Batı’nın ‘Modern’Ie İmtihanı
Gerçek, objektif olmayı daima kendisine saklar.
Modernlik, Batının insanlığa armağan ettiği bir kavram. Kavramı, Reform’a ve Rönesans’a izafe edenler de var, Sanayi Devrimi’ne de. Her ne olursa olsun modernlik uzantıları itibariyle Batı’da gelenekten hem çok çekti hem de ona olduğundan çok çektirdi, desek pek de abartmış olmayız.
Genelde Reform, kısmı olarak ise Rönesans, Batı’nı n toplumsal yaşayışına karşı getirilen bir tür itiraz etme biçimiydi. Lâkin bu itiraz etme biçimi, ilk başta öyle sanıldığı gibi sıkı sıkıya örgütlenmiş bir tasarımı, olgunlaşmış bir projeyi, geçmişin yerine teklif etme şeklinde gerçekleşmedi. Bu durum, Batı’nın varolan kurumsallaşmış yapısının, mevcut hali taşıyamamasından ve taşımakta zorlandığı bu yapıyı, kontrol amaçlı baskı altında tutmasından kaynaklandı, desek ana fikrimizin uzağına düşmüş olmayız sanırım. Batı insanı ‘Kilise’nin, olanca ağırlığı altında toplumsal yapıyı belirlemek için Engizisyon ve bilimsel algılama biçimini kontrol altına almak için oluşturmuş olduğu Skolastik çerçevenin cenderesinde oldukça ezildi. Zaman içinde vukua gelen -adına ister ‘paradigma yorgunluğu’ diyelim isterse toplumsal yeni açılımlar gereği teklif edilen cevaplara getirilen bir tür yasaklama diyelim- sonuç açısından pek bir şey değişmez, Batı İnsanı dönem itibariyle bunalmış olduğu bu durumdan çıkış yolunu, bir kaçış psikolojisiyle gerçekleştirdi.
Ve kaçtığı bu yol boyunca önüne çıkan zararlı ve yararlı birçok yapıyı yerle bir etti. Romanın ve Hıristiyanlığın oluşturmuş olduğu bütüncül yapı, kiiçülmeci ulus devlet modelleriyle dağıtıldı. insanın şahıstan bireye doğru evrilmesi sonucunda dağılan psikolojik algılama biçimi, yeni bir insan oluşturma adına başkalarını yok sayma gibi bir yola girmekte hiçbir beis görmedi. Küçülmeci ulus devlet modelleri, hemen karşılarında ötekini yasal bir şekilde var etti ve onunla kanlı bir kavgaya girişmekte herhangi bir sorun görmedi. Modernleşmeyi Sanayi Devriminin bir sonucu sayarsak eğer, -ki bu doğru değildir; Sanayi Devrimi modernleşmenin sadece bir ayağıdır- o zamanda yukarıda bahsedilen aynı olumsuzluklarla karşılaşırız. Geniş ailenin parçalanması, çekirdek ailenin vücuda gelmesiyle başlayıp biten bir süreç değil, aksine ailesizliğe kadar varan bir durumun topluma işaretlenmesidir.
Modernitenin Yapılanma Alanları
Bana benden bahset ki seni tanımam kolay olsun.
Modernin gerçekleşmesi, hem kendi kendini kurma döneminde hem de gelenekten kaçış süreci içinde, var olan toplumsal yapıyla bir hesaplaşmayı hep Ön planda tutmuştur. Geleneğe karşı biçimlenen modem, bütün hesaplaşmalarım anlam üzerine kurduğundan, gelenekten kurtulma biçimini, onun büyük (iğretisini, paradigma içi bir tadilatla gerçekleştireceği hesabıyla kurumsal yapılarının içini boşaltmakla buldu. Fakat modern, kendisini de büyük bir yapı (öğreti) olarak ilan ettiğinden, mutlağa ait olan bütün çerçeveleri korumakla kalmadı; aslında o, geleneksel elemanter yapıya göre kurgulanmış olan ve o güne kadar var olan haliyle, kanıksanmış bir biçimde kendini görkemli kılmış olan mutlağın içeriğine, kendi katından hiç de uygun olmayan alışılmadık bir anlamlar yumağını yüklemiş oldu. Kutsalın inançla olan bağını ve kutsalı, mutlağın dışına taşıyarak koparmayı başardı.
Bu durumda büyük bir anlam kaymasına uğrayan kutsal kendini birdenbire seküler olan bir dünyanın kucağında buldu. Batıdaki biçimiyle,gelenekteki ibadet etme ritüelini dönüşüme uğratan modernite. gelenekte varolan haliyle,Tanrının yeryüzündeki gölgesi olan devlete saygıyı -ibadet etme olarak da alınabilir- şeklen de olsa bir amaç üzerinden gerçekleştirilen pozisyonundan uzaklaştırdı. Bu tip bîr uygulama devlet için ne kadar riyakar olsa da, kendini mutlaklaştırmayı en azından dolaylı yollardan gerçekleştirmiş oluyordu. Fakat modernde bu saygı (ibadet etme) ritüeli Tanrı’nın zorunlu iskanla başka bir evrene gönderilmiş olmasından delayı, direkt devletin kendi üzerine kalmış oldu ve devlet de bunda her hangi bir beis görmedi. Mesela, memurların kılık kıyafetine gösterilen titizlik, bir taraftan saygı duyma biçimini imlerken, diğer taraftan da devleti mutlak bir alana yerleştirdi.
Evet, yukarıda da sayıp döktüğümüz gibi. ‘modernite’nin ‘geleneğe’ saldırısı nitelik üzerinden gerçekleşen bir saldırıdır ve geleneksel insanın yıkımı şeklinde formüle edilebilir. Oluşturulmaya çalışılan insan, birçok yönüyle yeni bir tip olan bireydir. Aslıda birey tanım gereği çok küçük bir parçayı işaret ettiğinden dolayı, ‘modernite’nin mutlakçı ve büyük yapısına uy mamakla beraber, modern’in yeni inşa ettiği bu büyük öğretinin içini doldurmaya yarayan bir yapıtaşı oldu ve onun için varlığına kerhen de olsa izin verildi. Aslında parçanın, bütünü karşıdan gördüğünün hesabıyla bakarsak eğer, bunun pek de sakıncalı olmadığını, parça ve bütünün fonksiyonel olarak birbirlerini güçlendirdikleri hesap edilerek sürece katıldığını görebiliriz.
Modernizmm önemli bir ayağı da akıldır. Lâkin bu akıl, geleneğin onu kullanış tarzında olduğu gibi kalbeden akıl değil de, eşya ile kurmuş olduğu ilişki biçimini aşamayacak olan rasyonel akıldır. Aslında modernizmin akla olduğundan fazla önem vermesinden değil de akılcılığı kutsamasından dolayı, aklın coğrafyasını kendini aşan bir şekilde alan genişletmesine tabi tutarak orada, aklı doğal sınırlarının ötesine taşıyıp, bir nevi akıl tutulmasına’ yol açtı. Bu durumda etiği, değeri ve normu aştığı zehabına kapılan akıl, insanın o güne değin kendisiyle, tabiatla ve kozmosla kurmuş olduğu bütün bağları koparttı.
S. H. Nasr’ın deyimiyle, ‘‘Tabiat artık bir ana olmaktan çıkıp modern insanın gözünde bir fahişe haline gelmiştir”. Modern tasarının içindeki filozofların başında gelen F. Bacon, “Hurafeler çağı bitmiştir artık; beyler, bakışlarınızı gökyüzünden yere doğru indirin; aslolan tabiattır ve tabiatta, siz ona ne kadar eziyet ederseniz, kendini o nispette size sunar” diyerek gelenekteki insanla tabiat arasındaki ilişkiyi, radikal bir biçimde dönüştürmüş oluyordu. Görüldüğü gibi, sado-mazoşist eğilimleri olan bu ilişki biçimi, taraflardan biri diğerine eziyetten zevk alırken, eziyet edilenin de zevk aldığını iddia edip, bu iddiayı merkeze taşıyan bir düşünce. Ne yazık ki, modern akıl bu düşünce perspektifi üzerinden dünyayı algıladı.
Öte yandan bilimin modernitede gelişimi de geleneksel algı alanının ötesine taşarak kendine mutlak bir alan tayin etti. Varılan bu durumda bilim, istiklalini ilan etmekle birlikle, birdenbire vasıta olmaklığın da ötesine sıçrayıp, kendini amaç haline getir.
Newton’un Mutlak Evren’i artık Tanrı’nın müdahale ettiği bir evren olmaktan çıkmış, bütün kuralları matematik formülasyonlar içine sıkışan, sırlarından mahrum edilmiş bir büyük fotoğraftan başka bir şey değildir. İnsanın, asırların tanıklığı altında oluşturmuş olduğu metafizik ve inanç dünyası, bu şartlar altıda birdenbire buharlaşıp kayıplara karışmıştır. Onun yerini akılcılığın kuru matematiğinde dizayn edilmiş olan ve aklı aşamayınca da yüreğe inmeyi beceremeyen bir metafizik almıştır.
Bilimsel anlayış tarzı dedüktif (tümevarım) yapıdan, indüktif alana doğru hızla bir kayma gösterdi. Bu, bilinen bütünden bilinmeyen parçaya doğru gidişin yerine, gözlemlenen haliyle bilinen parça/lar/dan bilinmeyen bütünü çıkarsamak demekti. Dolayısıyla gelenekte zihinde oluşan mutlak, hem deneye uygunluk göstermediğinden hem de bilinemeyen olarak bir tarafa bırakıldığından bilimsel algının doğasından da kovulmuş oldu.
Bilimlerin kralı ilan edilen fizikteki kurallılık ve determinasyon, hiçbir analize tabi tutulmaya gerek duyulmadan sosyal bilimlerin içine atılıverdi. 19.y,y. da sosyal bilimlerin kurallarını sayarak, tam 198 kural bulduğunu ilan edenler oldu. Pozitivizmin İlmihalini yazan kişi (O. Comte), büyük bir cesaret örneğiyle ‘metres’inin adını haziran ayına isim olarak teklif edebildi.
Hece Dergisi, Postomodernizm Özel Sayısı