Batılılaşma -Türkiye-Batı İlişkilerinin Ontolojik Derinliği-

indir-300x148 Batılılaşma -Türkiye-Batı İlişkilerinin Ontolojik Derinliği-

III.

Modern medeniyetin içinde bulunduğu kriz derinleşerek devam ediyor. Bunu ister Badiou’nun veya Habermas’ın ifadesi ile kapitalizmin, isterse dünya sisteminin krizi olarak ifade edelim, fark etmiyor. Bu krizi çok canlı bir şekilde yaşadığımız ve içinde bulunduğumuz bölgeyle irtibatlı olarak hayatımızı doğrudan etkileyen bir sürecin -sömürge yapılarının çözülme sürecinin- farklı bir ifadesi olarak Sykes-Picot Antlaşması’nın işlerliğini yitirmesi olarak da ifade edebiliriz. Bu durum açık bir şekilde, Batı Avrupa’da form ve muhteva kazanarak küreselleşen modern medeniyetin krizini ifşa ediyor; artık hiçbir şey planlandığı ve şimdiye kadar olduğu gibi devam etmiyor. Ne bilimde ne siyasette ne ekonomide ne de toplumsal hayatta alışkanlıklar, alışılagelmiş olan karar ve davranış yollan veya tarzları, geçerliliğini muhafaza edemiyor. David Hume’un, âlemin düzeninin esası olarak kabul ettiği, insanlığa iki yüzyıldır tahakküm eden Batı Avrupa’da yaşayan insanların ve kurumların alışkanlıkları artık kurallaşma özelliğini yitirdi. Kısaca hiçbir şey artık eskisi, mesela 20 yıl öncesi gibi değil. Batı dünyası kendi geleceği hususunda olduğu kadar insanlığın geleceği hususunda da ufkunu ve umudunu yitirmişe benziyor. Bu, aslında dayandığı ilkenin gerisinde duran ve onu anlamlı kılan esas ile irtibatını koparması, onu yok sayarak kendini her yönden “otonom veya başıboş sayması, kendisi dışında başka bir üst otoriteye bağlılık ve hesap vermeye ihtiyacı olmayan, bu manasıyla “otonommuş gibi” davranabileceğini varsaymasıyla alakalı gözükmektedir. “Mış” gibi olmak, gerçek olmamak ve gerçekte olmamak demek olduğu için, bu kriz sadece hakikatin kendisini ifşa etmesinden ibaret gözükmektedir.

Krizi son zamanlarda daha çok Bata dünyasında, özellikle Bata Avrupa ve Amerika’daki ekonomik sorunlarla irtibatlı olarak gördük, duyduk ve yaşadık. Krizin en önemli alameti, bütün hayatın risk yönetimine dönüşmesidir. Ulrich Beck, aslında günümüz toplumunun risk toplumu olduğunu söylerken veya Niklas Luhmann, hayatın çift yönlü bir “kontingenz/imkân” esasında devam ettiğini ifade ederken, kriz hâlindeki bir medeniyeti tasvir ediyorlardı. Günümüz modern toplumunun alameti, risk yönetimi olarak beliriyordu. Bu alamet aynı zamanda krizin sebebi olarak zuhur ediyor. Krizin sebebi ve alameti bir ve aynı şey: risk. Risk yönetimi, kesin ve güvenilir bir zeminin bulunmadığı, her şeyin ihtimaliyet hesaplarına dayalı olarak yürütüldüğü bir kavrayış ve davranış tarzını isimlendiriyor. Dünyanın sadece mümkünlerden oluştuğu, zorunluluğun ve buna dayalı kesinliğin anlamsızlaştı/rıldı/ğı şartlarda, hakikat de anlamsızlaştığı için doğruluk, adalet, iyilik, hayır gibi temeller sadece bir sadakat çerçevesinde anlam kazanıyor ve mutlak ile irtibatını koparmış olan insanlar, itibari olanı mutlaklaştırarak, sadece irtibat hâlinde oldukları çevre ve çerçeveye sadakat çerçevesinde düşünüp karar veriyorlar. Mutlak’ın ve Mutlak ile irtibatın terk edildiği şartlarda insanların artık güvenebilecekleri bir sığmağı, bir limanı yoktur. Daha doğrusu artık insanlar bütün insanların sığınabilecekleri bir sığmak ve bir limanı düşünemedikleri gibi, kendilerini ait hissettikleri sığınağın sadece sınırlı bir insan grubu için söz konusu olabileceğini; onların dışındakiler için burasının bir sığınak teşkil etmeyeceği veya etmemesi gerektiği varsayımı üzerinden hadiselere bakıyorlar. İnsanlar sadece kendi sığınakları içinde bulunanlara -o da yine oldukça sınırlı bir şekilde- sınırlı bir güven duyuyor ki bu, Mutlak ile irtibatını koparmış insanların eman ve imandan mahrumiyetinin de esasını teşkil ediyor.

Batı’nın Ontolojik İlkeleri

Bu, esas itibariyle bir varoluşsal güvensizlik oluşturuyor ki Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinde yaşadığı sorunların esasını teşkil ediyor. Batı dünyasının 17. yüzyıl sonu ve 18. yüzyıl başından itibaren teşekkül ederken, “insan insanın kurdudur” (homo homini lupus) esası üzerinden bir çatışma ilkesine dayandığı ve buna bağlı olarak da hayatta öngördüğü temel ayrımın “ben ve öteki” veya “dost ve düşman” olduğu dikkate alınacak olursa, ulus devletler üzerinden hayatı ve yeryüzünü parselleyen ve buna da antlaşmalarla form ve muhteva kazandırarak, 19. yüzyılda bütün dünyayı istila eden Batı medeniyetinin konumu daha açık bir şekilde ortaya çıkar. Ancak bu istila, güvensizlik esasının etkin olmasının son ucunda insanlık tarihinin bilinen en kanlı ve acımasız hadiseleri olan iki dünya savaşıyla birlikte etkin gücünü kaybetti. Ama aynı zamanda Batı Avrupa’da daha farklı bir antlaşma yoluyla, sağlam bir liman, güvenli bir sığmak olarak Avrupa Birliği projesi devreye girdi. Ancak AB projesi, ekonomi esaslı siyasi ve formel bir yapı olarak insanlara sadece ekonomik anlamda bazı imkânlar sunmakla birlikte, insanlığın geleceğiyle ilgili bir hayat tarzı ve bir dünya görüşü sunamadı. Habermas ve Touraine gibi düşünürler yanında Katolik kilisesinin -bu isimler sadece bazı örnekler vermek içindir- bir hayat tarzı ve bir dünya görüşü sunma gayretlerinin itibari başarısı, -bu başarı yukarıda ifade edilen sınırlı bir insan grubuna sığınak olarak düşünülebilmekte olduğu için-gerekli olan tümellik- ten mahrum kaldı. Benzer bir durum Amerika için de geçerlidir. Huntington ve Rawls’un yazıları bu konuda yeterince fikir verecek durumdadır.

Batı Avrupa’da özellikle Katolikler tarafından şekillendirilen bu tavrın Türkiye’yi ilgilendiren tarafı, Batı Avrupalıların Türkiye’ye bu sığmakta bir yer öngör/e/memeleri sebebiyle Türkiye ile ne yapacaklarına uzun bir süre karar veremeyişleri- dir. Ama son zamanlarda, özellikle Arap Bahan adı verilen sosyal hareketler sonrasında, Türkiye’nin bu hareketlerin bir yapı ve istikrar kazanmasına örnek ve destek olabilecek bir imkânı içinde taşıdığının fark edilmesiyle birlikte, Türkiye hakkındaki kanaatleri farklı bir muhteva kazandı. Perspektif ve tavır, 19. yüzyıl parametrelerine müracaatla, bu “paradigma” içinde düşünme ve davranma şeklinde taayyün etti. Arap Bahan, özünde yani ona iştirak eden insanların büyük çoğunluğunun gözünde Türkiye örneğinde bir demokrasi arayışı idi. Bu arayışın istikrar kazanmasının engellenmesi, aslında İslam dünyasının önemli bir parçası olan Arap dünyasının sahip olduğu imkânları -şimdilik- “güç” hâline dönüştürmesi yerine, kendi kendisini tahrip ederek sahip olunan imkânları bir zaaf hâline getiren bir sürece evrilme- si gibi bir durum arz ediyor. Olup bitenin farkında olan ve bunu engellemeye çalışan Türkiye, işte tam da bu çerçevede, kendi güvenini “başkasının istikrarsızlığına” bağlayan bir perspektif için problem hâline geliverdi. İstikrar içinde ekonomik olarak gelişen Türkiye’nin, siyasi olarak da etkin olması ve bu çerçevede çevresindeki ülkelere de istikrar cihetinden ufuk ve destek oluşturması ihtimali, Türkiye’deki istikran hedef hâline getirdi. Batı Avrupa’nın önce medya üzerinden yürüttüğü siyasetinin aman, Türkiye’de veya İslam dünyasının diğer bölgelerinde insanların daha huzurlu yaşamaları değil, aksine onların huzursuzluğu ve perişanlığı üzerinden itibari güven duygusu kazanmak gibi gözükmektedir. İslam dünyasındaki istikrarsızlık ve perişanlık Batı Avrupalıları ve Amerikalıları kendi limanlarındaki huzur ve istikrar hissine esas olarak kurgulandı ve takdim edildi.

