• Kur’an (bunu) kime söylüyor (=kime sesleniyor, kimi muhatab alıyor)?
Yazılı ya da sözlü her söylemin bir muhatabı vardır ve bu nedenle söylenen şey’i an la lı kılan, söylenen şey’in kendisine anlamlı gelebileceği (ve zorunlu olarak, söylenen şey ‘in an lamını kazanacağı) yer’de duran kişidir. Söylenen şey, bir zaman diliminde söylendiğinden, ewelemirde bir ilk muhataba söylenir.
İlk muhatab bir bakıma söylenen şey’in söylenme sebebi de olduğundan, söylenen şey, herkesten önce ona (onun için) anlamlıdır.Dolayısıyla bir Kur’an ayetinin (doğru) anlamı, onun ilk muhatabı için varid olan anlamıdır. Diğerleri sadece söylenen şey’in dolaylı muhatabları olmak mevkiindedirler ve anlam -sanılanın aksine- zaman geçtikçe güçlenen, belirginleşen değil,zayıflayan,hatta kaybolan bir şeydir; zira burada kaybolan, ibarenin kendisive ” kendisinde m ündem iç anlam” değil, ibarenin muhatabı,dolayısıyla bağlamıdır.
Kime seslenildiği bilinmediğinde, söylenen şey’in anlamı ortadadır demektir ve bu sebeple her muhatab anlam’ı ‘kendisi için’,’yeniden’ ve -kaçınılmaz olarak- ‘farklı bir biçimde’ üretmek durumundadır.
Sözgelimi -daha önce de zikretmiş olduğumuz”وَاسْتَعِينُواْ بِالصَّبْرِ وَالصَّلاَةِ” (Bakara: 45) cümlesinin anlamı muhataba göre -mesela hitabın yahudilere yapıldığı kabul edildiği takdirde farklılaşacağından,(bir bakıma başkalaşacağından)artık ibare siyak ve sibakı içerisinde farklı (başka) olgulara gönderide bulunmuş olacaktır.Diğerleri ayetin dolaylı muhatabları olduklarından, anlamı-aynı doğrultuda olsa bile- ‘kendileri için’ ve ‘yeniden’ üreteceklerinden,söylenen şey, her defasında ister istemez anlatılan değil,anlaşılan olacaktır; zira hitab, gerçek muhatabını bul(a)mamıştır.
• Meseleyi biraz daha açmak ve dolayısıyla muhatabın tayini probleminin, bir ayetin anlamının yeniden üretilmesine nasıl yol açtığını göstermek için “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir“ (Mâide: 44) ayetini (doğrudan veya dolaylı) muhatabları açısından ele alacağız. Ayetten açıkça anlaşıldığı üzere, ibare “Allah’ın indirdiği“ ile hükmetmeyen kimseler hakkında bir hüküm bildirmekte ve bu cürmü işleyenlerin kâfir olduklarını ilan etmektedir. Şimdi yukarıdaki sorumuzu tekrarlayalım:
Bu konuda Taberî’nin (öl. 310/922) aktarımlarını mesned alarak muhatabları iki ana sınıfa ayıracak ve bizim için gereksiz detaylardan imtina edeceğiz:
1-Bunlar, Allah’ın Kitabı’nda (Tevrat’ta) indirdiği hükmü gizleyen ve Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyip, Allah’ın Kitabı’nı değiştiren, tahrif eden yahudilerdir. Burada muhatabın Benî İsrail, Yahudiler, Hristiyanlar (Ehl-i Kitab) ve hatta tüm Ehl-i Şirk olup Ehl-i İslâm olmadığı bilhassa vurgulanmaktadır.
2-Bu ayette (Maide, 44) sözü edilen kâfirler ile kastedilen Ehl-i İslâm’dır; {zâlimler ile yahudiler, fâsıklar ile de hristiyanlar kastedilmektedir.) (Taberi, 1984: V/258-259)
Burada muhatapların niteliği, ayetin anlamı bakımından müşkil bir durum ortaya çıkarmaktadır; zira ayetin muhatabı müslümanlar olarak kabul edildiği takdirde, Allah’ın bir emrini yerini getirmeyen veya bir iplinden kaçınmayan bir müslüman Allah’ın indirdiği ile hükmetmiş olmayacağından, kâfir hükmünü haketmiş olmakta ve bu mesele ister istemez iman-amel probleminin sahasına girmektedir.Oysa Sünni ulema,kişinin inkar etmedikçe işlediği bir günahın onu kâfir yapmayacağı fikrinde uzlaşı sağlamış ve —meselâ Ebu Hanife iman ile ameli birbirinden ayırmıştır. (Ebu Hanife, 1992: 24)
Üstelik ayet, daha ilk dönemlerde Haricî militanların parola haline getirdikleri bir inancın en önemli dayanaklarından biri olması hasebiyle, mevcut siyasal ve sosyal uzlaşım, ayetin bu şekildeki yorumuyla birlikte tehdid altına girmiş olacaktı. Nitekim günümüzde de herhangi bir İslâm ülkesinde mevcut siyasî iktidarla fiilî mücadele halindeki her İslâmî söylem, bu ayeti özellikle ve elbette tekfir amacıyla; bu yorumun tehdidi altında kalıp meşruiyyetlerini halklarına izah edemeyen iktidarlar ise, karşı te’villeri kendilerini müdafaa amacıyla kullanmaktadır.
Ayetin ehl-i kitab veya ehl-i şirk hakkında nazil olduğunu söylemek, sorunu temelinden halletmemektedir; zira sebebin hususiliğinin, hükmün umumiliğine mâni olamayacağı taraflarca kabul edilmiş bir kaidedir. Bu nedenle daha başka çözümler bulunmalıydı ve bulunmuştur da:
Dikkat edilecek olursa bu izahlar, ayetin muhatabları içerisine müslümanların dahil edilmesiyle birlikte bir değer taşımaktadırlar; aksi halde, yani muhatab yahudiler veya müşrikler olduğu takdirde, bu izahların hiçbir değeri kalmamaktadır.
Bu misalden de anlaşılacağı üzere, söylenen şey’in kimi muhatab aldığı oldukça önemlidir ve muhatab ortada olmadığında anlam da ortada değildir. Muhatabın tayin edilememesi halinde, söylenen şey’in anlatılan değil, anlaşılan olması, anlama faaliyetinin öznesi durumunda dan kişi veya kişilerin muhatab olarak tayin etmeleriyle sonuçlanması demektir.
Bu (dolaylı) muhatablar sayesinde yeniden üretilen anlam ise, artık hakkında bize orijinal bir bilgi vermeyecektir; sadece söylenen’den harekede başka olguları bize açıklayacaktır o kadar! Çünkü anlama faaliyetinin istikameti, burada, söylenen şey e doğru değil, söylenen’den harekede başka anlam dünyalarına doğrudur..
Dücane Cündioğlu – Kuran’ı Anlamanın Anlamı,syf:63-66
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…