleklere karşı cevap teşkil etmektedir. Bir bakıma Allah, “Bu sözü nasıl söylediniz, ‘ halbuki Adem’in evlâtları içinde şöyle deyip istircâda bulunanlar vardır?” demektedir. Yine denildi ki Allah’tan gelen salât sabredenleri övmesidir. Allah’ın sabırlı kullarını övmesinin fazilet ve yüceliğine hangi üstünlük yaklaşabilir.

Ve rahmet. Bazıları dedi ki “rahmet” ve “salât” aynı olup tekrar konumundadır. Rahmetin nimet, yani cennet olduğu da söylenmiştir.

Doğru yolu bulanlar da onlardır. Azîz ve celil olan Allah, işini kendisine havale eden, O’nun icraat ve tasarrufuna, ayrıca ezeldeki takdirine teslim olan kimsenin hidâyet bulduğuna şehâdet etmiştir. Ezelî takdirin vuku bulması muhakkaktır, şu ilâhî beyanda ifade edildiği gibi: “Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen hiçbir musibet yoktur ki biz onu henüz yaratmadan önce bir kitapta yer almış olmasın”(Hadid,22)

 [Belaya Sabretmenin İyi Sonuçları]

Azîz ve celîl olan Allah, hükmüne boyun eğip icraatına rıza gösteren kimselere -ki kulun bu davranışına, “Allah ve Resûlü bir işe karar verdikten sonra inanmış bir erkek veya kadına o işi kendi isteğine göre yapma hakkı verilmemiştir”(Ahzab,36) meâlindeki İlâhî beyanda da işaret edilmiştir- lütfedeceği ni­metleri açıklama sadedinde şöyle buyurmuştur: İşte öylelerine Rab’lerinden gelen mânevî bir arındırılma, bağışlanma ve rahmet vardır, doğru yolu bulan­lar da onlardır. Cenâb-ı Hak başka bir âyette de, “Sabredenlere mükâfatlan he­sapsız verilecektir”(Zümer,10) buyurmuştur.

İnceleyin:  Hz.İbrahim'in '' Bu benim Rabbim (En'am 76) '' Demesi Hakkında

O, lütuf ve kereminin bir eseri olarak sabra mukabil vaad ettiği mükâfatı, emeğin karşılığı anlamındaki “ecir” kavramıyla ifade etmiştir. Halbuki bilindiği üzere sabır Allah’ın, önceden lütfettiği büyük nimetlerinin gereği olarak kulları üzerindeki bir hakkıdır. Ancak O, kendile­rine ihsan ettiği şeyi ecir diye nitelendirmiştir. Aslında kul kendisi için amel eder. Bu açıdan övgüsü yüce olan Allah’ın lütuf ve ikrâmı olmasaydı ameli ile ecir ve mükâfata hak kazanması ihtimal dâhilinde bulunmazdı.

[§] Allah Teâlâ sabreden kuluna bu fiili sayesinde üç türlü mükâfat vaad etmiştir.

Birincisi, mânevî arındırması ve bağışlamasıdır (salât). Allah’ın salâtı meleklerine karşı övünmesi mânasına gelebilir; bunun sebebi kulun kendisini ve servetini Allah yoluna adamasını ve hakkındaki hükmüne rıza göstermesi­ni Cenâb-ı Hakk’ın yüceltmesidir. Bu yorum Hz. Âdem’in yaratılışı sırasında meleklerin bir nevi itiraz sadedinde, “Biz seni övgüyle yüceltip aşkınlığını dile getiririz”(Bakara,30) demiş olmalarına bağlıdır. İstircâ âyetinde yüce Allah meleklere şunu haber vermektedir: Bu kul musibetin gelmesi sırasında tam bir teslimi­yetle sizin sunduğunuz teşbihi yerine getirmiş ve Allah’ın kendisi hakkındaki hükmüne rıza göstermiştir. Allah’tan sabreden kullarına gelen salât, onları ba­ğışlaması ve ileri derecede mükâfata nail kılması anlamında da olabilir, tıpkı şu âyet-i kerîmelerde beyan edildiği üzere: “Allah yolunda katledilir veya eceliniz­le ölürseniz, şunu bilin ki O’nun mağfiret ve rahmeti inkârcıların topladıkları bütün dünyevî şeylerden daha hayırlıdır”(Al-i İmran,137); “Allah yolunda öldürülenleri sa­kın ölü sanmayın, bilakis onlar diridirler; Allah’ın lütuf ve kereminden verdikleriyle sevinçli bir halde Rab’leri yanında nimetlere mahzar olmaktadırlar”(Al-i İmran,169-170); “Ey iman edenler! Kendinizi acı azaptan kurtaracak bir ticareti size göstereyim mi?”(Saf,10) ve benzeri lütuflar. Başarıya ulaştıran sadece Allah’tır.