30 Temmuz 2016 tarihli DerSpiegel’in web sayfasındaki bir haberin alt başlığı -yüzlercesinin temsil gücü yüksek bir örneği olarak- epeyce fikir vermektedir: “Almanlar, terör saldırılarına rağmen korkmamakta, İstanbul’da (ise) insanlar, defedilmiş bir darbe teşebbüsü sonrasında korku içinde yaşamaktadırlar”. Yine Der Spiegel’in -Müslüman isimli- yazarlarından birisinin, Türkiye’de farklı düşünen insanların ne kadar zor şartlarda(!) yaşadığım vurgulayan benzer bir ifadesi de ilgi çekicidir: “Şu anda Türkiye’de bulunmadığım için ne kadar memnun olduğumu anlatamam”. Hâlbuki bu söz, son yıllarda sistematik bir şekilde yürütülen İslam düşmanlığının her Müslümanı “olağan şüpheli” hâline getiren söylemlerinin oluşturduğu baskıyla irtibatlı olarak, mesela Almanya’da veya Fransa’da uzun süre kaldıktan sonra Türkiye’ye dönen, özellikle akademik eğitim almış ve Batı medyasını takip edebilen, hemen herkesin söylediği bir sözdür: “İyi ki Almanya’da, Fransa’da, İngiltere’de yaşamıyoruz.” Bu durum Batı Avrupa’da havanın Müslümanlar için ne kadar “zehirli” bir hâle geldiğinin açık bir alameti olmakla birlikte, Batı Avrupa’da yaşayan Müslümanların hissiyatının, İstanbul ve Türkiye ile alakalı olarak söylenmesi, modern dönemdeki söylemin ironikliğinin sadece bir numunesi olarak önem arz etmektedir. Batı’nın engizisyon özlü “muhteşem” “hümanist” tarihini dikkate aldığımızda bir adım sonrasını düşünmek bile tüylerimizi ürpertiyor. Mesela farklılıklara saygı anlamına gelen “çok kültürlülük” fikrinin ve bu tezi savunanların “düşman” kate- gorisine itilerek, bunu savunanların nasıl susturulduğu dikkate alındığında, meselenin mahiyeti konusunda en azından cevap- tartması gereken bazı sorular ve müzakere edilmesi gereken birtakım sorunlar olduğu görülebilir. Sorun kısaca Türkiye’de veya başka bir Müslüman ülkede, istikran bozmak için her türlü yalan ve yapmacık faaliyeti yürütmenin bir hak, hatta vazife; Fransa, Ingiltere veya Almanya’da farklı kültürlerin barış içerisinde birlikte yaşamasını savunmanın nasıl bir suç hâline getirildiğiyle alakalıdır. Bu durum zâten krizin kendisi değil, neticelerinden biri olarak ciddiyetle üzerinde durulmayı hak etmektedir.

Batı’daki krizin, artık alameti değil, neticelerinden biri finans alanında yaşanan sıkıntılar olarak zuhur etti. Ancak mesele esasında psikolojik veya sosyal olmadığı gibi ekonomik de değil; bilakis insanların Mutlak ile olan irtibatını koparması neticesinde, bu irtibatsızlığı bir tür “özgürlük” olarak kavrayarak, kendi kendine yeterli olduğu varsayımı ile kendi nefsine zulmetmesi çerçevesinde kavranabilir. İnsana, üstesinden gelemeyeceği bir yükü, mutlak tayin ve tahakküm tevehhümünü yüklediğiniz zaman, ilk bakışta her şeyin mümkün olduğu ve insanın önündeki bütün engellerin kalktığını vehmedebilirsiniz. Bu vehim, insana boşluktaki bir nesnenin özgürlüğü kadar özgürlük hissini vermekle birlikte, insanın özündeki bağımlılık ve bağlılık yok olmadığı için, sadece Mutlak ile olan irtibatın üzerini örterek sahte bir özgürlük veya serbestiyet zarını ortaya çıkarmaktadır. İşte bu zan, insanın felaketinin de başlangıcını teşkil eder.

Batı dünyasında, en azından 18. yüzyıl deizminin bile inkar edilerek, Batılıların yeryüzünün “mutlak hakimleri” olarak zuhur ettiği dönemle birlikte, “mutlak hakimler” sadece kendi sınırlı sığmaklarının sınırlı çıkarlarını esas alarak etkin bir varoluş sergilediler. Son iki yüzyılın esas ideolojisi, Batı merkezci faydacılık olarak taayyün etmiş ve Batılılar bunun artık tarihin sonu” olduğunu, bundan sonra insanlığın artık hep ve her zaman Batılılar tarafından, liberal bir şekilde (Batı merkezci Türkiye-Batı İlişkilerinin Ontolojik Derinliği faydacılığa bağlı olarak) yönetileceğine inanmışlardır. Esas kriz tam da bu noktada ortaya çıkmaktadır: Kendinde siyasi olmayan bir hayatı, Batı çıkarları çerçevesinde tanzim etmek, hayatı siyasallaştırdı. Hayatın siyasallaşması mutlak değeri yok sayarak her şeyi Batı’nın muhtevası değişen çıkarlarına bağladı. Bu çıkarlar da zaman içerisinde değişerek farklılaştığı için tam da Nietzsche’nin zamanında söylediği gibi, değerlerin sürekli değer değişimine maruz kaldığı ve külli ahlakın anlamsızlaştığı, yani nihilizmin her şeye hâkim olduğu bir dönem yaşanmaya başladı. Türkiye’den bakıldığında Batılıların ahlaki ilkesi olmayan, ikiyüzlü siyasetin arka planını kısaca bu şekilde tespit edebiliriz.

Artık ahlaki iyi ve kötünün ne olduğu, kimin çıkarlarına hizmet ettiğine bağlı olarak kavrandığı ve bunun zemini de söylem olarak görüldüğü için, müşahhas çıkartan mücerred söylemle dile getirmek hem düşüncenin hem de haberciliğin asli işi hâline geldi. Haber vermek, bir eylem olduğu için, sadece pasif bir tasvir olmanın ötesinde, tasvir üzerinden tayini ihtiva etmekte; bu da habercileri muhbir ve muhrif konumuna getirmektedir. Artık haber, siyasetin bir aracı ve yolu olarak sadece olanı dile getirmek ve insanlara haber vermek olmuyor; bunun ötesinde olmamışı olmuş, olmuşu da üzerim örterek olmamış gibi göstermeyi kendisine vazife edinmiş olmaktadır. Halbuki İsmet Özel’in dediği gibi, “olmuş olmamış olmaz; olmamış olmuş olmaz.” Batı’daki krizin esası tam da bu noktada, Mutlak ile olan irtibatı kopardıktan sonra, itibari gerçeklik ile olan irtibatın da koparılması; gerçekliği tek boyutlu olarak, yani kademeli ve Batı merkezci bir şekilde algılamak olarak taayyün etmektedir. Hakikat ile irtibatı kopararak, hakikatin sabit olmayıp değiştiğini varsayarak, hakikati insanın icat ettiğini, dolayısıyla hakikatin gücün veya iktidarın bir fonksiyonu olduğunu düşünmek varlık ile irtibatı da esasından tahrip etmektedir. Bu, bir adım sonrasında en kaba hâliyle gerçeklik karşısında da bir körlük ve sağırlık ortaya çıkarmaktadır. Batı medyasının nasıl olup da çok açık hadiseleri algılamakta zorluk çektiği, hatta algılayamadığı, ancak bu cihet dikkate alındığında anlaşılabilir. Ahlaki kıstaslarını yitirmiş Batı’nın gerçeklik hakkındaki körlüğü de buna eklenince, bu irtibatsızlık zemininde zuhur eden riskleri ve bu riskleri koordine etmekten ibaret hâle gelen bilim ve siyasetin kendine olan güvensizliği, önemli bir huzursuzluğa sebep olmaktadır.

