Tanzimat’tan bu yana bizim aydınımızın din eleştirisi de, çözüm önerisi de Protestanların ve kalvinistlerin dine yönelttikleri eleştirilerle neredeyse aynıdır. Gözden kaçırılan, unutulan ise Hıristiyanlığın tahrif edilmiş, İslâm’ın ise tahrif edilmemiş sahih bir din olmasıdır. Geri kalmışlık duygusuyla Batı’da gördüklerimizi ‘zaten o bizde var, bu anlayış İslâm’ın anlayışı şeklinde yorumlarla Batı düşüncesi içselleştirilemez, meşrulaştırılamaz. İslâm ve Müslüman sözcükleri isim ve sıfat tamlamalarını kabul etmez: “İslâm Rasyonalizmi”, İslâm Sosyalizmi, liberal İslâm vb tamlamalarla kendi dünyamızı kuramayız.
Biz de din, dünyada iyi yemekler yemenin, dünya hazlarını sonuna kadar tatmanın bir aracı olarak algılandı. “Dünyadan nasibini unutma” diyen Ayeti Kerime dünyevileşmenin aracı, delili olarak kabul edildi. ‘Kazanan Allah’ın sevgili kuludur’ sözünün başından ‘helal’ sözcüğü kaldırıldı. “Onlar zekât vermek için çalışırlar” ilkesi unutuldu, çalışmanın asıl amacı değiştirildi. Biriktirme ve yarını kollama tutkusuyla ömürler tüketiliyor. İnsanın emel, ecelin insan peşinde olduğu gerçeği akla getirilmiyor.
Kapitalist/Protestan ahlakı ile İslâm ahlakını birbirinden ayıran temel özellik şudur: Müslüman, paraya bir araç olarak bakar. Para, sermaye Müslümanın hesabını verdiği bir araçtır. Sadece çok çalışmak, çok kazanmak dinsel bir kurtuluşun garantisi değildir. Kalvinist ahlakın temel sloganlarından biri olan Benjamin Franklin’in “Vakit nakittir” sözü, bizde bir hadis gibi algılanır ve kapitalist anlayışa payanda yapılır. Bizde vaktin nakit olması dünyanın fani olduğuna, vaktin iyi değerlendirilmesi, Allah’ın istediği şekilde geçirilmesi gerektiğine dikkat çekmek anlamındadır. Kalvinist ahlakta ise vakit, paradır.
Rönesans öncesi Avrupa’da insanın değeri yoktur, Protestanlar Katoliklere ‘Tanrı ile insan arasına giremezsiniz’ derler. Katolik mahkemeleri kurulur; engizisyon yani zorbaca soruşturmalar yapılır. Batı böyle bir Orta Çağ’a dönmek istemez. Aynı çağda îslâm uygarlığı inşam ‘eşref-i mahlukat olarak görür. Teknik anlamda da dünyadaki süper güçtür. Batı uygarlığı insanı öne çıkarmaya çalınırken, İslâm uygarlığı insanı Allah’a bağlayan ve yaratılanların en şereflisi olarak kabul eden bir anlayışın uygulamalarını ortaya koyar. Bizde bugün bile ‘siz bizi Orta Çağ karanlığına sürüklemek istiyorsunuz’ şeklinde savlar ileri sürülür. Ne var ki kötü olan bu Orta Çağ, Batı’nın Orta Çağı’dır.
Batı uygarlığı, düzeltilmiş bir din arar. Rönesans, hümanizm ve reformist hareketler bir kaçış hareketidir; Batı uygarlığının tahrif edilmiş bir dinden kaçışıdır, din bağından kurtulma çabasıdır. Bu anlayışa göre insanı, insanlığı kurtaracak olan Tanrı değildir, insanın kendisinin çok çalışması dünyasını mamur etmesidir. Kalvinistler toplumsal kullanımın hizmetindeki emeği kutsar. Biz de hemen bir hadisi koyarız; bu bizde zaten var: ‘İnsanların hayırlısı insanlara faydalı olandır.’ Ahmet Mithat Efendi’nin bir kitabı var: Sevday-ı Say-ü Amel.Bu söz, L Amo- ur du Travail (= İş aşkı; iş sevdası) sözcüğünün Türkçe çevirisidir. İnsan, işe âşık olmaz. İnsan çok çalışır, âşık olduğu varlığa güzellikler sunmak ister. Çalışmak başlı başına bir değer olamaz. İnsan kötü bir emel peşinde de çalışabilir, ömrünü harcayabilir. Niçin çalışıldığı önemlidir. Anamalcı ve kalvinist ahlak herkesin çok çalışmasını, çok kazanmasını, çok tüketmesini önerir. Bu anlayışın temelinde aklını ve zekâsını çalıştırıp rekabet etmekle zorluğa katlanmak kanunu vardır. (…) Halbuki dünya işlerinde rekabet, keşmekeş ve gizli anarşiden ibarettir (Çetin: 1987,344). Dünya için rekabeti yasaklayan bir başka buyruk da şöyledir: “Birbirinize hasetlik çekmeyin, müşteriyi kızıştırmayın, birbirinize buğzetmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Biriniz diğerinin pazarlığı üzerine satış yapmasın. Bunları bırakmak şartıyla kardeş olun ey Allahın kulları! (Çetin: 1987, 344).
