Anlam Katmanları
Varlık tek katmanlı değil, çok katlı… Varlığın yaratılışında katmanlar olduğundan kendisini oluşturan her bir şeyin yapısında da mertebeler vardır. İlmin derecelerinden bahsediyoruz mesela; bilenlerle bilmeyenler bir değildir.
İnsan dendiğinde de, bu meseleyle karşılaşıyoruz. İnsan, et ve kemik şeklindeki yapıdan ibaret değil; insanın bir iç dünyası var, bu iç dünyada mertebeler bulunur. Kadim bilgelik anlatıları ve dinler insanın bu hakikatine dikkat çeker; insan derken, daha çok bu tarafına vurgu yapmış olurlar. İslam ve İslam’ın tasavvufi yorumu da bunu söyler; Yunus Emre’nin şiirinde olduğu gibi, “Bir ben vardır bende, benden içeri” der.
Arifler, katlar/mertebeler bahsini, Kur’an-ı Kerim’den hareketle ve bir sistem içinde anlatır. Sistem, bir mantığın devreye girmişliğini ifade ediyor. Vahiy ve ilham ise mantık dışı olmasa da mantık-üstüdür; çoğu zaman mantığı aşar. Mesela Muhyiddin-i Arabi, 37 ciltlik Fütûhat-ı Mekkiyye için “özet” der. 37 ciltlik kitap neyin özeti olabilir? Bu eser okunduğunda, bir sistem ve kronolojinin olmadığı görülecektir. Müellif, bunu eserin ilhamla yazılmasıyla açıklar. Eserin kurgusuna çok da müdahale etmediğini, ilham üzere oluştuğu gibi bıraktığını söyler. Kur’an-ı Kerim’in yapısı da böyledir. Miras hukukunun anlatıldığı yerde birden salât bahsi geçer; “Namazlara ve orta namaza devam edin. Allah’a gönülden boyun eğerek namaza durun!” denir. Sonra tekrar miras bahsine devam edilir. Orta namaz nedir, miras hukukunun anlatıldığı yerde niçin ona vurgu yapılır, dahası Kur’an neden bu yapı üzerinde gelişmiştir? Bu durum, müfessirler için bir yorum vesilesi olmuş. Temel görüş, burada bir sırrın olduğudur. Allah, murad etseydi vahyi kronolojik sırayla; giriş, gelişme ve sonuç komposizyonu içinde indirebilirdi. Ama bu yapılmamış; bir dikkat, bir incelik, bir derinlikten vahye gitme mesuliyeti yüklenmiş insana.
Kur’an-ı Kerim’in yapısındaki bu sır ve bu sırrın işaret ettiği mesuliyet önemli. Fütûhât-ı Mekkiyye kitabı, müellifi rehber edinenleri bağlar; onlar eseri okur, şerhlerle anlamaya çalışırlar. Peki, Kur’an-ı Kerim? Bütün insanlık muhataptır ona; ben, sen, o, hepimiz Allah’ın vahyindeki maksat ve muradı anlamak durumundayız. Şüphesiz Kur’an ayetleri açıktır, zahirî anlamlarını bir şekilde anlamak mümkündür. Ya Kur’an-ı Kerim’in bütünü, yapısı, anlam katmanları? Şahsi bir okuma ve müktesebat yetmez! Gramer özelliklerine yoğunlaşarak da mesele hâl yoluna koyulmaz.
İbn Arabî, “Ben bir ayeti alıyorum,” diyor, “o ayeti şeriat çekmecesinden çekip önce gramer özelliklerine bakıyorum, hukuki çıkarımlar neler olabilir onları söylüyorum. Beşerî bilgiler düzeyinde izahını yaptıktan sonra çekmeceyi kapatıyorum. Aynı ayeti, bu sefer bir üst çekmeceden yani tarikat/yol çekmecesinden çekiyorum. Allah’ın sözünü bu sefer tarikat nokta-i nazarından açıklayıp yerine koyuyorum. Aynı ayeti sonra marifet çekmecesinden çıkarıyor, bu düzeyden ayete bakıyorum. Ayeti en son hakikat çekmecesinden alıyor, bana açılan bilgiler düzeyinde kendisine gidiyorum.” İbn Arabî, bir ayeti dört derece üzerinden tefsir ediyor, sadece dilbilimsel özelliklerinden ve hukuki çıkarımlardan hareketle yapılan bir tefsirle yetinmiyor.
Canlı Kitap
Kur’an’ın hakikati, metinden ziyade ruhuyla ilgili bir husus Bu da, canlı Kur’an Hz. Peygamber’in rehberliğine işarettir. “Hz. Peygamber nasıldı?” sorusuna, Hz. Aişe(r.a) validemizin cevabı şuydu: “O yürüyen Kur’an’dı.” Bu çok önemli bir nokta… Malum, “İkra!” ile inmeye başlıyor Kur’an-ı Kerim ayetleri. Hz. Peygamber’in vefatından sonra da ayetler bir araya getirilerek Kur’an-ı Kerim oluşturuluyor. Peki, daha okunacak bir kitap yokken ilk ayet, “ikra!” hitabı neye işaretti? İnananlar neyi okuyacaktır? Cenab-ı Allah; “Şüphesiz bu Kur’an bir gizli kitabın içindedir. Ben size bu kitabı gizli bir kitap içinde gönderdim” diyor. Bu ne demektir?
Salt sarf ve nahivden hareketle yapılan tefsirler bu soruların cevabını veremiyor. Ariflerin tefsirleri sayesinde meselenin hikmetini öğreniyoruz. İrfani tefsirler dikkatimizi anlam katmanlarına, mertebelere çekiyor. Mesela Peygamber Efendimizin şöyle bir hadis-i şerifi var: “Kur’an ve insan ikiz kardeştir. Aynı kaynaktan doğan ikiz kardeş; biri harfe bürünerek vahiy , diğeri ete kemiğe bürünerek ‘insan’ adını almış. îbn Arabi nin yorumu şöyle: “Elimizle tuttuğumuz Kur’an değil, Mushaf’tır. Mushaf’ın içinde Kur’an, Kur’an’ın üstünde Ümmü’l-Kitap, Ümmü’l-Kitab’ın üstünde de Levh-i Mahfuz var; Levh-i Mahfuz’dan da, “insan” kitabı geliyor. Dolayısıyla insan-ı kâmil ile Kur’an aynı şeydir.” Bu yorumu Hz. Ali(kv) ve karşıtları bahsi üzerinden de okuyabiliriz. Malum, Hz. Ali karşıtları mızraklarının ucuna Kur’an ayetlerini takar. Kur’an burada demek suretiyle kararsız kitleyi taraflarına çekmek için… Hz. Ali Efendimiz bu noktada muhteşem bir şey söyler. Kur’an ayetlerini mızraklarının ucuna takan tarafa yönelen kitleye hitaben, “Nereye gidiyorsunuz? Kur’an’a gitmiş olmuyorsunuz, Kur’an benim!” der. Kur’an-ı Kerim’in mushafına değil, hakikatine işarettir bu sesleniş… Dolayısıyla Kur’an-ı Kerim’in hakikati Mushaf’a bakarak, gramer özellikleri çözülerek anlaşılmaz; insan-ı kâmil üzerinden anlaşılabilir. Değilse, herkes Kur’an ayetleri okuyabilir, zahirî anlamlarından hareketle bir yoruma gidebilir. Şeytanın 104 kitabı ezberden bildiği söylenir. Bilgi yetmiyor ki, şeytan kovulmuştur. önemli olan, yürüyen Kur’an olmaktır, însan-ı kâmil olduğunuzda Kur’an olur, Kur’an konuşursunuz, indirilen Kur’an var, bir de konuşan/yürüyen Kur’an. Gelenek, “İnsan-ı kâmil, konuşan Kur’an’dır” der.
Yedi Katlı İnsan
Kur’an-ı Kerim’e ve Peygamber Efendimizin hayatına baktığımızda mertebeleri görüyoruz; varlığın ve insanın hep derecelendiğini. ..
İnsan-ı kâmil, en üst mertebeyi işaretliyor. Demek ki altlarda da mertebe bulunmaktadır. Nedir bu mertebeler?
Bir piramit örneği üzerinden gidelim. En geniş alan piramidin en alt kısmıdır. Piramit yükseldikçe alan daralır. İnsanların çoğu, piramidin en alt kısmına karşılık gelir; çoğunluk altlarda yaşar. Nitelik ve dereceye vuruldukça insanların sayısında azalma olur. Zirvede çok az insan kalır. Zirve; çoğunluktan ayrılmak, yalnız kalmak demektir. Kur’an; çoğunluğun bilemediğini, çok az insanın hakikati kavrayabildiğini belirtir.