Batı, risk yönetiminin ortaya çıkardığı varoluşsal huzursuzluğun üstesinden gelmenin bir yolunu bulamamaktadır. Alternatif, Batı’da kalan yegâne değer gibi gözüken tüketim imkânlarının muhafazası olarak karşımıza çıkmakta ve buna ilginç bir şekilde “özgürlük” adı verilmekte, daha doğrusu özgürlük bu cihetten suistimal edilmektedir. Hakiki veya mizansen bütün tehditler, “özgürlüklere” yönelik olarak takdim edilmekte, alternatif olarak da “güvenlik” ve “güvenli şartların sağlanması” için “özgürlüklerin sınırlanması” ön plana çıkarılmaktadır. Varoluşsal güvensizlik, siyasi ve polisiye tedbirlerle hayatı daha fazla kontrol yoluyla ikame edilmeye çalışılmaktadır ki bunun diğer adı, özgürce yaşamanın ön şartı olarak ifade edilen güvenliğin sağlanması için özgürlüklerden vazgeçmek gibi bir paradokstur.

Batı dışındaki istikrarın, Batılılar tarafindan kaygı verici bulunmasının, oldukça ilginç ve anlaşılması gereken bir hâl olduğunu fark edebilirsek, hadiseleri anlamakta ve onları doğru teşhis etmekte de fazla zorluk çekmeyiz. Dikkat edilecek olursa Batılıların etkin olduğu bütün Batı dışı bölgelerde istikrarsızlık esastır. Batılılar istikrarın olduğu her yeri istikrarsızlaştırmak için ne gerekiyorsa yapıyorlar. En basit hadise, Bata dışı toplumlarda- ki muhalif unsurlar, ne olurlarsa olsunlar fark etmez, Batılılar tarafından himaye ediliyor. Bunun en meşhur örneği, 1970li yıllarda İran’ı istikrarsızlaştıracağı umuduyla Humeyni’nin himaye edilmesiydi. Buradaki özellik, herhangi bir ideolojiye mensup olmak değil, sadece mevcut ve itibari bir şekilde istikrarın söz konusu olduğu bir devlete ve yönetime muhalif olmak, desteklenmek için yeter sebep olarak kabul görmektedir. Bu husus özellikle İslam dünyası için geçerlidir. İslam dünyasında, ideolojisi ne olursa olsun, istikrarlı yönetimlerin olması, Batı dünyası için kaygı sebebidir. Bunu biz kabaca modernitenin içine düştüğü kriz ve bu çerçevede zuhur eden varoluşsal güvensizliğin üzerini örtmek için, insanların dikkatini uzaklarda bir yerlerde oluşturulan istikrarsızlığa yöneltmek ve bunun üzerinden Batı dünyasında yaşayan insanların, içinde bulundukları hâlde yaşadıkları varoluşsal güvensizliğin üzerini örterek kendi hâllerine razı olmasını sağlamak olarak ifade edebiliriz. Bu, insanlara uygulanan bir tür görüntü ve söz üzerinden zorbalık olarak gerçekleşmektedir.

İslam dünyasının herhangi bir yerinde olan herhangi bir olumsuz olayın görüntüsü, bir kanalda çok defa veya birçok kanalda tekrar tekrar gösterildiğinde, ortaya arzulara uygun bir İslam dünyası görüntüsü çıkmaktadır. Buna karşılık Batı, kendisini istikrarlı ve huzurlu, hatta “özgür ve mutlu” insanların yaşadığı bölge olarak takdim edebilmektedir. Batı dünyası için ideal Mısır, demokratik bir düzen içerisinde, seçim yoluyla iktidara gelmiş olanların yönettiği bir Mısır değil, insanların kamplara bölündüğü ve birbirine düştüğü, darbecilerin insanları katlettiği ve silah zoruyla zabt u rabt altında tuttuğu; buna karşılık zulme uğrayan insanların zulmedenlerle çatıştığı, herkesin birbirine düşman olduğu ve düşmanca davrandığı; insanların yaşadıkları ekonomik ve siyasi zorluklar sebebiyle Batı’ya imrenerek baktıkları bir Mısır’dır. Böylece Batılılar darbe yoluyla iktidarı gasb etmiş olanlara, muhalifler konusunda uyanlarda bulunarak, kendilerine onların hukukunu koruyormuş gibi bir görüntü ve “konum” da sağlayabilmektedir. Bu durumda bu rejimle istedikleri antlaşmaları istedikleri şartlarda yapabilecekleri gibi, insanların kendi imanlarıyla eman içinde yaşamalarının da engellenmiş olması tahakkuk etmiş olmaktadır. Bu durum, kendi iyilikleri üzerinde duramayan, başkalarının kötülüklerini işaret ederek bunun üzerinden kendi varoluş düzenine meşruiyet sağlayan patolojik bir yapıyı işaret etmektedir. Bu yapı ise kısaca ifade edecek olursak, artık sorunları keşfetme ve halletme konusunda umudunu yitirmiş, kendisine güveni sarsılmış, insanlık adına iddiasını yitirmiş olan bir medeniyetin çöküş aşamasını izhar eder.

Batılıların Türkiye’ye yönelik tavrı, bu hususta açık olduğu kadar açıklayıcıdır da. Türkiye çok çeşitli yönlerden özel bir konuma sahip olduğu için, Batı dünyasının tavrı, takip ve tespit edilebilirliği kolay olduğu kadar, anlaşılması ve kabul edilebilirliği de o oranda zordur. Türkiye her şeyden önce modernleşmeyi Batılılaşma olarak algılamış ve bunu kemal-i ciddiyetle en azından bir asırdan beri sürdürmüştür. Bu durum sadece toplumsal bir program olarak kalmamış, siyasi olarak da Türkiye, Batı dünyasının bir parçası olmuştur. Türkiye’de üniversite Batı üniversitelerinin programlarını üstlenmiş, hukuk Batı hukuku ile eşitlenmiş, edebiyat ve sanat Batı edebiyatı ve sanatı ile esaslı bir şekilde irtibatlanmıştır. Hatta Türkiye Avrupa Birliği’ne, İstiklal Harbi yaparak sağladığı istiklalinden vazgeçmeyi göze alarak üye olmayı ciddiyetle talep etmiş ve bu çerçevede kendisinden beklenen her şeyi yapmıştır. Türkiye’nin bütün bunları yaparken beklediği bir şey vardır, o da diğer “Batılı” ülkeler gibi tanınmak ve bu ülkelerle eşit ortaklar olarak birlikte etkin olabilmek. Bunun diğer şekilde ifadesi, Türkiye’nin Batılı “dostlarından” beklentisi, istikran cihetinden Batı’dan bir tehdit gelmemesidir.

İnceleyin:  İslam ve Batı - Kelimelerin Büyüsü

Ancak durum zaman içerisinde hiç de böyle gelişmedi. Mesela Alman istihbarat örgütü BND, Türkiye’yi, Alman hükümetinin kararıyla, düşman ülke kategorisinde değerlendiğini açıkladı. Türkiye’nin istikrarsızlaştırılması hususu, son zamanlarda Batı dünyasının öncelikleri arasına girmişe benzemektedir. Bunun nasıl cereyan ettiğinin belgeleri her yerde mevcut olduğu için, bunu tespit etmek kolay, ancak Türkiye’nin Batı dünyasıyla girdiği bu derin ve yaygın ilişki cihetinden bakıldığında, anlaşılması ve kabul edilmesi zor bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır.
Batı dünyası Türkiye’yi niçin hâlâ “düşman” kategorisinde görebiliyor? Meselenin sadece dar anlamıyla “siyasi” veya “ekonomik” olduğunu düşünmek, yukarıda kısaca işaret ettiğimiz gibi, çok sathi olacaktır. Varoluşsal boyutunu dikkate almadan meseleyi anlamak, daha doğrusu varoluşsal boyuttaki huzursuzluğun adım adım nasıl Batı dışı dünyayı ve bu arada da Türkiye’yi ilgilendirdiğini fark etmek mümkün olmayacak gibi gözükmektedir.