Anamalcı anlayış güçlü olana büyük bir özgürlük verir. Bunun sonucu, zenginin daha zengin, fakirin daha fakir olmasıdır. Bu yolun açılması hırsın yanında hasedi harekete geçirir, oburluk arzusunu, nefreti doğurur. Birçok patronun yanında bir yoksullar ordusu ortaya çıkar. Birçok patronu bir tek patrona indirmek gerekir; bundan da sosyalizm doğar. “Sosyalizmin başlangıcı, kapitalizmin nihayetidir” (Çetin: 1987, 346).
Kalvinistler ibadet dilinin Latince olması şart değildir derler; bizim aydınımız da ibadet dili Türkçe olsun der, ezanı Türkçe okutur. Kalvinistler daha az ayini olan bir din isterler, haftada bir Pazar günü kiliseye gitmek yeterlidir. Bizde de Cuma namazına gitmek yeterli görülür. “Cumaya çağrıldığınız zaman Allah’ın zikrine koşun. Namaz bitince de yeryüzüne yayılın” emri, püriten tüccarların tutumu gibi yorumlanır. Kalvinist ahlak, Hristiyanları İncile, İncil Hristiyanlığına dönmeye çağırır. Herkesin Incil’i yorumlayabileceğini, herkesin Incil’den hüküm çıkarabileceğini söyler. Bizim aydınımızda Kur’an‘ı okumasını dahi bilme yen insana Kur’an’ı yorumlama yetkisi vermeye çalışır: Aklın var, düşün,yorumla der. Ne yazık ki şu basit kural bile unutulur; Bildirme kipinde basit bir yargı cümlesine ulaşmak için bile bütünü kuşatacak bir bilgi gerekirken, fetva vermekte, ‘şu helal, şu haram’ demekle son derece cesur davranılır. Kalvinistler ‘Tanrı ile insan arasına girilmez diyerek günah çıkaran papazları reddederler , Bizim aydınımız da buradan hareketle dinle ilgili her geleneği ve kurumu papazların tutum ve uygulamalarıyla özdeşleştirir.
Protestanlık ve Kalvinizm seküler bir dünyayı öngörür. Dinsel yaptırımlar ve cezalar, bu dünyaya bir yararı varsa ancak o zaman kabul edilebilir. “Çünkü Kalvinizm’in tasarladığı dinsel hukukun dünyevî yaşamdaki etkinliği düşüncesi sa dece dünyevî sorumluluğa ait bir yaptırım taşımaktadır ve kesinlikle manevi kurtuluşa fırsat sağlayan dinsel bir değeri söz konusu değildir.Dolayısıyla dinsel hukukun temeline dayalı ahlakilik ancak dünyevi yükümlülükleri yerine getirilmesi açısından bir değere sahip olmaktadır” (Olgun: 2012, 151), Bu duruştan da pragmatik, yararcı, kişisel çıkarı öne alan bir dünya görüşü ortaya çıkmaktadır. Bizim aydınımız da aynı mantıkla, seküler bir tutumla inancını çağa, kişisel yaşamına ve hazlarına uydurmaya çalışır, yanlışları meşrulaştırır.