İrfan geleneğinde “yedi katlı insan modeli”yle karşılaşıyoruz. Kur’an-ı Kerim, Hz. Peygamber’in sünneti ve İslam’ın ruhundan hareketle bu model belirlenmiş. Haricî bir okumaya yaslanmıyor bu model, çıplak bir metin okumasından çıkmıyor; Kur’an ruhunun verdiği ilhamla doğuyor.
Yedi katlı insan modeli, nefs-i emmare ile nefs-i safiye arasın- dakileri içeriyor. Bir makamdan diğerine geçme şeklinde uzayan bir iç merdiven modeli. Her makamın bir hususiyeti ve özelliği var; insan hangi makamdaysa makamının hususiyetlerini taşıyor. Nefs-i emmare, insamn en alt makamım oluşturuyor. En altta, yanı nefs-i emmarede, insan büsbütün kötü/aşağı olana açıktır; iyiye kapalı bir alan… İnsan içindeki kötü sese kulak’kesilir, bu sesin işaret ettiği yere gider. Kendisinde eksiklik, yanlışlık görmez; günahkâr olduğunu düşünmez. Arifler, bu mertebedekilerin münafık ve fasıkların özelliklerini taşıdığını söyler. İlginçtir; Müslüman da olsa, eğer nefs-i emmare mertebesinde yaşıyorsa münafık ve fasık gibi olur. Nefs-i emmareden çıkmak için Müslüman olmak yetmiyor, daha fazlası gerekiyor; nefsin tezkiyesi, terbiyesi lazım… Nefsin sesini kısmak, bu ruhun gürleşmesine imkân vermek…
İnsan bir nevi içinde miraç yaşarak nefs-i emmareden nefs-i levvameye yükselmeli. Nefs-i levvamede insan, nefsinden yana düşmez; eksik ve günahkâr olduğunu düşünür. Nefs-i levvameye yükselmiş insanda insan-ı kâmile doğru seyir vardır. Kişi nefs-i emmarede sosyolojik olarak Müslüman’dır, nefs-i levvamede ise Müslüman olmaktan yana tercih yapmıştır. “Ey iman edenler, iman ediniz!” diyor Allah. Arkasından nefs-i mülhime geliyor. İlhama açık nefs demektir; nefs, tövbe, zikir, rabıta ve mücahedeyle günahların ağırlığından ve şehvet bağından kurtulunca, ilham ve feyiz almaya kabiliyet kazanır Sonra nefs-i mutmainne gelir. Dördüncü makamdır bu; ızdıraptan kurtulma, huzura erme hâli… İlim ve amel sahibi insanların vasfı… Bir sonraki mertebede, nefs-i radiyyeye çıkılır. Burada büsbütün Allah’tan razı olunur; sefaya da belaya da aynı nazarla bakılır. Çıkış bitmez, nefs-i mardiyyeye varılır. Allah’ın razı olduğu nefsin mertebesidir bu. Nefs-i kâmile, çıkılabilecek en son mertebelerdendir; seçkin, saf, tertemiz nefs demektir.
Yukarı ile aşağı arasında derece ve anlayış farkı vardır. İdeal sistem, yukarılara çıkabilmiş, nitelik olarak örneği az, seçkin insanların yönetimi demektir. Seçkinler yönetir; çoğunluk yönetilir. Başlar ayak, ayaklar baş olduğunda sistem çöker. Bunu tarihte test etmek mümkündür. Bu anlamda Osmanlı pratiğini önemsiyorum; üst noktalarda duran bir değer olduğunu düşünüyorum. Mesela Osmanlı sultanının tahta geçmesi, Eyüp Sultan’da kılıç kuşanmasıyla gerçekleşiyor; sultan, bu sayede meşruiyet kazanıyor. Sultana kılıcı kuşatan kim? O dönem Osmanlı’da yaşayan Ehl-i Beyt’ten en öndeki şahıs… Osmanlı sultanı meşruiyeti ve vekâleti Ehl-i Beyt’ten almış oluyor. OsmanlI’nın referansının ne ve kim olduğunu gösteren bir örnektir bu.
Evet, yukarıya çıkmak, yukarıda yaşamak; bir nitelik, bir değer meselesi… insan aşağılardan yukarıya doğru mesafe katederek insan-ı kâmil olur. İnsan-ı kâmil mertebesinde mümin ve insan; nefs-i emmarede ise münkir ve beşer olunur.
Mahmut Erol Kılıç – Hayatın Satır Araları,syf:71,77