“Âlim” ve “filozof”un yanı sıra “arif”, tasavvufun etkisiyle İslam bilgeliğinde yerleşmiş bir bilgelik ünvanını veya kimliğini yansıtan bir terimdir. İslam dünyasında felsefenin gelişimine paralel bir şekilde gelişen tasavvufi düşüncenin yarattığı “arif” kimliği, filozoflar tarafından da benimsenmiştir. İslam bilgeliğinin başka alanlarında görülen “sufi-âlim” veya “kelamcı-filozof” tipinin yanı sıra İslam felsefesi içinde bir “filozof-arif” kimliği yaratılmıştır. Aşağıda, bu düşünür tipinin yaratılmasına katkıda bulunan İbn Sînâ’nın görüşleri yer almaktadır.
Kuşkusuz ariflerin başkalarından farklı olarak dünya hayatlarında sadece kendilerine özgü makam ve dereceleri vardır. (…) Âriflerin söz konusu makam ve derecelerde gizli bazı durumları ve kendilerinden açık durumları vardır. (…)
Dünya metaından ve güzelliklerinden yüz çeviren kimseye ’zahit’; namaz kılmak, oruç tutmak gibi ibadetlere devam eden kimseye ’abid’; Hakkın nurunun sürekli sırrında parlamasını dileyerek, düşüncesiyle ceberut kutsiyetine yönelene ’arif’ adı özgü kılınır. Bazen bunların bir kısmı diğerleriyle bileşir.
Arif olmayan nezdinde züht, bir tür muameledir: Adeta zahit, dünya metaı karşılığında âhiret metaını satın almaktadır. Arif nezdinde züht, sırrını Haktan meşgul eden şeyden arındırmak ve Haktan ve ibadetten başka her şeye karşı büyüklenmektir. Arif olmayan nezdinde ise züht, yine bir çeşit muameledir. Adeta o, dünyada âhirette alacağı bir ücret karşılığında amel eder ki o da âhirette alacağı, ödül ve sevaptır. Arif nezdinde ise züht, himmetleri ile tahayyül ve vehim güçlerine yönelik bir tür eğitimdir (riyazet). Bu eğitimin hedefi, söz konusu güçleri, kendilerine alışkanlık kazandırmak suretiyle, aldanmışlık âleminden Hakkın katına yönlendirmektir. (…)
Arif İlk Gerçek’i, O’ndan başka bir şey için istemez ve O’nu bilmeye, herhangi bir şeyi yeğlemez ve de İlk Gerçek’e ibadet etmesi, sadece O’nun ibadete müstahak olması nedeniyledir. Ayrıca ibadet İlk Gerçek’e dönük değerli bir bağıntıdır; yoksa ibadetin nedeni, bir arzu ya da korku değildir. (…)
Ariflerin hareketlerinin ilk derecesi, onların ’irade’ dedikleri şeydir. İrade, basiretlinin, burhanı kesinlik ile ya da nefsi iman akdinde dinginleşmiş kimsenin ise sağlam ipe bağlanmak için istekten soyutlanmasıdır. Böylelikle kişi, bitişmenin ruhuna ulaşmak için, sırrını kutsiyete hareket ettirir. Derecesi böyle olduğu sürece, kişi irade edendir (mürittir).
Sonra, hiç kuşkusuz riyazete gerek duyar. Riyazet, üç gayeye yöneliktir: Birincisi, Hakk’ın dışındaki şeyleri Tercihin (îsarın) yolundan kazımaktır. İkincisi, emredici nefsi (nefs-i emmareyi) tatmin bulmuş nefse (nefs-i mutmainne) boyun eğdirmektir. Böylece tahayyül ve vehim güçleri, aşağı durumlarla bağıntılı vehimlerden yüz çevirmiş olarak kutsal durumla bağıntılı vehimlere çekilir. Üçüncüsü ise, uyarılma için sırrın latifleştirilmesidir. Birincisine, gerçek zühdü yardım eder. İkincisine ise, fikirle eşleşen birtakım ibadetler yardım eder. Sonra da vehimlerin kabulünü vaki kılan sözlerin melodilerinden nefsin güçlerine hizmet eden ritmik melodiler yardım eder. Sonra beliğ bir ibare, yumuşak melodiler ve olgun bir düzeyden olan kelam ile söz söyleyen arınmış bir kimseden öğütleyici sözün kendisi yardım eder. Üçüncü gayeye ise, latif düşünce ve tutkunun sultanının değil âşık olunanın seçkin hususiyetlerinin (şemailinin) emrettiği iffetli bir aşk yardım eder.