Bizim dünyamızda da insanımıza Protestan bir İslâm önerildi; protestan, reformist bir İslâm sunulmaya çalışıldı. Protestanlar gibi sorular soruldu. Bu sorular bizim sorularımız değildi. Böyle bir kaos ortamından kültürel bir çamur deryası doğdu. Bu çamurdan ne bir kerpiç ne bir bina yapılabildi. Adomo’nun Batı dünyası için söylediği “sakatlanmış yaşamlar” dediği yaşam biçimi bizim dünyamızda daha vahim bir hâl aldı. Çok küçük sorular, çok küçük sorunlar karşısında değer yargılarından vazgeçebilen, sahnelerini hemen bir kenara bırakmaya hazır bir aydın duruşu ortaya çıktı. “Aydın için, kültür alanında bile artık hiçbir sabit, garantili kategori kalmamıştır, günün hayhuyu da binlerce talebiyle zihinsel yoğunlaşmaya müdahale etmektedir, bu yüzden bugün biraz olsun kayda değer bir şeyler ortaya koymak için harcanması gereken çaba neredeyse hiç kimsenin altından kalkamayacağı kadar ağırlaşmıştır. Uyumluluğun bütün Üreticilerce hissedilen basıncı da aydının kendi standartlarını düşürmesine yol açan bir başka etmendir” (Adomo: 2009, 31).
Bölmeli bir beyin tomografimiz var: Yarısı Avrupa yarısı İslâm görüntüsü veriyor. İslâm ortadadır ve bozulmamıştır, Müslüman nerededir? Müslüman nerede duruyor? soruları gündemin ana sorulandır. İslâm’a ulaşmakta, İslâm’ı yaşamakta zorlanan Müslümanlar vardır. Şu soruları sormak gerek: Gazetelerde, dergilerde, kriz anlarında, bolca rastladığımız, dinlediğimiz entelektüellerin toplum mühendislerinin, sosyologların, Ramazan söylemlerinde çağdaş fetvalar üreten ilahiyatçılarımızın kafa yapıları ne kadar îslâmidir? Aydınımız Batının dediklerini yineleyen bir papağan mıdır? Ne kadar düşünsel bir vicdana sahiptir? 1600’lü yıllarda Batının bozulmuş din anlayışını, kendilerini Tanrı yerine koyup günah çıkaran papazların egemen olduğu bir dini protesto eden Rabelais, Montaigne, Luther, Calvin gibi reformistlerin görüşleri ve önerdikleri din, Tanzimat’tan beri yaşanan aşağılık kompleksi ile aynı şekilde bizim ülkemize, kendi aydınlarımız tarafından öneriliyor. Eleştirilerimiz özgün olmalıdır.
Kendi hakikatlerimizi tevillerle, kişisel, öznel yorumlarla, kalvinist bir tutumla paradoksa dönüştürmemeliyiz. Protestan, kalvinist sorularla İslâm yargılanmamalıdır. Kalvinist bir söylemle kendi geleneğimiz eleştirilemez. Kalvinistler ibadet dili Latince olmasın derler, biz de ibadet dili Arapça olmasın deriz, ezanı Türkçe okuturuz; okullarda Türkçe Kur’an okutulsun deriz. Kalvinistler İncil e dönmek gerek, İncil’i herkes yorumlayabilir, ondan hüküm çıkarabilir derler, biz de Kur’an’a dönmek gerek, herkes Kur’an’ı anlayabilir, ondan hüküm çıkarabilir deriz. Kalvinistler dünyevi başarıya endeksli bir yaşam biçimi önerirler, biz de insan için çalıştığından başkası yoktur’; ‘bir lokma bir hırka anlayışından vazgeçmek gerekir’ buyruğunu bu anlayışın payandası olarak ileri süreriz…
Bizim insanlığa sunduğumuz büyük bir uygarlığımız var. Taklit eden, özgün olmayan, sürekli kendini savunan, sürekli kimliğini kanıtlamaya çalışan bir duruşun insana, insanlığa sunacağı bir iletisi yoktur. Kapitalizmin kökeninde kalvinist ahlak ve hırs vardır. Hırstan kapitalizm, hasetten sosyalizm doğmuştur. İslâm ise öykünmeyi değil özgün olmayı, hırsı değil azmi, hasedi değil imrenmeyi, orta yolu önerir. Kalvinist ahlak anlayışı, dünya görüşü yerine İslâm’ın önerdiği dünya görüşü ve ahlak anlayışı yaşam biçimimizi şekillendirmelidir.
Ahiretten kopuk bir dünyanın bize yetmeyeceği, işinde başarılı olmayı yeterli gören kalvinist bir ahlakın, çok para kazanmanın kurtuluşun garantisi olmadığı gerçeği kavranmalıdır. Dualar, temenniler yarıda kesilmemelidir ‘bize dünyada hasene ver’ duası tamamlanmalıdır;ahirette de hasenenin gerekli olduğu unutulmamalıdır.
Hece Dergisi, Batı Medeniyeti Özel Sayısı
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…