Bu çerçevede istikrarı bozmak için gayret sarfetmek özgürlük, istikran muhafaza etmek için tedbir almaya gayret etmek zorbalık ve baskıcı olmak olarak tanımlanıverir. En azından Sultan İkinci Abdulhamid’den bu yana aynı şablon tatbik edilmektedir: Zarar vermek istediğiniz memleketin başında bulunanı despot, otokrat veya diktatör ilan ederek o ülkeyi işgal etmeyi, en azından istikrarsızlaştırmayı, sokaktaki insanın gözünde meşru hâle getirmek. Türkiye’de yaşayan hemen herkes şunu fark etti: Batı medyası ve siyasetinin hedefinde Türkiye’nin birliği ve
istikran vardır. Bu istikran ve birliği kim sağlama konumunda olursa, o aynı düşmanlığın muhatabı olacaktır. Yönetimde bulunanın ideolojisinin belirleyici bir konumu yoktur. Bu durum meselenin basit sayılabilecek siyasi ve ekonomik mülahazalarla da alakalı olmadığını göstermektedir, çünkü mesele, Batı dünyasındaki varoluşsal güvensizlikle doğrudan alakalıdır.
Batı dünyasının güvenliğinin genel olarak İslam dünyasında, özel olarak da özellikle son yıllarda Türkiye’de istikrarın bozulmasında olduğu bir inanç değil, inançları ve bütün gözlemleri kavrarken kullanılan bir esas hâline gelmiştir. Bu esas, dünyayı güç sahibinin irade ve tasavvuru olarak kabul eden modern tavra denk düşmektedir. Buradaki “güç sahibi”nin, kendisini her şeyin ölçüsü ve sahibi olarak gören ve Batı’da yaşayanlar da dâhil olmak üzere, bütün insanlara tahakküm etme konumunu kendisine layık gören Batılı küçük bir insan grubu olarak taayyün etmektedir.

Bu yöneliş tam da 19. yüzyıl yönelişidir. Daha doğrusu günümüzde Batı dünyası, büyük felaketlerle dolmuş olan bir 20. yüzyıl yaşandığını, daha farklı ve doğru ifadeyle, insanlığa büyük felaketler yaşattığını unutmuş olarak, yeniden 19. yüzyıl düşünce şablonları ve parametreleri içinde düşünmeye çalışmaktadır. Ellerinde bulunan medya ve propaganda gücünü kullanarak, siyahı beyaz olarak gösterebileceklerine, açık seçik belli olan alanları karmaşık göstererek bunun üzerinden insanların hayatlarına müdahale edebileceklerine inanmaktadırlar. Burada söz konusu olan, gerçek karşısında söylem, hakikat karşısında görüntü, hayat karşısında imajın konumu olarak durmaktadır. Günümüzdeki sorun, tam da söylemin gerçeği tahrif edip edemeyeceği, görüntünün hakikate üstün gelip gelemeyeceği, imajın hayata baskın çıkıp çıkamayacağı ile alakalıdır ve 21. yüzyılda esas tartışma ve mücadele tam da bu noktada cereyan etmektedir. Acaba insanlar 19. yüzyılda olduğu gibi söylemleri tercih ederek gerçeği ihmal mi edecektir? Acaba insanlar görüntüye inanarak hakikat ile irtibat kurma arayışını anlamsız bir gayret olarak mı kabul edecektir? Yine aynı şekilde insanlar üretilerek yayılan görüntülere (imajlara) inanarak hayatı, kendi yaşadıklarını dikkatleri dışında mı tutacaktır? Yoksa söylemin, görüntünün ve imajın mahiyeti üzerinden hakikatini sorgulama yolunu mu tercih edecekler? Türkiye’de yaşayan herkes, imaj yerine hayatı, söylem yerine gerçeği, görüntü yerine hakikati fark ediverdi. Bu aynı zamanda imajın, söylemin ve görüntünün mahiyeti üzerinden hakikatini sorgulamaya bir yol oluşturursa, esas dönüşüm gerçekleşmiş olacaktır.

21. yüzyılda öyle gözüküyor ki, Batı Avrupa ve Amerika’da yeniden, aklın terk edilerek, Hume’un işaret ettiği ve Max Weber’in modern putperestlik olarak niteleyerek başta Birinci Dünya Savaşı olmak üzere, bütün sorunların esası olduğunu teşhis ettiği iradenin ve tutkuların aklı kendisine köle hâline getirmesine ve bunun etkin olduğu 19. yüzyıla geri dönme, bir yol olarak yeniden denenmeye çalışılıyor. Aslında takip edilen haber siyasetinde, olanın olduğu şekliyle değil de olması arzu edilenin olmuş gibi anlatılması, iradenin akla tahakküm ettiğinin açık bir örneğini teşkil ediyor. İnsanlar olup biten hakkında bilgilendirilmeye değil de olmasını arzu ettikleri şeylere inandırılmaya çalışılıyor. Türkiye’deki hadiselerin Batı medyasındaki takdimi, bu yönden paradigmatik bir konuma ve özelliklere sahiptir. Türkiye hakkında yapılan hemen her haberde, inanılması arzu edilen şeyler tekrar edilerek, sanki sürekli olarak orada bulunan bir vakıadan haber verilmekte; olup biten şeyler arasında, ya özellikle oluşturulması arzu edilen imaja uygun yoruma elverişli olanlar tercih edilmekte veya tercih edilen konular, arzu edilen imaja uygun eklemelerle ve yorumlarla verilmektedir. Mesela Türkiye’de ekonomik bir kriz olması arzusu, ekonomik krizin olmadığı gerçeğine rağmen, şartlı ifadelerle eğer şunlar şunlar gerçekleşirse ekonomik kriz olabilir veya olacak veya olması beklenebilir gibi ifadelerle verilmektedir. Yazıyı, haberi okuyan birisi -Türkiye’de bir ekonomik kriz olmadığı hâlde- Türkiye’yi ekonomik kriz tasavvuru çerçevesinde düşünmektedir.

Bu durum aslında Batı dünyasındaki siyaset ve istihbaratın gerçeklik ve gerçeklerle ne kadar irtibatsız olduğunu göstermektedir. Arzu ettikleri haberleri, bu haberleri vermeye müheyya haberciler üzerinden alarak, bunu ihbar eden muhbir ve muhabirlerin bu kadar etkin olabilmesi, aslında iradenin inancı belirlediği düşüncesiyle, olup bitende olmasını arzu ettiğini görerek hadiselere bakan bir tavrın olduğu kadar, iradenin aklı ve duyulan yönettiği yönelişin bir neticesi gibi gözükmektedir. Batı’nın muhbirleri ve muhabirlerinin müşterek tavrı, siyaset ve medyanın müşterek açıklamalarıyla açığa çıktığı için, oldukça zahir bir durumdur. Bu durum, daha farklı bir ifadeyle, bir şizofreniyi de izhar etmektedir.

Bu şizofren durum yeni ortaya çıkmış, belli bir süre sonra geçecek bir hadise olarak görülebilir mi? Bu tavır, uzun bir geçmişi olan yerleşik bir âdet olduğu için, terk edilmesi de kolay değildir. Batı’nın böylesi bir şizofreniye düşmesi, geçici bir hâl olarak gözükmemektedir. Bu hâl, daha esaslı bir yönelişin zuhurunun içinde gerçekleştiği temel bir varoluş kategorisi olarak durmaktadır. Gerçek artık olan değil, elde edilmesi arzu edilen siyasi ve ekonomik çıkar olarak, şu anda mevcut olan değil, gelecekte sağlanacak olan olarak öngörülmektedir. Kısaca hakikat, olan değil, icad edilecek olan olarak kavranınca, böylesi bir şizofreni mümkün olabilmektedir. Bu durumu Batılıların fark ederek üstesinden gelmeye yönelmesini beklemek ne kadar gerçekçidir?
İnsanların umutlarını sermaye hâline getiren bir yönelişin bundan vazgeçmesi mümkün müdür? Bunu söylemek oldukça zor gözükmektedir.

Gerçeklikten kopuk ve gerçeklere dayanmayan bir siyaset, ilk bakışta hem Batı’nın hem de Türkiye’nin aleyhine bir durum sergilemektedir. Batı’nın dost-düşman ayrımına Türkiye’yi düşman kategorisine yerleştiren tavrı açısından bakılacak olursa, gerçeklikle irtibatsız ve gerçeklere dayanmayan bir düşmanlığın amacına ulaşması mümkün olmayacaktır. Bu durum, ilk bakışta Türkiye açısından sevinilmesi gereken bir durum olarak kabul edilebilir. Çünkü olduğu varsayılarak kullanılan şeylerin ve olduğu varsayılarak saldırılan hedeflerin mevcut olmayışı, bütün bu saldırılan başından boşa çıkaracaktır. Saldırılar boşuna ve “boş yere” yapılacaktır veya yapılmaktadır. Ancak bu saldırıların hiç de zararsız olmadığını, hiçbir etkisinin bulunmadığını söylemek de doğru değildir. Bu saldırılar tabii ki ciddi tahribatlar ve sorunlar üretecektir. Ancak bunların tayin edici olabileceğini düşünmek de doğru değildir. Bir taraftan bu saldırıların, Türkiye’de yaşayan insanlar tarafından, mahiyetlerine uygun bir şekilde keşfedilmesi hem kısa hem de uzun vadede ilişkilere, belki ilişkilerin hakiki mahiyetini dikkate alan bir güvensizlik boyutu katacaktır. Bu durum, aslında Batı Avrupa açısından yeni bir şey değildir. Zaten onlar varoluşsal bir güvensizlik konumunda veya modunda yaşıyorlar. Bu durum Türkiye açısından, siyasi anlamda bir güvensizlik ile yüzleşmek anlamına gelirken, başka bir taraftan da kendi hâli ve konumunu düşüncenin konusu hâline getirerek, bunun üzerinden her şeyi yeni baştan kavramaya yöneltecektir ve yöneltiyor da. Bu durum aynı zamanda Türkiye’ye kendi kendisini, imkân ve zaaflarıyla birlikte yeniden keşfetmek için bir fırsat da sunabilecektir. Türkiye bu imkânı ne kadar ve nereye kadar kullanacaktır? Bu sorunun cevabını zamanla öğreneceğiz.Burada tartışmasız olarak duran şey, sorgulama ve araştırmanın, Türkiye’nin önündeki zorunlu yol, alternatifsiz bir konum olmasıdır.

