Tasavvufun Rehberi Olarak Sahabe Nesli
Asr-ı Saadet’ bütün Müslümanlarca ‘ideal’ asır kabul edilmiştir. Farklı zamanlarda ve mekanlarda Müslümanlar, anlamında ve tanımında görüş birliğine varmamış oldukları bu dönemi öğrenmek ister, yaşadıkları zamanı Asr-ı Saadet’e göre muhasebe eder, sıkıntıya düştükleri dönemleri Asr-ı Saadet’ten uzaklaşmanın cezası sayar, buna mukabil kurtuluşu her zaman Asr-ı Saâdet’e dönmek te bulurlar. Şiî Müslümanlar arasında yaygın olarak kabul görse bile, öteki Müslümanlar arasında da kabul edilen İslam’ın kıyamet öncesindeki müstakbel hakimiyeti umudu, Asr-ı Saâdet’in ikinci kez ihya edileceği umududur. Bu itibarla Asr-ı Saâdet, bütün dönemler arasında ‘miyar’ ve ‘ayna’ Asrı olarak durur.
Din bilimleri için Asr-ı Saadet, henüz adlarının bulunmadığı fakat ‘mana’ olarak bulundukları devre karşılık gelir. İsimsizlik devresi her ilmin arka planını teşkil eder. Her ilim kendi üstadını Asr-ı Saadet’ten seçer, sûfilerin özelliklerini kendi ilimIerinde bulur. Bir ilim kendi pirini Asr-ı Saadet’ten bulurken adeta şunu demek ister: ilmin gayesi insana belirli bir konuda Asr-ı Saadet’in kanaatini öğretmekten ibarettir. Öyle ki bilimler, Asr-ı Saadet’ten uzaklaşmanın neticesi olarak ortaya çıkmış bile sayılır. Vakıa, Asr-ı Saadet’te olsaydık din bilimlerine ve özellikle usul ilimlerine gerek kalmayacaktı. Sadece bilimler değil! İslam toplumunda ortaya çıkan bütün sanat ve uğraşılar Asr-ı Saadet’ten ‘pirler’ üzerinden kendilerini Asr-ı Saadet’e, daha doğrusu ‘saadete’ bağlarlar. Tabâbetten berberliğe, güreşten okçuluğa kadar farklı mesleklere ve sporlara varana kadar her meslek ve sanat Asr-ı Saadet’ten pirlerle başlatır tarihini. Tarihin hicret ile başlaması İslam toplumundaki her kurumun ve her bilimin başlama tarihi olması da demektir. Asr-ı Saadet Müslümanlar için sadece tarihin başladığı bir dönem değildir, aynı zamanda ‘insan’ olmanın ‘Müslüman olmak’ ile örtüşerek hayatın manasını bulduğu devir de hicretle başlamıştır. İslam dünyasındaki bilimler ve sanatlar Asr-ı Saadet’ten ‘pirler vasıtasıyla Hz. Peygamber’e bağlanırken sadece tarih sahnesine çıkmış olmazlar, aynı zamanda bir maksada da yönelmiş olurlar: İnsanı saadete ulaştırmak! İslam toplumunda her ne ortaya çıktıysa onun maksadı insanı saadete ulaştırmak oldu ve bu nedenle her işin, bilim ve sanatın öncelikli gayesi Asr-ı Saadet’ten bir ‘pir’ buImaktı.