Allah’ın salâtı sab­redenleri iyi kullarının nezdinde övgüyle anması anlamına da gelebilir, şu be­yanlarında olduğu gibi: “Sakın Allah yolunda öldürülenler için ölü demeyin”(Bakara,154); “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın”(Al-i İmran,169) Bütün bunlardan başka Allah’tan gelen salâtın dünya hayatında sabredene daha fazla hidâyet lütfetme­si anlamına gelebileceği de düşünülür; nitekim şu âyet-i kerîmeler buna işaret etmektedir: “Bizim uğrumuzda elden gelen gayreti sarfedenlere, bize ulaşan yolları mutlaka göstereceğiz”(Ankebut,69); “Allah doğru yolu tercih edenlerin hidâyetini arttırır ve onlara, kötülüklerden sakınma imkânları lütfeder.”(Muhammed,17)

(İkincisi) rahmetidir. Buradaki rahmet daha önce zikrettiğimiz mânalara gelebilir. Ayrıca kulun teslimiyeti sayesinde kendisine ikrâm ettiği özel rahmeti de olabilir. [§] Bunun yanında Allah’ın rahmeti nimeti veya kullarının gönüllerine, sayesinde O’nu sevecekleri bir muhabbeti yerleştirmesi ya­hut da dünyada lütfedeceği başka bedeller gibi anlamlara da alınabilir.

Üçüncüsü) hidâyetidir. Cenâb-ı Hak sabreden kullarına hidâyet nis­pet etmiştir. Buradaki hidâyet sözü edilen kulların, O’nun dinine ve ayrıca musibetin gelmesi halinde O’na teslim olma bilincini lütfetmesine yol bulup benimsemeleri anlamına gelebilir. Bunun yanında cennetin yolunu bulmuş ol­maları şeklinde de yorumlanabilir, nitekim Cenâb-ı Hak Allah yolunda şehid olanlara cennet yolunu göstereceğini vaad etmiştir.(2) Bütün güç ve kudret Allaha aittir. Bir de, “Allah kendisine iman edenin kalbine doğru yolu gösterir”(Tegabun,11), yani istircâ diye anılan teslimiyetin yolunu gösterir. Hz. Peygamberden, “îstircâ siz­den önceki milletlere verilmemiş bir özelliktir”( Âlûsî, Rûhul-meânî, II, 576) buyurduğu rivâyet edilmiştir. İşte bu beyan da biraz önce sözünü ettiğimiz çizgi üzerinde seyreder.

Teslimiyet özelliğine gelince, bunun sabır için belirlenen belli zaman için­de olması gerekir; nitekim Resûlullah’ın (s.a.), “Sabır belanın geldiği ilk anda makbuldür”(3) buyurduğu nakledilmiştir. Hz. Enes’ten (r.a.) rivâyet edildiğine göre Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur: “Kul, uzun geçmişte de olsa, vuku bu­lan bir musibeti sonradan hatırlayıp ‘innâ lillâh’ () dediği takdirde Cenâb-ı Hak her söyleyişi için sevabını yenileyip artırır.”(4) Muhtemeldir ki bu sonuncu müjde, vuku bulan musibeti sakin bir şekilde kabul eden yahut da musibet ön­cesi işlediği hatadan dönüş yapıp tövbe eden kimseye aittir; önceki açıklamalar ise böylesinin dışında kalanlara mahsustur. Başarıya ulaştıran sadece Allah’tır.

* * *

İstircâ âyetinden çıkarılabilecek önemli sonuçlar vardır.

Birincisi, bu âyette kula musibet geldiğinde nasıl davranacağının ve bu davranışları sonucunda ne gibi mükâfatlara nail olacağının beyanı vardır. [§]

İkincisi, sözü edilen âyette insanın sağlığını, güvenliğini ve hayatının mukadder seyrini te­min edip sürdürmenin hikmet açısından Allah Teâlâ için gerekli olmadığının tesbiti mevcuttur. Ne var ki O, lütuf ve keremiyle bu husûsları sağlamaktadır. Aynı şeylerin bir kısmını sınava tâbi tutma konumunda geri alması da Onun hakkıdır. Şayet sözü edilen husûsları yerine getirme Allaha vâcip olsaydı (aslah telakkisi) bunların mevcudiyetine mukabil kendisine şükretmek gerekli ol­mazdı. Başarıya ulaştıran sadece Allah’tır.

Üçüncüsü, Cenâb-ı Hak bahis konu­su âyette kullarını bazı musibetlerle imtihana çektiğini zikretmiştir. Bilindiği üzere sınavın bu türü diğer bazı kullar vasıtasıyla gerçekleşmektedir. Ancak O, bu fiilleri kendisine nispet etmiştir. Bu suretle de kulların ihtiyarî fiillerinde İlâhî tedbirin bulunduğu ve bu yolla onları imtihana tâbi tuttuğu ortaya çık­maktadır. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

Yine istircâ âyetinde Allah Teâlâ, “Şunu bilin ki sizi … imtihana tâbi tu­tacağız” buyurmaktadır. Aslında âyette sıralanan imtihan vasıtaları İlâhî be­yanın nüzûlü sırasında mevcut olmayıp sonradan ortaya çıkmıştır. Nitekim, “Yoksa siz öncekilerin başına gelenlerle karşılaşmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?”(Bakara,214) meâlindeki âyet-i kerîme de aynı konumdadır. Bu âyetlere muhatap olan insanlar sözü edilen musibetlerle daha sonra karşılaşmışlar­dır, tâ ki Resûl-i Ekrem’in bu husûslara Allah sayesinde vâkıf olduğu husûsu bilinmiş olsun.

Yine aynı ayet bir nevi müjde ve sevinç vesilesi konumunda bulunmaktadır, şöyle ki sözü edilen ilâhı beyan insanlara zor gelip yaratılış gereği kaçmak istedikleri musibetleri içermektedir, Allah’ın emri, dolayısıyla yerine getirilmesi sonunda oluşan itaat ve rızâsı olmasaydı bunlarla insanları imtihan etmesi ihtimal dâhiline girmezdi. Bir de istircâ âyetinde Cenâb-ı Hak korku unsurunu zikretmiştir, İlâhî beyanın genel muhtevasından, insanlardan korkmanın itikadı zayıflatmadığı anlaşılmaktadır. Bu husûs şu âyet-i kerîmede zikredildiği gibidir: “Yolculuğa çıktığınızda inkârcıların size kötülük etmele­rinden endişe ederseniz namazı kısaltmanızda herhangi bir sakınca yoktur.”(Nisa,101) Bunun gibi dünyevî şeylere ümit bağlayıp tamah göstermek de kâmil müminin itikadına zarar getirmez.

Hülâsa, dünya işleri mekanik ve bilinçsiz bir sisteme bağlı olmayıp her şey Allah tarafından belirlenen belli sebeplere (sünnetullah) dayanmaktadır. Allah Teâlâ hüküm ve tasarruflarını bu sebeplere dayandırmıştır. Buna göre korku ve ümit, gerçekte sebebi yaratan Allah’tan gelmektedir. Başarıya ulaştıran sadece Allah’tır.

İstircâ âyetinden çıkarılacak bir sonuç daha vardır ki dünyada karşılaşılan belâların hepsi işlenen günahların ürünü değildir. [§] Allah Teâlâ’nın kulları­nı iyi ve kötü tecellilerle imtihana tâbi tutması ulûhiyyet makamının tabii bir kuralıdır. Bu tür sınavlar imtihan edilen kişinin inancının ve mânevî hayatının zayıflığını göstermediği gibi kendisinden sâdır olan bir sürçmenin karşılığı da değildir. Nebî ve resûllerin durumu da bu esasa bağlıdır. Bu sonuncu konuya iki açıdan bakış yapmak mümkündür: Birincisi, Cenâb-ı Hakk’ın dost edindiği birini -âhirette daha kâmil bir şekilde faydalanabilmesi için- dünya lezzetle­rinden korumasıdır. İkincisi, nebî ve resûllerin beşer türünün uzak kalamadığı küçük hataları (zelle) olabilir. Bunlar dünyada bazı musibetlere mâruz bıra­kılır ve kıyâmet gününe getirilince Cenâb-ı Hakk’ın sorumlu tutacağı hiçbir hataları kalmamış olur. Bütün güç ve kudret Allaha aittir. Bütün bunlar ilâhî bir imtihan ve süzgeçten geçirme ameliyesi konumunda tutulmuştur.

İmam Maturidi – Te’vîlâtü’l-Kur’an Tercümesi,cild:1 Ensar Yayınları,syf;307-317

Dipnotlar:

(1)-Yani Resûlullaha (s.a.) nispet edilen şu rivâyet sahih ise: “Sizden önceki ümmetlere istircâ yöntemi verilmemiştir” (Âlûsî, Rûhul-meânî, II, 576).

(2)- Müellif İmam Mâtürîdî (r.a.) şu âyet-i kerimelere işaret etmiş olmalıdır: “Allah kendi uğ­runda öldürülenlerin amellerini asla boşa çıkarmayacak, onlara cennet yolunu gösterecek ve gönüllerini şadedecektir” (Muhammed 47/4-5). Râgıb el-îsfahâni buradaki hidâyeti âhirette cennet yolunu gösterme mânasına almıştır (el-Mufredât, “hdy” md.).

(3)-Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, III, 130, 143, 217; Buhârî, “Cenâ’iz”, 32, 42, “Ahkâm”, 11; Müslim, “Cenâ’iz”, 15.

(4)-Ahmed B.Hanbel,el-Müsned,3,130,143,217…

 

 

 

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir