Baban Da Mı Şapka Giyerdi?
Benim babam şapka giyerdi. Her mevsim için giydiği birçok şapkası vardı. Ben kışları kimi başlıklar taktımsa da doğrusu şapka giymekten pek hoşlanmadım. Belki o zamanlar parka giymek moda haline geldiğinden, belki de yiğitler üç hain kurşun yüzünden parkalarıyla vurulmuş yatarlar iken şapkalar umurumuzda olmamıştı, kimbilir?
Her halde bu sebepten, şapka için insanların idam edilmiş, hapislere tıkılmış olmalarına bir anlam veremezdim, şapka ile inkilâb kelimelerinin yanyana getirilmesini garipserdim. Şapka giymek ve giymemek konusundaki ısrarlı tavırlarda mübalağa kokusu bulmam da hiç kuşkusuz şapka’nın ülkemin tarihi içerisindeki yerini ve önemini kavrayamamaktan kaynaklanıyordu. Hele hele o yıllarda etkisinde kaldığımız bazı telakkilerin de bu kavrayışsızlığı derinleştirdiğini söyleyebilirim. Önceleri fesin İslâmi bir kisve olmadığını öğrenmiş, daha sonra sarığın da dinî bir kisve sayılmayacağı, çünkü Efendimizin (s.a) düşmanlarının da başlarına sarık sardıkları gibi sıradan bilgilerle donanmıştık.
Bu bilgiler şaşkınlığımı daha da artırmış, şapka giymemek için canlarını veren veya insanlara zorla şapka giydirmek için yasa çıkartıp inkilâb yapan zevâtın bu ısrarlı tutumları zihnimde gittikçe büyüyen bir muamma halini almıştı.
Evet, n’oluyordu ki insanlar şapka’ya uğrunda ölümü göze alabilecekleri bir ehemmiyet atfediyorlardı?
Ben bu sualin cevabını öğrendiğimde, şapka çoktan uğrunda ölünecek bir simge olmaktan çıkmıştı. Belliydi ki sorun şapka değildi, şapka simgesinin temsil ettiği köklü bir dünya-tasavvuruydu; ölenler ve öldürenler simgeden değil, işbu imgeden dolayı ölüyor veya öldürüyorlardı.
Bu tesbit, benim, göstergelerin o göstergelerin temsil ettikleri gerçekliklerden daha da önemli olduğunu farketmemle hemen hemen eş-zamanlıdır: gösterenler anlamını yitirdiğinde, gösterilenler de bir şekilde anlamını yitiriyordu.
Bu yazıda simgeler ile imgeler arasındaki ilişkiyi tartışacak değilim; sadece Şevket Süreyya’nın Suyu Arayan Adam hatıratından yapacağım bir alıntı aracılığıyla ideolojik sembolizmin ahlâkî maliyetine dikkat çekmeye çalışacağım o kadar.
İstiklâl Mahkemesi, Hacı Bayram türbesine giden yolun alt sokağında, iki katlı harap bir binada yerleşmişti. (…)
Biz mahkeme kapısına girince, evvelâ alt kat sahanlığında veya odaların aralığında bir yerlerde oturtulduk. Yukarıda birtakım hareketler oluyordu. İnenler, çıkanlar, getirilenler, götürülenler vardı. Fakat bir aralık yukarıda kopan bir gürültü bütün hareketleri durdurdu. İri yarı, pehlivan yapılı bir mahkeme üyesi, merdivenin başında bağırıyor, tepiniyordu. Başında kocaman bir kalpağı vardı. Hasır şapkalı bir gencin yakasına yapışmış tartaklayıp duruyordu:
— Nedir bu kepazelik? Bu şapka da ne oluyor? Baban da mı şapka giyerdi. Anandan mı şapkalı doğdun?
Sonra sözler, muameleler daha da sertleşti. Arkasından kuvvetli bir tekme yiyen genç, merdivenlerden aşağı tekerlendi. Çantası bir tarafa, şapkası bir tarafa gitti. Fakat heybetli üye hâlâ hıncını alamıyordu. Basamakların başında boyuna birtakım küfürler, ağır tabirler savuruyordu. Şapkasını, çantasını güçbela toparlayan genç kendini sokağa attı. Artık bu tabirleri işitemeyecek kadar uzaklaşmıştı.
Bu genç bir gazeteci idi (Hikmet Şevki). Şapka giymenin henüz kanunlaşmadığı, fakat bazı atılganların şapka giyebildiği günlerdi. Bu genç gazeteci de başına hasır bir şapka geçirmiş ve mahkeme binasına haber derlemek için şapkayla gelmişti. (…)
Aradan bir zaman geçti. Gene mahkemeye çağrıldık. (…) Bir aralık üst sahanlığın başında aynı iri yapılı üye göründü. Fakat şimdi başında bir hasır şapka vardı. (…) Başına kanundan evvel şapka giydi diye genç bir gazeteciyi merdivenlerden yuvarlayan [bu] adam, aradan kısa bir süre geçince, ünlü bir müderrisi [İskilipli Atıf Efendi] şapka gitmedi diye darağacına verebiliyordu…
İdam edilen sarıklı bir müderris.
Dayak yiyen şapkalı bir gazeteci.
VE döverken şapkasız, asarken şapkalı bir yargıç.
İşbu hikâye, şapkasız ricali alkışlamayı marifet bilen bazı safilere ithaf olunur!
Dücane Cündioğlu – Arasokakların Tarihi