Dedik ki: İslam toplumunda bilimler ve sanatlar bu devirden pirler aracılığıyla Hz. Peygamber’e bağlandı. Bunu İslam geleneğinde kullanılan bir deyimle bismil olmak diye ifade edebiliriz. ‘Bismil olmak’ Asr-ı Saadet’i ortaya çıkartan ilk ayet-i kerime olan “Yaratan rabbinin adıyla oku” düsturunun deyimleşmiş halidir. Her şeyi Allah’ın adıyla okumak ve her şeyi Allah’a bağlamak! Asr-ı Saâdet’in hülasası buydu Müslüman toplumlar için. Müslümanların akîdevî meselelerini ele alan kelam ilmi kendisine Asr-ı Saadet’ten bir veya birden çok imam buldu. Özellikle sahabenin Hz. Peygamber’e sorduğu sorular, kelam ilminin ilk yönelimlerini belirledi. Fıkıh ilmi kendisi için bu devirden imamlar buldu. Sonraki mezhepler, sahabe arasında ortaya çıkmış bazı farklılıklara kendisini dayandırdı. Hadis ilmi ise bu dönemi söz, fiil ve takrir olarak bütün incelikleriyle sonraki nesillere taşıma görevi üstlendi. Ancak Asr-ı Saadet’in ruhunu ve manasını sonraki nesillere taşıyan, sûfiler oldu. En azından tasavvufun baştan beri en büyük iddiası bu oldu: Sahabe neslinin yaşadığını yaşamak! Bu itibarla ilk neslin sonraki nesiller için ‘referans’ zamanı haline gelmesinde sûfiler büyük bir görev üstlenmişlerdi. Belki de değişimi ve Asr-ı Saadet’ten uzaklaşmayı en gerçekçi bir şekilde görenler sûfiler oldu. Tasavvuf, İslam toplumlarının yüz yüze geldiği yeni zaman ve mekana karşı Asr-ı Saadet’ten itibaren devam ede gelen tarihi ve geleneği benimsemek demekti.
Nedir Asr-ı Saadet? Asr-ı Saadet iki terimden oluşur. Birincisi zamana ve döneme atıf yapan asr kelimesiyken öteki esas üzerinde durmamız gereken saâdettir. Saadet terimini doğru anlamak hiç kuşkusuz onun mukabili olan zamanı anlamakla mümkündür. İslam, kendisinden önceki dönemi ‘cahiliye’ çağı olarak nitelemişti. Bu itibarla Asr-ı Saadet tam olarak cahiliye çağının mukabilidir. Cahiliyede ne vardı ve Asr-ı Saadet’te ne oldu? Kur’ân-ı Kerîm cahiliye devrini bir zulüm çağı, günahlar çağı, güçlünün güçsüzü ezdiği, insanın insan sayılmadığı bir dönem olarak değerlendirir. Burada bir paradoks vardır ki onu anlamamız Asr-ı Saadet’i anlamamız için de önemlidir. Bu çağ ‘cahiliye’ çağıydı fakat bilgili insanlar vardı. Başka bir ifadeyle, cahiliye devrinde bilgi vardı fakat o bilgi gerçek bilgi değildi. Sadece bilgi değil! Cahiliye insanı söz gelimi fedakarlık yapıyordu fakat din onları cömert saymadı. Kendilerine göre bir temizlikleri vardı fakat din onları temiz saymadı. Cahiliye insanının bir cesareti vardı fakat din onları cesur saymadı. Buna bütün insani değerleri eklemeliyiz. Cahiliye devri kendine göre bir ahlaka sahipti fakat din o çağın ahlakını ahlak saymadı. Asr-ı Saadet’in cahiliye Asrı dediği devri nasıl gördüğünü anlamak bütün asırlar arasında İslam’ın ne yaptığını anlamamız bakımından kayda değerdir. İslam için esas mesele Allah’a imandı. Her şeyin merkezinde Allah’a iman vardı ve bu iman hayatın maksadıydı. İlk ayet-i kerimede dile getirilen “Yaratan rabbinin adıyla oku” düsturu tam da bunu anlatıyordu. Her şeyi rabbin ismin e bağlamak ve her şeyi Allah için düşünmek. Aslında Asr-ı Saadet’in anahtar kavramı buydu. Daha doğrusu cahiliyeden Asr-ı Saadet’e dönüş, Allah’a dönmek ve her şeyi Allah için yapmak demekti.
Sûfiler için Sahabe Nesli: Maksat Allah, Tarîk Hz. Peygamber ve Kılavuz Sahabe
Sûfiler için sahabe nesli, ‘seçilmiş’ bir mürşidin terbiyesinden geçmiş bir nesil ve o neslin değerleridir. ‘Seçilmişlik’ hiç kuşkusuz öncelikle Hz. Peygamber’e ait bir ayrıcalıktır. Daha sonra sûfiler, velayet meselesinden söz etmeye başladıklarında ortaya çıkacak büyük sorunlardan birisi velayet ve nübüvvet ilişkileri olacaktı. Velayet mi üstündür ve nübüvvet mi üstündür tartışmaları tasavvuf tarihinde geniş bir yer tutmuş olsa bile, bu tartışmalara getirilecek en büyük çözüm her zaman peygamberliğin seçilmişlik ile irtibatıdır.
Peygamber seçilmiş olduğu için mutlak anlamda üstün olandır. Bu nedenle seçilmişlik en ayrıştırıcı özellik olarak biline gelmiştir. Fakat sûfiler, seçilmişlik meselesini daha geniş bir zeminde ele alarak ‘ikincil’ bir seçilmişlikten söz ettiler. Bu seçilmişlik düşüncesi özellikle ilk tasavvuf eserlerinde tasavvufun kaynağı için ileri sürülen görüşlerde belirleyici bir rol oynamıştır. Cüneyd-i Bağdadi’nin öncülüğünde gelişen ve Hücvirî’nin nitelemesiyle ‘sahv’ ekolünün takipçilerinden biri olan Ebu Nasr es-Serrac, tasavvufun kaynağını ele alırken ‘seçilmişlik’ meselesine dikkatimizi çeker. Allah Hz. Peygamber’i insanlara dinini tebliğ etmek üzere seçtiği gibi aslında bütün nesiller arasında da insanlığa hakikatleri öğretmek üzere insanlar ‘seçer.’ Bu ikincil ‘seçmek’ İslam toplumunda ariflerin, alimlerin, kısaca İslam ümmetinin irşat işlerini deruhte edecek olan kimselerin de nübüvvetin bereketine ortak kılınmasını sağlayan bir kavramdır. Bu sayede peygamberleri vasıtasıyla insanları cahiliye, yani Allah’tan habersiz yaşadıkları bir bedbahtlıktan Allah’ı tanıma saatine ulaştırdıkları gibi sonraki nesiller için bu görevi üstlenenleri seçen de Allah’tır. Serrac bu şekilde ‘hidayet’i Allah’a ve O’nun peygamber göndermesine bağladığı gibi irşadı da Allah’a ve O’nun seçimine bağlar.
“Allah her nesilden insanlar seçer” ilkesi Serrac için tasavvufun kaynağını Allah’ın iradesinde bulmanın tabii bir neticesidir. Velilerin ve ariflerin seçilmişliği ile Peygamber’in seçilmişliği arasındaki ilişki mucize ile keramet ilişkisinin bir devamı ve yansıması olarak kabul edilebilir. Keramet mucizenin neticesi ve delili iken velilerin seçilmişliği de nebilerin seçilmişliğinin bir delili ve devamından başka bir şey değildi. Her hâlükârda kullarını ‘saadet’e ulaştırmak, Allah’ın ihsan ve lütfuna bağlıdır. Bu yaklaşım, özellikle Ehlisünnet itikadında mühim bir yer tutan ‘imanın Allah’tan olması’ ilkesinin başka bir tezahürüdür. Allah sadece irade ettiklerine iman nasip edeceği gibi insanları hidayete erdirme işinde kimi istihdam edeceğini de kendisi belirleyecektir. Bu nedenle, Hz. Peygamber’i olduğu kadar O’nun irşat ettiği ikinci neslin ‘mürşitleri’ olan sahabe neslini seçen de Allah’tır. Bu itibarla sûfilerin özünde sahabe nesli ‘seçilmiş’ bir insanlar topluluğuydu ve dediğimiz gibi bu seçilmişlik birinci ve asıl seçilmişliğin neticesinden ibaretti.
Ashab-ı Suffe söylediğimiz üzere ticaretten ve evlilikten uzak kalarak kendilerini bütünüyle dindarlığa ve bilgi öğrenmeye vermiş fakir bir sahabe topluluğuydu. Onlar Hz. Peygamber’in mescidinin civarında yaşıyorlardı ve işleri güçleri olmadığı için sürekli Peygamber ile bulunma imkânı elde edebiliyorlardı.
Sûfiler bu seçilmiş nesil içinden kendileri için daha yakın örnekler bulmada gecikmediler. Bu noktada dikkate değer hususlardan birisi, tasavvuf ve sûfi kelimesinin kökeni için ileri sürülen görüşlerdir. Sûfiler belki hiçbir bilimde görülmeyecek ölçüde tasavvuf ve sûfi kelimelerinin tahlilini yapmak istediler ve bu hususta pek çok ihtilafa düştüler. Bu yönüyle sûfi ve tasavvuf kelimeleri üzerinde bir görüş birliğinin oluşmaması tasavvufun başlangıçta nazari düşünceden yoksun olmasıyla açıklanabilir. Sûfiler nazariyattan kaçmışlardı ve onu terakki ve kemal için yararlı görmüyorlardı. İlk sûfiler arasında nazari geleneklerden gelen insanlar bulunsa bile çoğunluk ‘sıradan’ insanlardan oluşmaktaydı. Fakat daha sonraki sûfiler ve özellikle de tasavvufun ilk tarihçileri olan nesil de bu hususta bir görüş birliğine varamadılar. Bazı kimseler için tasavvuf suf, yani yün elbise kelimesinden türetilmişken bazı kimseler başka kökler ileri sürdü. Üzerinde durulan köklerden birisi Ashab-ı Suffe tabiridir. Ashab-ı Suffe Hz. Peygamber’in mescidinin bir kenarında yaşayan ve kendilerini ilme ve dindarlığa adamış bir grup sahabenin adı idi. Sûfilerin en azından bir kısmına göre tasavvuf kelimesi ‘Ashab-ı Suffe’ terkibindeki suffe kelimesinden türetilmiş bir isim-fiildir. Bu fiilin anlamı suffe ehline benzemeye çalışmak iken ismi, bu fiilin sahibi olan ve suffe ashabına benzeyen kimsedir. Tasavvuf kelimesinin kökleri arasında dil bakımından güçlüsü bu kök değildir. Fakat başka karineler nedeniyle anlamca en güçlü köklerden birisi budur.
Çünkü hangi kökü kaynağı kabul edersek edelim, tasavvuf, Asr-ı Saadet ile sonraki asırlar arasında bir köprü olarak kendisini kabul eder. Bu nedenle tasavvufu, bir ayağı Asr-ı Saadette sabit iken öteki ayağı sûfinin kendi asrında ve mekânında bulunduğu bir pergelin sabit-değişken hareketi şeklinde kabul edebiliriz.
Ashab-ı Suffe söylediğimiz üzere ticaretten ve evlilikten uzak kalarak kendilerini bütünüyle dindarlığa ve bilgi öğrenmeye vermiş fakir bir sahabe topluluğuydu. Onlar Hz. Peygamber’in mescidinin civarında yaşıyorlardı ve işleri güçleri olmadığı için sürekli Peygamber ile bulunma imkânı elde edebiliyorlardı. Daha sonra çok hadis rivayet ettikleriyle ilgili eleştiriler olduğunda, suffe ehlinden birisi “Biz ticaret yerine hep hadis dinledik” anlamında bir söz söyleyerek bu duruma atıf yapacaktır. Genellikle sahabelerin kendilerine verdikleri sadakalarla geçinirler, onların ikramlarına mazhar olurlardı. Suffe ashabının bu adanmış hayatları sonraki nesiller arasında en çok sûfiler için bir ideal haline geldi ve kendileri de yaşadıkları bölgelerde ve zamanlarda ‘suffe’ ashabı gibi olmak istediler. Buradaki temel mesele, hayatın ihtiyaçlarının küçümsenmesi ve değersiz dünyaya karşı ebedi ve kalıcı olan ahiretin tercihiydi. Tasavvuf kelimesinin köklerinden başka birisi olan suf kelimesi de bu anlamla örtüşür ve dolaylı olarak suffe ashabının yaptıklarıyla sûfiler arasındaki irtibatı pekiştirir.
Tasavvuf kelimesinin suf, yani yün elbise giymek anlamından geldiğini ileri sürenler aslında dikkatimizi giymekten daha çok çıkartılan elbiseye çektiler. Tasavvuf yün giymekten daha çok ve onun öncesinde dokunmuş elbiseleri çıkartmak, bu elbiseleri elde etmenin vasıtası olacak ticareti ve çalışmayı terk etmek, en nihayetinde ise bu ticaretin en önemli değer sayıldığı şehri terk etmekti. Binaenaleyh tasavvufun yün elbise giymek derken dikkatimize sunduğu esas mesele, dokunmuş elbisenin çıkartılmasıyla başlayan şehrin terk edilmesiydi. Müslümanlar bu tecrübeyi esas itibarıyla Hacda yaşarlar ve ihram tam anlamıyla dokunmuş elbise ve onu üreten şehrin reddedilmesidir. Sûfiler yün elbise giydiklerinde iki şeyi birden yaptılar. Birincisi, dokunmuş elbiseleri reddettiler ve bu sayede hayat için çalışmak gailesinden kendilerini uzaklaştırdılar. Çalışmanın terk edilmesi daha sonra sûfiler ile normatif geleneği temsil eden kesimler arasında ciddi bir çatışma konusu olagelmiştir. Haris Muhasibi’den itibaren bu hususta görüş beyan edildiğini görmekteyiz ve sûfiler çalışmak ile tevekkülün sınırlarını belirlerken büyük güçlükler yaşamışlardır. Haris Muhasibi, Şakik Belhi’nin çalışmakla ilgili görüşlerini eleştirir ve fakihlere daha yakın bir görüşte sûfileri toplamak ister. Fakat sûfilerin çalışmak ile tevekkül arasında gördükleri çelişki kolay bir şekilde aşılamamıştır. Bu noktada dikkate değer metinlerden birisi Hanefi fakihlerinden İmam Muhammed’e izafe edilmiş Kitabü’l-Kesb’dir.
Bu kitapta İmam Muhammed, kendisine sûfi diyen bazı insanların çalışmayı tevekküle aykırı sayarak reddettiklerini belirttikten sonra sûfilerin görüşlerini de zikreder. Özellikle kendileriyle yapılan tartışmalarda ticaret yapmaya kaynaklık teşkil eden nasları sûfiler yorumlamışlar ve bu ifadelerin ticaretin lehinde yorumlanmasını doğru bulmamışlardır. Onlara göre Kur’ân-ı Kerîm’de ticaretten söz edilmiş olsa bile ayetler daha çok Allah ile kul arasındaki bir ticaretten söz etmiştir. Pek çok ayet ticaretten söz eder gibi başlamış olsa bile, nihayetinde ‘zarar etmeyecek ticaret’ tabirindeki gibi Allah ile insan arasındaki ticarete sözü bağlamıştır. İmam Muhammed bu görüşleri eleştirse bile ikna edici bir argüman geliştirmiş değildir. Her hâlükârda sûfilerin çalışmak ve ticaret ile ilgili eleştirileri İslam toplumunu ciddi ölçüde etkilemiştir. İşte tasavvuf tabirinin ilk anlamı, bu hayatın terk edilmesidir ve bunun sembolik karşılığı ‘dokunmuş elbisenin terki’dir. Tasavvuf kelimesinin zımnında bulunan bu anlam anlaşılmadan ‘yün giymek’in mahiyeti anlaşılamaz. Yün giymek ancak bu ilk anlamdan sonraki pozitif eylemdir. Dokunmuş elbiseyi terk eden sûfi veya derviş, bu kez zahitliğin ve fakirliğin göstergesi olarak yün elbise giyer. Yün elbise her insanın kolaylıkla ulaşabileceği elbise anlamına gelir ve zamanla hırka veya yamalı hırka şeklinde yeni kelimeler sûfilerin elbiselerini ve yoksulluklarını anlatmak için kullanılacaktır. Tasavvuf kelimesinin bu ikinci anlamı onu suffe ashabından ayırır gözükse bile, işin gerçeği öyle değildir. Belki bu hususta tam tersi söylenebilir: Tasavvuf kelimesinin yün anlamındaki ‘suf’ kökünden türetildiğini ileri sürenlerin en güçlü argümanlarından birisi suffe ashabının yün elbise giymeleriydi. Bu sahabilerden birisi “Biz yün giyerdik ve yağmur yağdığında koyunlar gibi kokardık” demiştir. Pek çok sûfi için tasavvufun yün elbise ile irtibatının en güçlü delili sahabenin bu sözüdür. Demek ki tasavvuf kelimesi, ikinci kez güçlü bir şekilde suffe ashabına dayandırıldı ve sûfiler suffe ashabını zahitlikteki pirleri olarak görmede ısrar ettiler.
Sûfilerin sahabe nesli ile ilgili bu tasavvurları tabakat kitaplarının yazımlarında kendini gösterir. Tabakat kitapları tasavvufun geleneğinin oluşmasında önemli bir rol oynamış ve din bilimlerindeki ‘selef otoritesi’ işlevine sahip olmuştur. Sûfiler zamanları aşarak sûfilerin aynı görüşte ve hepsinin sahabe neslinin izinde olduğunu göstermek için tabakat kitaplarını yazmaya büyük özen göstermişlerdir. Dikkate değer hususlardan birisi, bazı tabakat kitaplarında sahabe neslinin ‘sûfi imamlar’ arasında zikredilmiş olmasıdır. Bazı kitaplar Hz. Ebu Bekir (ra), Hz. Ali (ra), Hz. Ömer (ra) gibi büyük sahabeyi sûfiler arasında zikreder. Öte yandan bu hususta dikkate değer tartışmalardan birisi sahabe adı ile sûfi adı arasındaki ilişkiyi belirlemede ortaya çıkar. Sûfiler kendi devirlerinde yaşandığını kabul edebileceğimiz bir tartışmaya atıf yaparak şöyle bir soru sorarlar: Niçin sahabe neslinde sûfi ismi kullanılmamıştır? Bu soru aslında makul bir soru olarak görülemez. Çünkü bizzat sûfiler kendi tarihlerini ele alırken çok güçlü bir eleştirel söylem geliştirirler ve şöyle derler: “Önceden tasavvufun adı yoktu kendi vardı, şimdi ise adı var, kendi ise yok.” Bu eleştiri hemen hiçbir dini bilimde karşılığını bulamayacağımız bir eleştiridir ve sûfiler bu eleştiriyi bizzat kendi ilimlerine yöneltmişlerdir.
Kim kendi ilmini bu kadar katı ve acımasız bir şekilde eleştirebilir ki? Bu nedenle “Tasavvufa yönelik en büyük eleştiri içeriden gelir” demek yerinde bir tespit olabilir. Binaenaleyh sûfiler böyle bir eleştiriyi dile getirdikten sonra artık bu varsayımsal sorunun bir anlamı kalmamış olabilir. Fakat sûfiler yine de bu varsayımsal soruyu dikkate alarak cevap vermişler ve sahabe ve sûfi isimlerini kıyas etmişlerdir. Onlara göre sahabeden daha üstün bir isim olmadığı için ikinci bir is me ihtiyaç yoktur. Sûfi ismi sahabe isminin ortadan kalkmasıyla birlikte ortaya çıkan boşluğu doldurmak üzere ortaya çıkan ikinci neslin kullandığı bir kelimedir. Öte yandan sahabe ismi sadece Hz. Peygamber’e arkadaşlık yapmaya atıf yapmakla kalmaz, aynı zamanda Hz. Peygamber’e arkadaşlık etmenin insana kazandıracağı ahlaki, zühdü, dindarlığı; kısaca daha sonraki nesiller için sahabe neslinin ifade ettiği bütün manevi değerleri taşıyan geniş kapsamlı bir isimdi. Belki sûfiler, sahabe isminin sadece arkadaşlık anlamına indirgenmesine itiraz eden, bu ismi ahlakın ve dindarlığın temel gereklerine sahip olmakla özdeşleştiren ilk kişilerdi. Başka bir ifadeyle sûfiler, sahabe isminin indirgenmesine karşı durarak kelimenin asli anlamının korunmasını sağlayan kimseler oldular.
Bu hususta üzerinde durulması gereken başka bir konu ise tarikatlar açısından sahabe neslinin anlam ve önemidir. Bu husus, şimdiye kadar değindiğimiz hususlara göre daha çok bilinen bir durumdur. Pek çok insan tarikatların Hz. Ali ve Hz. Ebu Bekir’ den geldiğini bilir ve bu hususta en azından tasavvuf çevrelerinde genel bir kanaat oluşmuştur. Meselenin bir yanı ise ehl-i beyt ve imamları için geçerlidir. Pek çok insan için tasavvuf ehl-i beyt’e dayanır ve özellikle Hz. Ali (ra)’nin tarikatlardaki konumu ehl-i beyt ve tasavvuf ilişkisinin en iyi delilini teşkil eder. Doğrusu günümüzde bu konu üzerinde yeterli bilimsel çalışmanın yapılmamış olması pek çok husus u menkıbe anlatımlarına bırakmış, yalan yanlış değerlendirmeler tasavvufun genel öğretileriyle de çelişerek hakikatlerin yerini almıştır. Öyle ki Hz. Ali (ra) ve kısmen de Hz. Ebu Bekir (ra) üzerindeki vurgu, yukarıda dile getirdiğimiz sahabe nesliyle tasavvuf arasındaki irtibatı anlamsız hale getirebilecek ve bütünüyle kopartacak boyutlara varmıştır. Pek çok insan için tarikat, Hz. Peygamber’in Hz. Ali (ra)’ye zikir telkin etmesiyle başlayan ve müteselsilen devam eden bir kurumdur. Nakşibendilik ise Hz. Ali (ra) kanadına Hz. Ebu Bekir (ra)’i eklemiştir. Bu itibarla hicretteki ‘mağara arkadaşı’ ile hicret ederken evindeki yatağında yatan Hz. Ali (ra) tasavvuf ve tarikatların kaynağı kabul edilmiştir. Hz. Ali (ra) için söylendiği kabul edilen “Ben ilmin şehriyim, Ali kapısıdır” hadisi de bu yaklaşımları güçlendirmiştir. Burada ciddi bir sorun vardır ve o sorunu tam olarak çözmedikten sonra tasavvuf ve din bilimleri arasındaki çelişki giderilemeyecektir.
Şöyle ki: Tarikatlar kaynak olarak Hz. Ali (ra)’yi ve Hz. Ebu Bekir (ra)’i alırken atıf yaptıkları hadiseler genellikle din bilimlerinin kaynaklarıyla doğrulanamayacak hususlardır. Bu sorun belki aşılabilir fakat daha önemli olan sorun şudur: İlk tasavvuf metinleri sayılan kitaplarda bile böyle bir iddianın kaynağını, en azından sonraki dönemlerde kabul edildiği şekliyle bulmak pek mümkün değildir. Öte yandan Hz. Ali (ra)’ye ve Hz. Ebu Bekir (ra)’e tasavvuf ve tarikat ilminin verilmesi iddiası sahabe nesli arasında uzlaştırılması çetin bölünmeler ortaya çıkartır. Çünkü biz Hz. Ali (ra)’ye ve Hz. Ebu Bekir (ra)’e verilen bir ilmin öteki sahabeye niçin verilmediğini izah edemeyiz. Bunu izah edemediğimiz sürece sahabe nesli arasında, birkaç sahabenin bulunduğu seçkinler sınıfı ile çoğunluğun yer aldığı avam sınıfı diye bir ayrım bulunduğunu kabul etmiş olabiliriz. Bu ise bizi baştaki iddialarımızdan uzaklaştırır. Bu nedenle tarikatların zikrettikleri ‘Ali’ye mensubiyet’ meselesini sûfilerin sahabe nesli hakkındaki genel tasavvurlarıyla bağdaştırabilecek bir perspektifle izah edilmesi gerekir. Hz. Peygamber’in Hz. Ali (ra)’ye kimseye vermediği ve kimseye söz etmediği hakikatleri vermiş olabileceğini kabul etmek, tebliğin mahiyetiyle çelişir. Bu konuda şöyle bir yaklaşım tasavvufun ruhuna ve literatürüne uygun düşebilir: Hz. Peygamber bir nesli terbiye ve irşat etmiştir ve her birisine özel ve genel hakikatlerden söz etmiştir. Bununla birlikte Hz. Ebu Bekir (ra) ve Hz. Ali (ra) bu özel bilgileri aktarmada ötekilerden daha öncelikli kabul edilmiştir. Daha doğrusu onların Hz. Peygamber ile ilişkileri kendilerini ‘kaynak’ haline getirmiştir. Yoksa Hz. Ali’nin bildiklerinin ve ona öğretilenlerin öteki sahabeye öğretilmediğini düşünmek, vahyi tebliğin genel mantığıyla bağdaşmaz. Günümüzde tarikatların ve tasavvufun, daha makul bir çerçeveye oturabilmesi için bu men şe sorununu bilimsel bir yaklaşımla çözmeleri bir zorunluluk olarak durmaktadır.