Bugün Türkiye’deki neredeyse herkes bunu anlamış durumdadır. Herkes şunu gayet iyi gördü ki Batı medyasında konu edilen ve Batı siyasetinin eleştirdiği Türkiye mevcut değil. Batı medyası ve siyaseti, kendi arzuladıkları, olmasını umdukları, varmış gibi inanmayı tercih ettikleri bir yerden bahsediyorlar ve burayı eleştiriyorlar. Hâlbuki böyle bir yer mevcut değil. En azından Türkiye burası değil. Herkesin kafasındaki temel soru şu: Peki Batılılar bunu niçin böyle yapıyor? Bu soruya herkes kendi imkânlarıyla cevap arayacak ve herkes kendi cevabını bulmakta gecikmeyecektir. Bu cevapların hemen hepsinde müşterek olan taraf, Batı’nın Türkiye’yi bayağı bir süreden beri düşman kategorisinde görmeye başladığı ve bunun giderek artan bir yoğunlukta devam ettiğinin tespiti olacaktır.

Batı dünyasının yeniden 19. yüzyıl kategorileri içinde düşünmeye yönelmesi, bir taraftan bakıldığında, 20. yüzyılın felaketlerle dolu bir yüzyıl olması ve Batı Avrupa’nın bu yüzyılın esas kaybedeni olmasıyla alakalı gözükmektedir. Bir Türk atasözü, müflis tüccarın eski defterleri karıştırmaya yöneldiğini söyler. Hakikati bir insan kurgusu olarak kabul ederek inkâr eden ve her şeyi araçsal akim bir fonksiyonu hâline getiren mo- dernitenin son ucunun zorunlu olarak nihilizm olması hasebiyle, artık insanlığın geleceğiyle ilgili bir proje olamayacağının ortaya çıkmasına ve bu yaklaşımın dayandığı esasın bir varlık ilkesi olamayacağının farkına varılmasına rağmen, bunun çökmesini kabullenmek, zannedildiği kadar kolay gözükmemektedir. Batılıların bunu kabullenmek ve buna göre ortaya çıkan yeni sorunlara uygun çözüm yolları bulmak yerine, eski yöntemleri ihya üzerinden yeni sorunları çözmeye çalışmaları çok da garip karşılanmamalıdır.

Bir dönemde Osmanlı Devleti içinde de benzer bir şekilde, ortaya çıkan sorunları çözmek için “nizam-ı kadim”i ihya etmeyi veya nizam-ı kadime dönmeyi teklif eden yeterince müellif mevcuttu. Ancak yöntemler geçerliliklerini ortaya çıkış şartlarına medyundur. Sınırlı şartlara bağlı olarak ortaya çıkmış olan yöntemler, şartlar değişince, geçerliliklerinin de sınırlarına ulaşmış veya sınırlarını görmüş olurlar. Hem kendilerine hem de dünyaya büyük felaketler yaşatmış olsalar da Batılıların bu felaketleri yaşatabilmiş olmalarını da bir başarı olarak kabul ederek, bunu “başarma” yollarını yeniden etkin kılmaya çalışmalarını anlamak gerekir. 19. yüzyıl yöntemleri, varmış gibi kabul edilen “uluslar” m nihai hakikat olduğu varsayımına dayanıyordu. Bu “mış gibi” yaklaşım, sınırlarını ve temsil gücü en yüksek “başarı” örneklerini Birinci ve İkinci Dünya Harbi’nde gördü. Bu, insanların asırlar süren gayretleriyle oluşturdukları veya imar ettikleri yerkürenin bir kısmının tahrip edilmesiydi.

Bu tahribin farklı bir neticesi daha oldu: Batı Avrupa anlamında “ulus/nation” olmayan toplumlar, kendilerini ulus olarak kabul edenlerin birbirlerini tahrip etmeleriyle de irtibatlı olarak, daha etkin ve kalıcı bir görüntü ortaya koydular. Bugün Almanya veya Fransa cihetinden bakıldığında “ulus”tan başka her şeye benzeyen Amerika veya 1990lara kadar Sovyetler Birliği; Almanya ve Fransa yanında daha birçok Batı Avrupa ulusunun kaderine hükmetmekteydi veya hâlâ hükmetmektedir. Benzer bir durum Çin ve Hindistan için de geçerlidir. Ancak her şeye rağmen Batı Avrupa, yükselişini, varmış gibi kabul ettikleri “ulus”luklarına ve onların çıkarlarını en yüksek amaç olarak görmelerine bağlamaktadır. Bu, aynı zamanda Batı Avrupa’nın çöküşünün de sebebidir. Alman ve İtalyan ulusları kendi çıkarlarını gözetmek için İngiliz ve Fransız emperyalist güçlerine veya uluslarına meydan okuduklarında, sadece Alman ve İtalyanlar değil İngiliz, Fransız, Hollanda gibi emperyalist ulus”lar da en iddialı oldukları “askerî ve ekonomik güç” alanında, neredeyse sıfırlandı. Bu aynı zamanda Bata Avrupa’nın entellektüel olarak da gücünü kaybetmesi anlamına geliyordu. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batı Avrupa’da fenomenoloji bir ufuk oluşturmaya çalışırken, entellektüel manada ciddi bir derinlikten ve bütünlükten mahrum olan ve hatta bununla övünen pozitivizmin muhtelif türleri etkin oldu, ikinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise Bata dünyası, entellektüel manada en fakir olduğu dönemi yaşadı.

Buradaki tavır, “yapan ve tahrip eden biz olduğumuza göre, tekrar imar da edebiliriz” şeklinde ifade edilebilir. İkinci Dünya Savaşı sonunda bütün sorun, en iyi ihtimalle zevahiri kurtarmak, insanlara işlerin yolunda gittiği hususunda bir “intiba” oluşturmak üzerine kuruldu. Bunu yaparken de bütün bir hayata mümkünlerin mümkünlerle muhtemel irtibat şekilleri üzerinden irtibatlandırılması ve bunun üzerinden insanların hayatlarına yön verilmesi, yani sabit ve değişmez bir hakikatin varlığının inkârı üzerinden hem ahlak hem hukuk hem siyaset hem ekonomi hem eğitim, kısacası bütün alanların “idare edilmesi” olarak kurgulandı. İmajlardan oluşan şeylerin, tiyatro ve sinema, ama aynı zamanda televizyon yanında, son zamanlarda daha da yaygınlaşan internet ve diğer a/sosyal medyanın mahiyeti üzerinden hakikatini konuşmak yerine, onları hakikat olarak kabul etmek, benzer bir şekilde sanat ve edebiyat eserlerini de hakikatin ifadesi olarak değil de hakikat olarak kabul etmek, hakikatle irtibata koparmanın sıradan neticeleri arasındaydı. Artık sanal dünya, kendi başına bir hakikat olarak kabul edildiği, hakikat dilin ve söylemin bir fonksiyonu olarak kabul edildiği için, bir gazetecinin verdiği haber -vakıaya mutabık olsun veya olmasın- kendi başına hakikat olarak kabul edildi. Eğer bir konuda çok sayıda haber benzer bir içeriğe sahipse, sözün performatif veya inşai gücüyle hakikati kurabileceği veya kurduğu varsayıldı. Aslında hemen bütün Batı medyasının fütursuzca Türkiye hakkında, vakıaya mutabık olup olmadığına bakmaksızın, düşmanca haber yapması, böyle bir arka planda anlamlı gözükmektedir.