Sonra, müridi irade ve riyazet öyle bir dereceye ulaştırır ki, Hakkın nurunun üzerinde doğmasından birtakım haz verici sırlar müride görünür. Adeta onlar, kendisine göz çarpıp sonra sönen şimşekler gibidir ki bu da onlar nezdinde vakitler diye isimlendirilir. Her vakit, biri gelen biri giden iki vecd tarafından çevrelenmiştir. Sonra riyazette derinleştikçe, kendisinde bu (bilinçten) perdelenme halleri çoğalır.
Kuşkusuz ki mürit bu hususta derinleşir, ta ki eğitimin dışında da bu hal kendisini kaplar. Her ne zaman bir şey parıldarsa, ondan kutsiyet âlemine yönelir, kendi durumundan bir durumu hatırlar ve onun (bilincini) perdeler. Böylece neredeyse her şeyde Hakk’ı görür. (…)
Mürit riyazetten ulaşmaya geçtiğinde ise, sırrı cilalanmış bir ayna haline gelir. O aynayla Hakk’ın mertebesinin simetrisinde bulunur ve yüce hazlar dökülür. Mürit, Hakk’ın eseri o hazlarda olduğu için kendi kendine sevinir. Bu esnada bir Hakk’a bakar, bir de kendisine bakar. Henüz ikisi arasında mütereddittir.
Sonra mürit hiç kuşkusuz kendinden geçer. Bu durumda sadece kutsiyet canibini düşünür. Şayet kendi nefsini düşünürse, bu düşünüyor olması bakımındandır, yoksa ziyneti bakımından değil. İşte burada kavuşma gerçekleşir.
Arif, şen, nazik, güler yüzlüdür, tevazuundan küçüğe saygı gösterdiği gibi aynı zamanda büyüğe de saygı gösterir. Önemsiz kimseye yer açtığı gibi soylulara da yer açar. Arif, Hak ile ve her şey ile ferahlamış olduğu halde, nasıl güleç olmaz ki? Her şey ile ferahlaması, Hakk’ı onlarda görmesinden dolayıdır. Herkes onun nezdinde nasıl eşit olmasın ki, onlar batıl ile meşgul olan birbirine eşit rahmet ehlidir.
Arifin birtakım halleri vardır ki, diğer meşgul edici işler bir yana, onlarda bir hışırtı fısıltısına bile tahammül edemez. Bunlar, sırrı ile Hakk’a yöneldiği vakitlerdedir. Nefsinden bir perde açtığında ya da vusulden önce sırrından bir hareket olduğunda, bu ya vusul halinde olur ya her şeyden (vazgeçip) Hak ile meşguliyet ile olur ya da gücün genişliği nedeniyle iki tarafı da kuşatmakla olur. Aynı durum keramet kisvesi içinde geri döndüğünde de olur ki, bu durumda arif, Allah’ın yaratıkları içinde onun güzelliğiyle en sevinçli olan kimsedir.
Arifi, tecessüs ve tahassüs ilgilendirmez, kötüyü gördüğünde öfke ona hakim olup tıpkı merhametin gitmesi durumundaki gibi onu rahatsız etmez. Zira o, Allah’ın kader hakkındaki sırrıyla aydınlanmıştır. İyiliği emrettiğinde, zorlayıcı bir kin ile değil, nasihat edenin yumuşaklığıyla bunu yapar. İyiliği işlediğinde ise, bazen ehlinden başkasından onu gizler.
Arif, yiğittir. Ölüm korkusundan uzaklaştığı halde nasıl yiğit olmaz ki? Arif cömerttir, batılı sevmeden uzaklaştığı halde nasıl cömert olmasın ki! Arif hoşgörülüdür, insan zilletinin kendisini yaralamasından nefsi daha büyükken nasıl hoşgörülü olmasın ki! Kindar değildir, zikri Hakk ile meşgulken nasıl kindar olsun ki! (…)
Hakkın katı, her gelen ya da muttali olan için bir yol olmaktan münezzehtir. Ona ancak tek tek kişiler şeklinde ulaşılabilir. Bu nedenle, bu bilim dalının içermiş olduğu şeyler, gafil kimse için gülünç, elde eden için ise ibrettir. Onu duyduğu halde kendisinden yüz çeviren kimse, nefsini suçlamalıdır. Belki de nefsi, o konuya münasip değildir: ’Herkes yaratıldığı şeye kolaylaştırılmıştır!’
İbn Sînâ, İşaretler ve Tenbihler, Çev. A. Durusoy, M. Macit, E. Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul 2005, s. 182–190.
Bize Yön Veren Metinler,Cilt.2
Derleyen:Alev Alatlı
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…