Batı’nın İslam Kini Hiçbir Dönemde Azalmadı
Modernite ile açılmış hegemonya usulleriyle Batı, İslam’ı gerilettiği halde, onu yok edememenin ızdırabını daha da fazla hissetmeye başladı.
Bugün bile yani hoşgörü, birlikte yaşama teorilerinin genel kabule ulaştığı, zamanın ruhunun en yoğun olduğu zaman diliminde dahi Batının bilinç altında Müslümanları yeni bir reconçuistaya tabi tutmak yatar: “Çatışma aşırı boyutlara ulaşırsa ve başka gökdelenler, hatta Sen Pietro yıkılırsa, Müslüman avı başlar artık. Azi Bartolomeus Gecesi’ni ya da Sicilyada Akşam Duaları’nı anımsatan olaylar çıkar: Bıyıklı ve koyu tenli herkes yakalanıp boğazı kesilir. Milyonlarca insanı öldürmek söz konusudur ama silahlı kuvvetleri rahatsız etmeden halk gerekeni yapar.” (Eco, 2012, 35)
Batı İslam ülkelerinin büyük çoğunluğunu eskiden doğrudan yönetim ile sonra da kapitalizmin merkez – çevre anlayışıyla kontrol altında tutsa bile İslam’ın etkinliğini yok etme güdüsünden kendini bir türlü kurtaramaz. Niçin? Batının kini niçin bu kadar üst noktada ve hala sürüyor?
Batı, İslam Medeniyetine mi, İslam’a mı Düşman?
İslam, medeniyet olduğu için tehlikeli değil. İslam, medeniyet fikri peşinde koştuğu için de tehlike arzetmiyor.
Öyle olsaydı Batı bundan muzdarip olmaz bilakis daha önce 11 -17. asır arasında olduğu gibi faydalanmasını bilirdi. Kaldı ki medeniyet yapısı itibariyle etkilenmelere açıktır. İslam medeniyetten müteşekkil olsa, medeniyet kurma vaadiyle çıksaydı buna Batının katkısı büyük olurdu. Hatta diğer dinlerin de. Oysa İslam hiçbir biçimde başka dinlerin, teolojilerin ya da felsefe ve ideolojilerin kendi öğretilerine karışmasına, etkilemesine ve müdahalesine müsaade etmez. İslam spesifiktir. Yekparedir. Kendisinden başka hakikati kabullenmediği için özgündür. Karşıtları ve kafirleri bu yüzden azımsanmayacak kadar çoktur.
Batının bugün düşmanlığı İslam medeniyetine değil bizatihi İslam’ın kendisinedir.
İslam medeniyeti diye bir medeniyet bugün yok. Bunu üretip üretemeyeceği de belli değil. Potansiyel olarak İslam Batının ürettiği değerleri reddedebilir ama bir medeniyet ortaya koyamayabilir. ıooo’li yıllarda İslam medeniyetinin unsurları Nobel ödüllerinin hepsini toplayabilirdi fakat bugün için değer üretebilme, teknik geliştirebilme yeteneğinin dışında. Medeniyet, tarihin tozlu raflarında kalabilir, donabilir, etkisi yitebilir, geleceğe bir söz söyleyemeden tarihteki yerini alabilir fakat İslam bir din olarak hala dinamik, etkin ve güçlü. İslam medeniyet olarak donmuştu.
Emeviler fethi bırakıp emperyal hedefler gütmeye başladığında, Arapların dışındaki Müslümanları cizye ehli olarak gördüğünde İslam dünyasındaki yerini kaybetmişti. Abbasiler donan medeniyetin son halkasını oluşturdu. Zenginlik, bilim ve “İslam aydınlanması”, İslam medeniyetine de hiçbir etkide bulunmadı, gelişmesine katkı sağlamadı, Grek tercümeleri de ölmesini engelleyemedi.
Moğollar, Cengiz Han maddi zenginliği ve konformizmi bitirirken Müslümanın dünyadaki varoluşunun “artı değer”, sermaye temerküzü olmadığını gösterdi. Cengiz Han’ın şöyle söylediği rivayet edilir: “Ey Buhara şehri! Hangi Tanrıya inanıyorsunuz bilmiyorum ama o tanrı beni sizin başınıza bela olarak gönderdi.” Bağdat yıkımı İslam’ın, İslam düşüncesinin değil, İslam mede niyetinin talan olduğunun göstergesiydi.