Burada şu kadarı söylenebilir: Bu yöntem 19. yüzyılda oryantalizm olarak geliştirilirken ve uygulanırken, bu hususta bunları tekzip edecek bir merci maalesef yoktu. Batı medyası ne diyorsa, hele hele ittifakla ne diyorsa, (hakikat teorilerinden birinin üst başlığı “tutarlılık teorisi” dir), birbiriyle tutarlı oldukları için, hakikati ifade ediyor olarak kabul ediliyordu. İnsanların sadece yaşadıkları fiziki mekânların petrol gibi yeraltı zenginlikleri istismar edilmedi, aynı zamanda insanların hayalleri ve umutlan da sömürüldü. Daha doğrusu, insanların gözünde onların söyledikleri üzerinden bir imaj inşa edilerek hakikat bununla ikame edildi. Bu faaliyetin en önemli özelliği, üst ilke olarak Batı çıkarlarını gözetmesi ve buna uygun bir “Doğu” tasavvuru inşa etmesiydi. Burada doğruluğun bir tane kriteri vardı, o da söylenenlerin birbiriyle tutarlı olmasıydı. Tutarlılığın test edilerek tahkim edildiği önemli araçlardan biri, “şarkiyatçılar kongreleri” olarak meşhur olan toplantılardı. Mahiyeti üzerinden oryantalizmin hakikatini Edward Said Oryantalizmce ortaya koyduğu için burada üzerinde daha fazla durmaya gerek görmüyorum. Ziya Paşa’nın ifadesiyle yapılan sadece “elfaz ile tağyir-i hakikat’ idi. Söylem ilk defa Birinci Dünya Savaşı’nda ve daha ileri seviyelerde İkinci Dünya Savaşı’nda, Batılı “ulus”lar arasında birbirlerine karşı radikal bir şekilde kullanıldı. Bu dönemde nasıl bir söylem kullanıldığının bir örneğini Toynbee’nin Amerikan Kongresi için hazırladığı 1917 yılında neşredilen, “The Murderous Tyranny ofTurks’başhkh “memorandum” teşkil eder ki bu metin ile son üç-dört yıldır Türkiye hakkında Batı medyasında çıkan haberlerin mukayesesi, bize nelerin olup bittiği ve nelerin ne kadar değiştiği veya değişmediği hususunda açık seçik fikir verebilir.

Ama Batılıların unuttuğu önemli bir husus var: Artık dünya 19. yüzyılın dünyası değil. Ne bütün dünyayı istila etmiş, her yeri askerleriyle doğrudan kontrol eden bir Batı Avrupa söz konusu, ne de onların insanlığın hayrına bir şeyler yapabileceklerine inanan sömürgeleştirilmiş bölgelerin kandırılan, hayal ve umutlan istismar edilen insanları mevcut. Emperyalizm olarak en üst formunu kazanan modernite artık yapabileceğinin hepsini yaptı. Dünyanın hiçbir yerinde insanlar artık moderniteden, hele hele Batı Avrupa’dan, şimdiye kadar gördüklerini değiştirebilecek herhangi bir anlamda bir “iyi’lik beklemiyor. Olsa olsa bazı insanlar oralarda İkinci Dünya Savaşı sonunda oluşan refaha imreniyorlar, hepsi o kadar. 19. yüzyılın meşhur ideolojisi, evrim ve ilerleme, bizzat kendileri tarafından terk edilmek zorunda kaldı. Şu anda yaşayan Batılıların kendilerini, daha sonra gelecek bir “üstinsan/übermensch” tarafından ikame edilebileceğini kabullenmeleri oldukça zor olduğu için -bu konuda bir taraftan genetik, diğer taraftan yapay zekâ çalışmaları olsa da- evrimin zorunlu ve ilerlemenin sınırsız olmadığı açıktır. Nitekim tarihin sonunun liberalizm olduğuna dair söylemlerle mevcudu muhafaza etme yönünde bir söylemi tercih ettiler. Hatta insanları mevcut şartların zorunluluğuna ikna etmek için nöroloji alanında çalışmalar yaptırarak, bunun üzerinden insanın özgürlüğü ve ihtiyarının anlamsız laflar olduğu noktasında daha farklı bir söylem geliştirme yoluna gidiliyor. Her şeye rağmen, artık insanlar Batı’da herhangi bir ideal görmedikleri gibi, bunun aksine onların hayatlarını muhtelif cihetlerden ibretlik olarak kavramaya yöneliyorlar.

İnceleyin:  Edeb yâ Hû !

Batılıların kendilerinin de bütün insanlara söyledikleri -bir taraftan tamamen itibari olan, ama aynı zamanda iki yüzlü siyasetlerinin kurbanı olan- insan haklan söyleminden ibarettir. Batı dünyasının bütün insanlığa şu anda kıymetli olarak takdim edebildiği şey, insan haklarından ibaret gözükmektedir. Sorun da tam burada zuhur etmektedir: Batı dışındaki toplumlar insan haklarını talep ettiklerinde, bu talep, Satıhların haklarının veya refahlarının sınırlanması olarak kavranarak, insanların ne kadar hakka sahip olabileceği konusunda, onların yaşadıkları bölgelerin belirleyici olduğunu, John Rawls örneğinde gördüğümüz gibi, açıkça savunabilmektedirler. Uygulama zaten hep bu şekilde gerçekleştiği için, herkesin her gün karşı karşıya olduğu uygulamadan bahsetmenin zaten çok fazla bir anlamı yoktur. En azından söylem olarak bütün insanların insan olarak sahip oldukları devredilemez, alınamaz haklarının bulunduğunu dile getirmek bile, Satıhlara lüzumsuz gözüküyor. Hâlbuki bugün insanlar kendi memleketlerinde kendileri olarak yaşamak istiyorlar ve Satıhlar tarafından rahatsız edilmek istemiyorlar. Daha farklı bir ifadeyle insanlar artık kendi yaşadıkları bölgelerde huzur ve istikrar istiyorlar. Batı dünyasını rahatsız eden, Batı dışında yaşayan insanların huzur ve istikrarıdır. Batı dışındaki bölgelerde yaşayan insanların, özellikle de Müslümanların, huzur ve istikrar içinde kendi hayatlarını düzenleme ihtimali, Batı dünyasını huzursuz ediyor.

Batı dünyasının kendisini yeni şartlara uygun düşünmeye alıştırması gerekiyor. Bu, kabaca insanlığın vahdetini kabul etmek ve bütün insanların ister doğuda ister batıda, ister kuzeyde ister güneyde, ister kutuplarda isterse ekvator bölgesinde yaşasın, insan olduklarını kabul etmek demek. Aynı şekilde Afrika’da yaşayan insanlar ile Avrupa’da yaşayanların, Amerika’nın kuzeyinde yaşayanlar ile Meksika ve Güney Amerika’da yaşayanların, Çin ve Hindistan’da yaşayanların, ama aynı zamanda İslam dünyasında yaşayanların hepsinin öncelikle ve özellikle insan olduğunu kabul etmek anlamına gelmektedir. Bu aynı zamanda Batı dünyasında yaşayan insanların huzur ve istikrar talepleri ve bu konuda tedbir almaları ne kadar gerekli ve önemli ise, dünyanın diğer bölgelerinde de en az o kadar gerekli ve önemli, en az o kadar meşru ve makbul olması demektir. Almanya’da elinde bir çakı bulunan çıplak bir inşam tek kurşunla vurmanın meşruiyetini savunanların, bunu bütün bir dünyanın güvenlik güçleri için de savunabilmesi veya başka toplumlar hakkında konuşmadan önce -kendilerinden böyle bir şey bekleniyorsa tabii ki- bu cinayeti reddetmesi ve bunu yapanları cezalandırması gerekir.

Benzer örnekleri Fransa, Belçika, Amerika gibi Batılı ülkelerde hemen her zaman bulmak mümkündür. Mesele, herkesin böyle davranmasını savunmak değil; sadece Batılıların kendi kendilerini bütün doğruların ölçüsü olarak görmeleri ve ölçülerin nasıl uygulanacağına da kendilerinin karar vermesi olarak ortaya çıkmaktadır. Daha doğrusu, Batılıların perspektifinden kendilerinin istikran için gerekli olanların yapılması doğru iken, mesela Türkiye için doğru, Türkiye’nin istikrarsızlaştırılmasıdır. Türkiye’yi istikrarsızlaştıran her şey doğru olarak kabul edilerek bunun üzerinden söylemler geliştirilmekte ve hem muhabirler hem de muhbirler faaliyetlerini yürütmektedir. Bir ülkeyi ve bölgeyi düşman olarak görmenin pratikte başka bir şekli de yoktur. Temel mesele, Batı dünyasının zaman zaman kullandıkları bir tabirle, “radikal kötü” veya “düşman” kavramı üzerinden düşünme ve yaşamayı, düşmanlığa bir hayat ilkesi olarak dayanmayı terk edip edemeyecekleriyle alakalıdır.