Tarikatlar canlarını Hz. Peygamber’e feda eden iki sahabeyi örnek ve kaynak kabul ederek kendi maksadını ortaya koşmuştur. Tasavvuf, Hz. Muhammed (sav)’de fani olmak ve O’nun vasıtasıyla Allah’a ulaşmak demektir. Çünkü maksat Allah, yol ise Hz. Muhammed (sav)’dir.
Her şeye rağmen Hz. Ali (ra)’nin ve Hz. Ebu Bekir (ra)’in sahabenin pek çoğunda temessül etmiş bir özelliğin daha belirgin bir şekilde kendilerinde gözüktüğü iki sahabe olmasını da göz önünde bulundurmak gerekir. Bu özellik ‘isar’, yani başkasını kendine tercih etmek ülküsüdür. Aslında Hz. Ali (ra)’yi ve Hz. Ebu Bekir (ra)’i tarikatların kaynağı haline getiren hadise hicret esnasında Hz. Peygamber ile olan hadiseleridir. Bu hadisenin doğru anlaşılması, Hz. Ali (ra)’yi ve Hz. Ebu Bekir (ra)’i sahabe nesli arasında ayrıştırmamızı engelleyebilir ve bütün sahabeyi tasavvuf imamları olarak kabul etmemizi mümkün kılabilir. Şöyle ki: Hz. Ali (ra) gencecik yaşına rağmen Hz. Peygamber’in yatağına yatmış, onun canı için kendi canını tehlikeye atmaktan çekinmemişti. Üstelik bu hadisenin ardından “En rahat uykumdu” diyebilmiştir. Hz. Peygamber de kendisine bu süreçte zikir telkin etmiştir. Rivayetler böyle der. Hz. Ebu Bekir (ra) ise hicret esnasında kendisine eşlik etmiştir. Beraber mağarada saklanmışlardır; ayette mağara arkadaşı diye methedilmiştir ve en nihayetinde o da ölümü göze alarak Peygamber’e kalkan olmak istemiştir. Aslında tarikatın bu iki sahabeden başlaması tam da bu noktada anlam kazanır.
Tarikatlar canlarını Hz. Peygamber’e feda eden iki sahabeyi örnek ve kaynak kabul ederek kendi maksadını ortaya koşmuştur. Tasavvuf, Hz. Muhammed (sav)’de fani olmak ve O’nun vasıtasıyla Allah’a ulaşmak demektir. Çünkü maksat Allah, yol ise Hz. Muhammed (sav)’dir. Tasavvuf bu nedenle ‘diğergâmlık’ idealini en faziletli değer kabul etmiş, yaratılmışları Hakk’ın tecelligâhı sayarak onlara hizmeti sülûkun en önemli parçası görmüş, insanlara hizmetten Allah’a ulaşabileceğini söylemiştir. Asr-ı Saadet’i cahiliyeden ayıran şey, bu bilgi olduğu gibi tasavvufun peşinde olduğu şey de tam olarak bu bilgiydi: İnsanlara hizmet, tabiata hizmet, Allah’ı yarattıklarına hizmet ederek tanımak ve sevmek! Sûfiler bu bilgiyi sahabenin bilgisi ve hayatı kabul ederek onlara bağlanmışlardı.
Prof.Dr.Ekrem Demirli,Sufi Şairler
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…