Hristiyan Batı destekli Moğollarla Hristiyanlar İslam medeniyetine son verirken, İslam’ın dinamik boyutu bir başka şekilde kendini gösterdi. Türklerin bayrağı devraldığı fetih ve gaza anlayışı iki şeyin üstesinden geldi. Birincisi Hristiyan Batıyı geriletti İkincisi hiçbir hususta, el emeğinden, tarıma; zanaattan eğitime kadar Batıya muhtaç olmadan, ona örneklik edecek şekilde Anadolu’da İslami bir nizam tesis etti: “Açık konuşmak gerekirse, aslında milletimizin, yani Türklerin devleti olmasa, İslâm dünyası askerî ve idari vasıflarını da kaybedecek ve çoktan gerilemeye başlayacaktı. Hıristiyan dünyasının dirildiği, toparlandığı, organize olduğu, teşkilatlandığı, ilerlemeler kaydetmeye başladığı bir devirde bu üstünlüğü onlara kaptırmayan, onları geciktiren, onları bir asır içinde durduran, doğrudan doğruya Türklerin kurduğu Osmanlı İmparatorluğu’dur.” (Ortaylı, 2012, 27)(2)
Batıyı Hıristiyanlık şeklinde değerlendirmek gerek. Türkleri de İslam. Çünkü Roma imparatorluğu Hristiyanlığın güçlü bir şekilde geldiğini gördüğünde onu ilk zamanlar dışlaşa da sonradan “kendinden” kabul etti. Roma sonrası kimlik arayışına giren ve imparatorluktan bağımsızlaşmaya çalışan Avrupa, Hristiyanlık sayesinde kendi mecrasını buldu. 8. yüzyılda bir Avrupa gerçeğinden söz edilmeye başlandı. En son kuzeyin soğuk ve kaba putperestleri de Hristiyanlığı kabul etmiş Kıta Avrupası Hristiyan kimliğini birlikte inşa etmişti. Hristiyanlık bu amacı uğruna onların putperest adetlerini “kurban” hariç kabul edip içselleştirmede beis görmedi. Noel yortuları Avrupa kimliği ile birlikte gelişti.
Hrıstiyanlık, Avrupa / Batı kimliğinin en vazgeçilmez ve varoluşsal değen. Hrıstıyanlık İslam’ın kentli öğetisini ilga etmesinin öcünü bir anlamda Batı medeniyeti ile almaya çalışmaktadır. İlaçlı Seferlerinin sürekliliği aslında Hristiyanlığın sürekliliği ile örtüşmüş vaziyette. İslam Hristiyanlık karşısına temel itirazlarla çıkıp onu ilga etti. Tanrı inancını vahdetle karşılayıp insanoğlu ile Tanrının aynılığını ortadan kaldırdı. İslam’ın Allah’ı yani tevhid akidesi dünyadaki teolojik algıları alt üstü etti. Hz. Muhaınmed’in Peygamberliği de Hristiyanları alt üst etti. Batının İslam’a karşı kininin ilkini bu teolojik mesele oluşturur.
İkinci olarak Batı Medeniyetinin ilk etapta 16. yüzyıla kadar Kıta Avrupasına hapsedilmesi ve Batının atılım yapmasının yani modernite olarak şekillenecek Avrupa çıkışının 12. yüzyılda başlamış olmasına rağmen 16. hatta 17. yüzyıla kadar sarkıtılması. Bizans yerinde durduğu müddetçe Katolik Avrupa için ümid hala devam ediyordu ama İstanbul’un alınmasıyla birlikte Batının maddi tüm kaynaklan kesildi. Doğudan gelen ve Avrupa’da üretilemeyen mallar İstanbul’da toplanıyor buradan Venedik ve Cenevizliler tarafından Avrupa’ya ulaştırılıyordu. Fetih bu imkanı ortadan kaldırdı. (Fülberth, 2011, 102 – 108) Anadolu’da kurulan sistem, hem küfrün merkezi Avrupa’nın iktisadi ve siyasi kaynaklarını kurutup etkisiz hale getirirken İslam-i umdelerle kurduğu nizam sayesinde dünyada cazibe merkezi haline gelmiştir.
Avrupa’nın genişlemesine engel olan, alternatif bir düzen tesis eden İslam medeniyeti değil. İslam medeniyeti olsaydı orada Batı değerlerinin de eklektik unsurları da yerini alacaktı. Ama İslam’ın ilkelerinin her daim alternatif konumu bugün bile potansiyelini korur. Bu yüzden Batı hala tüm tedbirlerini buna göre alır. Zamanın ruhu, İslam’ın kendi değerler sisteminin mutlaklaştırmasına engel olmaya çalışır: “İslam gerçekten de teorik, hukuki ve pratik açılardan Avrupa modeline karşı kendi içinde uyumlu ve yaygın yegâne uluslararası alternatif kurumsal yapı idi.” (Fuller, 2004, 249)
İslam’ın bizatihi kendisi bir siyasallık içerir; dünyaya bir tez sunar, iddiada bulunur. İslam bir medeniyet teklifiyle gelmez, kendisi kurucudur. İslam zaten varlığıyla insanlığa bir tekliftir. Bu teklifin boyutları içinde sadece içsellik bulunmaz, iktisattan gündelik hayata kadar her saha tahkim edilmiştir.
İslam ile Batının mücadelesi simgeler üzerinden yürümez doğrudan siyasal, kültürel ve iktisadi çarpışma ile gerçekleşir. Din olarak İslam kendine özgü bir dünya görüşü ortaya koyar. Buradan İktisadi bir pazar anlayışı, gündelik yaşama, ahlak, siyasal yaklaşımlar geliştirilir. Hristiyanlığın kendi ölçüleri içinde teolojik yoğunluğu haricinde dünya üzerine çok fazla söz söylemediği düşünülürse, İslam Hristiyanlığın yalnızca ilahiyat bakımından rakibi gibi algılanabilir. Hristiyanlığm en güçlü rakibi olarak İslam (Fuller, 2010, 70) kendisine hiçbir din ve ideolojiyi rakip olarak görmez. Dünya, İslam ile İslam olmayan arasındadır. Batı dünyası Hristiyan dini üzerinden kendine yer açma derdinde olduğundan belirli modelleri Hristiyanlığa dayandırmaktan sakınmaz.
Batı Hristiyanlığının en büyük düşmanı İslam’ın ondan daha kadim düşmanı Ortodoks dünyasıdır. Mesele biraz da doğu – batı üzerinden dünyayı denetime alma üzerinden gelişir. Haçlı Seferleri’nin doğu Kilisesi üzerine yapılması, Haçlıların İstanbul’u işgalleri esnasında Patrik koltuğuna bir fahişeyi oturtmaları Hristiyanlığm kendi içinden bir mesele gibi görünse de tüm dünyayı ilgilendirecek denli kapsayıcıdır. Kutsal Ruh’un Konstantinapolis’in iddia ettiği gibi “doğrudan Baba Tanrı’dan mı” yoksa Roma’nın direttiği gibi “Baba ve Oğul’dan birlikte mi” tartışması esaslı bir doğu – batı çatışmasıdır esasında. İslam olsa da olmasa da bu çatışma hep büyük olarak kalacaktır. (Fuller, 2010, 70)
Dipnot:(2)-İlber Ortaylı, bu röportaj – kitapta ve önceki kitaplarında Anadolu’da kurulan düzenin, Osmanlı’nın İslami yapısını, Batı karşısındaki gelişme dinamiklerini çok iyi bildiği, anlattığı halde, bu dinamikleri Türkiye’nin geleceğine yerleştirmekten imtina ediyor. Türkiye’yi İslam dünyasının tek modeli olarak görürken, bu modelin laik milliyetçilik ve modernleşmeden ibaret olacağının altını çiziyor. (Ortaylı, 2012,18) İslam ile şekillenmiş tarih, geriletilmiş Batı karşısında İlber Hoca, İslam’dan bahsetmiyor bile. Oysa tarihin geçmiş kadar gelecekle ilgili olduğunu söyleyen, Türkiye’de ciddi şekilde ele alınmadığından şikayet eden kendisi!
Ercan Yıldırım-Zamanın Ruhuna Karşı,syf;76-80