Batı’nın en önemli özelliği, en azından Hobbes’tan beri, çatışma kavramı veya insanı insanın kurdu (homo homini lupus) olarak görme üzerine kendilerini ve dünyalarını inşa etmiş olma- landır. Esasını Hristiyanların Yahudileri ötekileştirmesinin teşkil ettiği çatışma ve düşmanlık tezi, Marx gibi bazı düşünürler tarafından kapitalizmin içinde yeniden keşfedilerek sınıf çatışması, Freud gibi düşünürler tarafından da fert ile toplum ve toplumun kültürü arasındaki bir çatışma olarak yeniden tanımlanmıştır. Bu durum, çatışma tezini bir bumerang gibi Batı’ya yöneltmiş olsa da tarihi, bir uluslar çatışması olarak gören tavır, nihayetinde insanlık tarihinin en acımasız, kanlı ve tahripkâr iki büyük savaşını buldu. Bu aslında, düşmanlık üzerine kurulu bir dünyanın kendi kendisini nasıl tahrip edeceğini de göstermektedir. Batı’nın çökmesi için kendi kurucu ilkesini ciddiye alması yeterli gözükmektedir. Temel sorun, Batı’nın kurucu ilkesi ile irtibatını gözden geçirip geçirmeyeceği, daha doğrusu böyle bir “gücü”- nün olup olmadığı ile alakalı gözükmektedir.

Artık herkesin daha açık bir şekilde gördüğü bir hakikati söylemek gerekmektedir: Batı dünyası ve modernıte, kendi kendine, kendi içine düştüğü bu durumdan kurtulma potansiyelini haiz değildir. Bu durum bizi bunun dışında farklı imkânlar olduğunu araştırmaya yöneltmektedir. Bu yönelişte dikkat edilmesi gereken önemli hususlardan biri, her şeye rağmen son iki yüzyılda yaygınlaşan, başta bilim, teknik ve teknolojik alandaki başarılar olmak üzere, demokrasi ve insan haklan gibi kazanmaların muhafaza edilmesinin gerekli olduğudur. Bunu yaparken farkında olunması gereken en önemli nokta, yaygın söylemin aksine, Batılıların sahip oldukları iyilikleri kendilerinin keşf etmedikleri, sadece başka medeniyetlerden, özellikle de İslam medeniyetinden üstlenerek, bir cihetten -mesela matematik ve empirik araştırma alanlarında- inkişaf ettirirken başka bir cihetten de -mesela hukuk ve siyaset alanları ile hümanizm alanlarında- tahrif ve dejenere ederek, aslı ile irtibatından kopararak gayesinden saptırdıkları gerçeğidir. İmkânlar araştırılırken bu hususlara, yani Batı’da bugün mevcut olanın alelıtlak Batı’ya ait olmadığının ve bunun keyfiyetinin, tarihî ve sistematik olarak farkında olmak zorunludur. Bunun farkında olmadan Batı’da olan her şeyi, iyi veya kötü, Batılılara aitmiş gibi görmek, Batı’yı ve Batıldan olduklarından daha önemli göstermek anlamına geldiği gibi, aynı zamanda orada hiçbir iyilik bulunmadığı gibi hilaf-ı hakikat bir yönelişe kapılmak anlamına da gelmektedir. Bunu tefrik etmeden atılacak adımlardan fazla bir şey beklememek gerekir.

Bu çerçevede bizim ilk olarak bakmamız gereken nokta, ilke de alakalıdır. Modern Batı’nın ilkesi, dost-düşman ayrımına dayalı çatışma ilkesi ise, o zaman bizim bulmamız gereken çözümde, düşmanlığın bir varlık ve düzen ilkesi olarak kabul görmemesi esas olacaktır. Düşmanlık esas itibariyle negatif bir yöneliş olduğu için, âdem ve idamı intaç eder. Radikal kötü ve düşman, aslında “hiç” olarak kavranır; ancak bu hiç, varlığın zuhuru için gerekli olarak kabul edilir. Bir tür gölge gibi. Ancak buradaki düşünce biraz tersten yürümektedir; gölge üzerinden nesnenin tanımlanması. Buradan platonik bir düşünme tarzına da yol bulmak mümkün ise de bunu burada ele almak bizi amacımızdan uzaklaştıracaktır. Düşmanlık, dolayısıyla yokluk ve kötülük üzerinden değil, varlık ve iyilik üzerinden bakmak ve buradan hareketle neler yapılabileceğini araştırmak zorunludur. Bu tabii ki Batı’ya veya moderniteye bir alternatif olmak amacıyla değil, aksine Batı’nın bu konuda ne yaptığını bilmekle ve dikkate almakla birlikte, onu esas almamak, karşı çıkarak bile onu belirleyici hâle getirmemek hususunda tedbirli olmak açısından önemlidir. Daha farklı bir ifadeyle bizim için Batı’nın iki yüzyıllık tarihi, kendinde mümkün birçok hadisenin bir araya gelmiş olmasından ibarettir. Bin tane, onbin tane, bir milyar tane mümkünü bir araya getirdiğinizde bir zorunlu çıkmaz. Bu demek oluyor ki biz Batı olsa da olmasa da nasıl düşünüp davranacaksak, öyle düşünüp davranmak durumundayız. Batı’nın arızi varlığı bizim tarafımızdan sadece mümkünlerden bir mümkün anlamında bir örnek olarak dikkate alınabilir. Bizim, 18. yüzyıla kadar, yani Batı olmadan önce nasıl düşünüp davrandık ise bugün de öylece düşünüp davranmayı başarabilmemiz gerekmektedir. Aradaki fark, sadece yaşanan tecrübelere son iki yüz- yıldakilerin de eklenmiş olmasıdır. Biz son iki yüzyılı yaşanmış gerçekler olarak dikkate almak zorundayız. Bu anlamda son iki yüzyıl kesinlikle ihmal edilemez, edilmemelidir.

Türkiye’nin Koordinatı

Modern dünya ve Batı ile ilişkiler açısından Türkiye’nin önemli bir yeri vardır. Türkiye, daha önce de ifade ettiğim gibi, bütün gayretiyle Batı kültür ve medeniyetini üstlenmek için çalışmış, bu hususta iyi veya kötü, önemli başarılar elde etmiştir. Bugün artık Türkiye -İstanbul üzerinden- mesela 18. yüzyılın Türkiye’si ile mukayese edildiğinde ortaya çıkan farkın, mesela 18. yüzyıldaki Fransa ile günümüzdeki Fransa, yine 18. yüzyıldaki İngiltere ile günümüzdeki İngiltere mukayese edildiğinde ortaya çıkan farktan çok büyük olduğu tespit edilebilir. Günümüzün Türkiye’si 18. yüzyılın İngiltere ve Fransa’sına aynı yüzyılın Türkiye’sinden daha fazla benzemektedir. Yani Türkiye, kim ne derse desin, kim nasıl değerlendirirse değerlendirsin, Batılılaşmıştır. Bugün Türkiye’de yaşayan insanların bununla -teferruatta problemler olsa da- esasa müteallik bir sorunu da yoktur. Türkiye, Batı kültürünü içselleştirmiştir. Bu, bir taraftan bakıldığında bir yabancılaşma, başka bir kültüre benzeyerek kendi olmayı terk etme gibi gözükmekle birlikte, başka bir taraftan bakıldığında durum daha farklı gözükmektedir. Nitekim bu taraftan bakıldığında Batı kültürünün bir kısmını benimseyerek Türkiye’nin, yabancılaşmayı bir kenara bırakın, Batı’yı da olabildiğince içine aldığını, bu yolla zenginleştiğini söylemek de mümkündür. Bu durum bir taraftan yine ilk bakışta çok da anlaşılabilir bir durum değildir, ancak vakıa bu yönden oldukça açık ve seçiktir. Bu açık ve seçikliği anlamak için, bazı klişeleri terk ederek, bunları esaslı bir eleştiriye tabi tutmak gerekli ve yeterlidir. Klişe dediğim en önemli husus, Batı’nın eşi ve benzeri olmayan biricik bir “başarı hikâyesi” olduğu ve kendisinden önceki medeniyet ve kültürlerle, onlardan mahiyet olarak farklı olması, dolayısıyla öncesi ile herhangi bir genetik iştiraki mevcut olmadığı inanadır. Bu inanca göre Batı, her şeyiyle yeni ve biriciktir. Bu hâliyle kendisinden öncekilerden belki bir canlının bir bitkiden istifade ettiği gibi istifade etmiş olabilir ve bu istifade gerçekleştikten sonra, o kültür ve medeniyet ile irtibatı, alınarak tüketilmiş, hazmedilmiş bir “gıda” ile bir insanın irtibatından mahiyet olarak farklı değildir. Bu klişe ile bakıldığında Türkiye’nin nasıl olup da Batı kültür ve medeniyetini bu kadar ciddi bir şekilde üstlenmiş olmasına rağmen, hâlâ niçin “Batılı” olamadığının açıklaması yoktur.

