Bediüzzaman ve Risâle-i Nur’u anlamak-2
Paylaş:

bediuzzaman Bediüzzaman ve Risâle-i Nur’u anlamak-2

1923 yılında Van’a giden Bediüzzaman, burada, Erek Dağı’nda has talebeleriyle inziva ve uzlete çekilir. 1924’te yeni Ankara hükümetinin Hilâfeti kaldırmakla başlattığı reformlar, Tevhid-i Tedrisat kanunu ile medreselerin kapatılması, Tekke ve Zaviye kanunu ile dergâhların kapatılması ile devam eder. 1925’teki Şeyh Said Hadisesi üzerine çıkarılan Takrir-i Sükun kanunu, ülkenin üzerine kara bulutlar gibi çöker. 1926 başında Bediüzzaman Şeyh Said Hadisesi ve Takrir-i Sükun Kanununun verdiği ortama dayanılarak, Van’dan zorla alınarak önce Burdur’a, oradan da Isparta’ya sürgüne/mecburi ikamete gönderilir. Böylelikle Bediüzzaman’ın, vefatına kadar yaklaşık 35 sene sürecek olan, çileli sürgün/hapis başlamış olur.

Risâle-i Nur Külliyatı da tam da bu çileli, karanlık zulüm döneminde telif edilir. 35 yıllık bu ağır şartlar, nezaret/hapisler, zehirleme teşebbüslerine rağmen Bediüzzaman yılmaz ve yıkılmaz bir şekilde davasına sarılır. Üstad’ın bütün davası, böyle bir karanlık dönemde, bütün İslami müesseselerin yıkılıp tarumar edildiği, İslam medeniyet değerlerinin pâymal edildiği, en son İman Kalesinin, kaba pozitivist-aydınlanmacı felsefenin devlet aygıtını ele geçirmiş militan güçlerince tehdit edildiği, Üstâd’ın ifadesiyle “Bu asırda çokların maddiyunluk tâunuyla iman da’vasını kaybettiği” bir yapı ve zeminde; son kale olan imanın, bu istihkâmın muhafazası/inşâsı yönünde bir mücadele ile, bunun şahikası olan Risale-i Nurların te”lifine girişir. Batılılaşma serüveninde Hak ve hakikatin temeli olan, Allah”ı ve insanın ontolojik/kaçınılmaz kaderi olan ahireti unutturucu felsefe ve buna dayalı yaşam tarzının dayatmalarına, hatta militer dayatmalarına karşı kalbe hitap eden iman kalesinin, bu müstahkem kalenin yeniden inşasını hedefler.

Bu hedef doğrultusunda, kürucu/inşâ edici kişiliğiyle tüm sürgün/hapis, işkencelere tahammül göstererek, dönemin bir savcısının ifadesiyle, “yaşlandıkça artan enerjisiyle” mücadelesini sürdürür. Son kale, İman hakikatlerinin dönemin lisanı ile anlatımı/aktarımı olan Risale-i Nur’un telifini sürdürür. Üstelik, Birinci Said döneminde eserlerlerini matbaalarda bastıran/neşreden Bediüzzaman bu defa kah hapis, kah nezaret altında, çoğu zaman kağıt-kalemden bile mahrum edilir. Tecride alınarak insanlarla ihtilatına mani olunur. Bu şartlar altında dahi, bulunabilen her çeşit kağıda yazılarak, bazen de gizlice teksir makinalarında çoğaltılarak dağıtılmaya çalışılır. Buna rağmen takibattan kurtulamaz, Teksir edilen Risale-i Nur Mecmuaları Bakanlar Kurulu kararlarıyla yasaklanarak toplatılır.

İnceleyin:  Kâinattaki ibâdât-ı umumiye bir Mâbudu gösteriyor

Tüm bu şartlar altında, Tek Parti döneminin ağır baskılarının bulunduğu zeminde, Bediüzzaman İman davasında mücadelesini sürdürürken, çoğu zaman iyice yalnız bırakılır. Özellikle Bediüzzaman’a en fazla sahip çıkması gereken ulemâ sınıfı bu konuda hiç de iyi sınav vermez. 1920’li yıllardan itibaren ulema sınıfı da, tasfiye, zulüm ve baskılara maruz kalır. Bu bakımdan Üstad’ın çevresinde ulema sınıfının pek yer almamış olması bir dereceye kadar mazur görülebilir. Ancak bir kısmının sırf kibir ve çekememezlikle, Bediüzzaman’a cephe almış olması hiçbir şekilde kabul edilemez. Tüm bu şartlar içinde, Risâle-i Nur’un ulemâ silkinden gelenlerce yeterince sahiplenilememesi hareket içerisinde bugün de mevcut bir çok sorunun başlıca âmilidir. Bu durum, uzun zaman Risâle-i Nur’un umuma mal edilmesinin önünü kesti.

Ayrıca, Üstad’ın vefatı akabinde siyasi mülahazaların ön plana çıkması, Risâle-i Nur’un müsbet veya menfi siyasi zemin üzerinden okunması, değerlendirilmesi, hakikatlerinin örtülüp, mestur kalmasına, Risâle-i Nur’un umuma mal edilememesi, belli grup ve cemaatlere münhasır kalmasına yol açar. Siyasi mülahazaların da ön plana çıkması, bir çok dini grup ve cemaatin de Risale-i Nur’dan uzak tutulmasına sebebiyet verdi.

Bunun yanı sıra, Risale-i Nur’un âlem-i İslam’a tanıtılması, bu doğrultuda tercümelerinin hazırlanıp neşredilmesi konusunda da, fazla mesafe alınmadığı görülmektedir. Risâle-i Nur’un Arap âlemine, İslâm âlemine taşınması konusunda da bir hayli geç kalındığı gözlemlenmektedir. Elbetteki bunda en başlıca âmil Türkiye’de son dönemlere kadar imtidad eden, Resmi İdeoloji temelli İslam’a ve Risale-i Nur’a yönelik devletin baskılarıdır.

Bu bakımdan, yaşadığımız coğrafyanın, İman ve medeniyetin mahsülü olan Bediüzzaman ve Risâle-i Nur’un mahiyet ve davasının sıhhatli bir şekilde anlaşılması, inhisardan halas kılınarak umuma mal edilmesi, hatta uluslar arası kamuoyunun nazar-ı dikkatlerine, istifadesine sunulması için çok fazla yol alınması gerekiyor. Bunun için de evvel emirde, Modern Batıcılık karşısında, bilimselci/apologist eziklik psikolojisinden azade, ontolojik çıkmaza karşı salâbet-i İmaniyeyi ve derin irfânı izhar eden kendinden emin tutum ve adımlara ihtiyaç vardır.

İnceleyin:  Kainatı kim temizliyor?

 

Müfid Yüksel