Vakıa Türkiye Batı kültür ve medeniyetini üstlenmiş olmasına rağmen Batılı değildir. Bunu hemen herkes ittifakla söyleyecektir. Ancak ilginç bir şekilde Türklerin Batı kültüründen üstlendiği, Batı kültürüne ait olduğu kabul edilen unsurlar, Türkiye’de garip ve yabancı değildir. Altı çizilmesi gereken önemli bir husus vardır: Türkiye Batı kültürünün tamamını üstlenmemiştir, onun üstlendiği sadece bir kısmıdır. Batılıların Türkiye’de görmek, görenlerin anlamak, anlayanların da kabul etmekte zorlandığı husus, tam da burada zuhur etmektedir.

Türkiye, Batı kültürünü olabildiğince almış, üstlenmiş ve hazmetmiş, ancak Batılı olmamıştır. Bu bir anlamda Türkiye’nin “Türkleşme, İslamlaşma ve muasırlaşma” idealini gerçekleştirdiği anlamına gelmektedir. Bu sorunun cevabını bulmaya doğru bir adımı, kısaca söz konusu klişenin, yani Batı medeniyetinin biricik ve istisnai bir durum teşkil ettiği varsayımının doğru olmadığını fark ettiğimizde atmış oluruz. Çünkü Batı, genetik olarak İslam medeniyeti ile aynı kültürel genlere sahiptir ve bu genlerin bir kısmı, zaman içerisinde, itidali yitirerek daha fazla ön plana çıkmıştır. Bu durum kısaca şu şekilde ifade edilebilir: Bir insan düşünün, onun gözleri aşırı büyük, dili aşırı uzun, buna karşılık kulağı kullanılmamaktan daha az hassas hâle gelmiş ve bu insan dokunma duyusunu aklından daha fazla kullanmayı itiyad hâline getirmiş olsun. Bu insanın gözünü, dilini, kulağını ve diğer duyularını itidal içinde kullanan insan ile genetik bir faklılaşmasından bahsedilemez. Burada sadece bazı -önemsiz sayılmayacak- aşırılıklar ortaya çıkmıştır. Bu aşırılıkların aslı, itidal hâlindeki insandadır. İtidal hâlindeki insan, bu aşırılıklarla farklılaşmış ve bunu bir mahiyet farklılığı olarak takdim etmeye çalışan insanın her hâlini anlayıp değerlendirerek, hem aşırılıkları hem de duruma göre eksiklikleri tespit ederek onunla irtibat kurabilir. Bizim Batı medeniyeti olarak isimlendirdiğimiz hadise, itidalini yitirmiş İslam medeniyetinden başka bir şey gibi gözükmemektedir. Bunu görmek için Batı toplumlarının 16- 19. yüzyıllar arasındaki tarihlerini, Osmanlı toplumu ile irtibatı içinde okumak gerekli ve yeterlidir. İslam medeniyetinin bir mensubu, hatta taşıyıcısı olarak Türkiye’nin Batı medeniyeti ve modernite karşısındaki durumu bundan ibarettir. Demek oluyor ki Türkiye’nin nasıl olup da Batı kültürü ve medeniyetini üstlenmekle birlikte Batılı olmadığını, özündeki itidal ile anlamak ve açıklamak mümkündür.

Durun bunlar Türkiye’de radikal bir Batı kültürü ve medeniyeti düşmanlığının -Türkiye’nin Müslümanlığından vazgeçmeden Batı medeniyetini içselleştirmiş olması hasebiyle- hem imkânsız hem de anlamsız olduğunu hem açıklamakta hem de göstermektedir. Türkiye’de Batı medeniyeti düşmanlığı, kendi kendine düşmanlıktan başka bir anlama gelmez. Türkiye’de Batı medeniyeti düşmanlığı, anlamsız ve saçmadır. Yani 19. yüzyılın kültür ve medeniyet farkında esasını bulan “dost-düşman” ayrımına dayalı siyaseti, günümüzde, özellikle Türkiye ile Batı arasında kültürel çerçevede anlamlı gözükmemektedir. Bu durum tabii ki devletler (mesela Almanya ile İngiltere ve Fransa) arasındaki ihtilaflar ve bunun üzerinden bazı devletlerin diğerleri ile düşmanca ilişkiler kurmadığı veya kurmayacağı anlamına gelmez. Ancak buradaki düşmanlık, tabir caizse iyi ile radikal kötü arasındaki mahiyet farkından kaynaklanan uzlaşılamaz bir düşmanlık değildir. Kısaca Türkiye, Batı kültürü ile o kadar içli dışlı oldu ki, “Batı ve Türkiye” gibi bir ayrım artık çok da anlamlı gözükmemektedir.

Diğer taraftan İslam medeniyetinde insanlar arasındaki ilişkiler düşmanlık değil, teavün veya yardımlaşma üzerine kurulur. Düşmanlık asli değil fer’i bir ilişki şeklidir. Varlık düşmanlıkla değil, dayanışmayla sübut bulur. Batı’daki sorun da zaten, fer’i olan bir ilişki şeklini asli olanın yerine ikame etmeyle alakalıdır. Batılılar açısından zor olan tam da burada ortaya çıkmaktadır. 19. yüzyılın alışkanlıkları ile düşünmenin çok çeşitli cihetlerden ne kadar problemli olduğunu kavramakta ciddi sıkıntıları bulunmasına rağmen -belki çaresizlikten- yine ona sığınmaya çalışıyorlar. Hâlbuki dünya artık 19. yüzyılın dünyası değil; Fransızlar Cezayir’i işgal edemeyecekleri gibi, İngilizler Hindistan’a sahip olabilecek gücü kaybedeli bir asır oldu. Sömürgecilerin kurdukları düzeni yönetme konusunda Amerika, zamanında asıl sömürgecilerin yaptığı kadar bile başarılı değil; girdiği ve müdahale ettiği her yeri tahrib ediyor. Batı’nın önde gelen mümessili, bir yıkım makinası gibi; dokunduğu hiçbir yer, onunla irtibat hâlinde olduğu müddet, iflah olmuyor. İflah olmak, ancak onunla irtibatı koparmakla düşünülebilir hâle geliyor. Kısacası sömürge şartları belli ölçüde, farkında olunarak ve olunmayarak bazı besleme sömürge aydınları tarafından sürdürülmeye çalışılsa da sömürgecilik bitti. Dünya tarihinin son iki asrına damgasını vurmuş olan sömürge dönemi son buldu. Batılıların artık, varlığın sesine kulak vererek, sömürge dönemi alışkanlıklarını terk etmesi gerekiyor. Batılıların önlerinde sömürge dönemi alışkanlıklarını terk etmekten başka bir alternatif bulunmuyor. Diğer taraftan Batı dışı toplumlar da artık sömürge olmadıklarının gittikçe daha fazla farkına vararak, buna uygun davranabilmeyi düşünebilmeleri gerekmektedir. Bu hususta Türkiye, sömürge olmadığının farkında olarak kararlar almanın ve uygulamanın imkânını bütün dünyaya gösterecek bir “üsve-i hasene” olmak; bu hususta sadece Batı dışı toplum- lara değil, Batılılara da “mâbihilistişhâd” olmak durumundadır. Bunun yolu aslında bellidir: yeniden varlığı esas alıp teavün üzerinden itidali yaşayarak göstermek.

Tahsin Görgün – İslam Modernizm ve Batılılaşma ,syf:135-164

Dipnotlar

82 15 Temmuz akşamı Batılı yetkililerin, tarafları sükünete ve kan dökrnemeye çağırması, böylesi bir tavrın Türkiye için de geçerli olduğunu göstermektedir. |

 

83 Hoş ABD’nin Almanya’yı 4*2 antlaşmalarına rağmen, hâlâ duşman ülke kategorisinde görerek butun tavırlarını ve tedbirlerini bu çerçevede alıyor olması, devletler arası ilişkilerin -Batı Ttufakı” içinde deİlginç özellikleri arasında kabul edilebilir. Ancak burada ufak bir farka da dikkat etmek gerekir: ABD’nin Almanya’yı yakından takip etmesi, orayı istikrarsızlıştırmak için gayret sarf etmesi anlamına gelmemektedir Belki bu “şimdilik” böyledir.

 

84 Vakıaya mutabık bir ifade için “Mümkün mü? sorusu, dil ile dünya arasında bir tekabüliyetin. | olamayacağı iddia edilerek menfi olarak cevaplanmış; dilin ve söylemin, varlığın evi olarak, Ni varığı bir anlamda belirlediği yaygın olarak kabul edilmiş gibi gözükmektedir. li

 

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir