Anlam İndirgemesi
Kelimenin, sosyolojik bir olgu olarak toplum içerisinde herkes tarafından aynı anlam çerçevesine sahip olmasının iletişimin bir şartı olduğu yazan Halil İnalcık, anlamı kesin sınırlarla çizilmemiş bir fikrin aktarılamayacağını ve yorumlanamayacağını belirterek hermenötiğin (yorumbilim) temel konusu olarak dilin aktarım aracı olmasına işaret eder. Yunan mitolojisinde “Tanrının buyruklarını insanların anlayabileceği bir dile çeviren haberci” olan Hermes ten türetilen Hermenötik bilimsel terim olarak; belirli bir kültüre ait metin ya da düşünceyi yaşanılan dünyaya anlaşılır biçimde aktarma/çevirme sanatıdır. Islâm dünyasında Kuran tefsirine giriş için usûl adı altında başlamış olan hermenötik, Avrupa’da XV. asırda, Tanrının sözlerini doğru anlama çabası olarak hümanistik bir karakterde ortaya çıkmış ve evvela teoloji ve edebî metinler üzerinde belirmiştir.(41)
Daha sonraları Dilthey üzerinden Weber’le sosyalbilimler alanında da yaygınlaşan ve Tarihçi Okulun salt deneysel değerlendirmelerinin ötesinde anlayış sosyolojisinin de kapılarını aralayan yorumbilim, metinleri doğru anlamanın anahtarı sayılabilir. Özellikle sınırlı bir zaman ve mekâna dair tespitlerin dillendirilme- sinde karmaşıklığa karşı bir deva gibi sunulan indirgemeciliğin ya da bugün tarihî ve sosyal şartları anlaşılır kılma gayesi taşıyan diğer yaklaşımların bir anlamda tam karşısında yer almaktadır. Her ne kadar Dılchey’in ideoloji konusundaki ve Weber’in din sosyolojisi alanlarındaki çalışmalarında net ve tutarlı bir yorumlama/ anlayış hâsılası görülmese de kendi başına hermenötik, zamanın ruhuna eğilme imkânını daima barındırmıştır. Nitekim onun eksikliğinin en yoğun ve en maksatlı bir şekilde kullanımını gördüğümüz oryantalizm son yüzyıllarda en sığ, en ilgisiz ve samimiyetsiz örneklerini üst üste sıralamaktadır. Bir sömürgecilik yöntemi olarak oryantalizm, aynı zamanda bu sömürüyü meşrulaştırmak adına hayalen başvurduğu Doğu imgesinin çatısı altında gizemi, en rafine bir alan olan mistisizmden en kaba cinselliğe kadar her alana yayarak kullanmış ve Avrupalının zihninde haklı bir keşfin kapılarını aralamayı fasılasız sürdürmüştür.
Edward Said’in meşhur eseri(42) sayesinde açık bir hâl alan bu durum, sömürgeciliğin bir vasıtası olan işbirlikçilik ile birleşerek -yanlış bir şekilde kültür emperyalizmi adıyla anılan- kültürel intiharların da hem tahakkukuna hem de izahatına yol vermiştir: Tekniğe dayalı maddî kudret sahibi stratejik hamleler kaleleri içerden fethetmiş, Doğu diye zikredilenin içinde Batı-dışı’nı yeniden üretmişlerdir. Oryantalizmin yoğun entelektüel uğraş alanları olan mistisizm, iktisat, şiir ve resim sanatlarından ziyade sinema, roman ve sosyoloji gibi daha geniş kitlelere açılım imkânı barındıran sanadar ve fikriyat üzerinden zihnî modernleşmenin kapılarını aralamışlardır. Bu anlamda evvela modernlik yanlıları üzerinde oldukça etkili olduğu görülen bir tarih yazımına girişilmiştir.
Böylece maddî bir tehdit oluşturmayan Hindu ve Uzak Doğu maneviyatları yüceltilirken -değer değişimi ve dünyevileşme sorunsallaştırılmaksızın- İslâm’ın cihat odaklı fetihçi organizasyonları, İktisadî geri kalmanın da yolunu açtığı iddia edilen rasyonalizm dışı yapılanmalar için örnek hâline getirilmiştir. Weber, anlayış sosyolojisi etiketi altında dinlere dair İktisadî tespitlerini yaparken geleneksel Avrupa düzenini temelinden sarsan Protestan ahlakının kapitalist sermaye birikimi için sahip olduğu avantajların karşısına İslâmî toplumların sathî bir analizini yerleştirmekten çekinmemiştir. Ya da diğerlerine göre daha objektif bir tutuma sahipmiş gibi yaklaşsa da Maxime Rodinson da neticede İslâmî toplumsallığın Orta Çağ’da ticarî kapitalizmi yarattığını ileri sürebilmiştir. Yerli düşünürler de her ne isimlendirme kullanırlarsa kullansınlar İslâm topraklarındaki gelişmeleri -mülkiyet ilişkileri temelinde- bambaşka niteliklerle inkişaf eden Avrupa değerleriyle izah etmeye çalışmışlardır.
Self oryantalizm diye anabileceğimiz bu ikinci durum, modernleşme süreci içinde sanatın modernleşmesini kolaylaştıran bir toplumsallık üretmiş ve tarihle birlikte dini, kültürü, siyaseti ve onlara ait eserleri yoğun bir yabancılaşmaya maruz bırakmıştır. Kültür dünyasını biçimlendirdikleri düşünülen, oysa ekseriya birer kültür aracısı konumunda bulunanlar; din, tarih, edebiyat ve sanat meselelerinde Avrupa burjuvazisinin ideolojik zaviyesinden dünyaya bakmakta, zihniyet ve onu temsil eden dünya görüşlerini de bu hâlde şekillendirmektedirler. Bunun yanı sıra özellikle kültür endüstrisinin gücüyle paralel bir şekilde popüler sanat ve edebiyatın tüm tekniklerini kullanarak hayalî ve uydurma karakterleri, gerçek kişi ve değerlerin adları üzerine giydirmektedirler.
Son yıllarda esas kaynağını Avrupa’nın mistik hezeyanlarının oluşturduğu Doğulu bilgelik safsatalarıyla örülü Mevlana imgesi bu yönden kültür endüstrisinin en popüler müracaat noktaların- dan birisi olmuştur. Bu popülaritede rahatsız edici olan yukarıda işaret edildiği gibi gerçeğin görmezden gelinerek üzerinin kapatılması ve hayalî bir imge etrafında oluşturulmuş halelerin ideolojik şablonlar içinde eritilmesidir. Sorun, kültür faaliyetlerinin cirosunun yükselmesi, kitap okunurluğun artması, yazarların madden kazanmaları gibi nicel yönlerle tartışılacak bir sorun olmaktan ziyade modernleşmenin toplumun zihniyetini formatlayarak yeniden biçimlendirmesidir. Bu biçimlendirmede kullanılan vasıtaların, toplumca sahip çıkıldığı düşünülen bir değerler dizgesi üzerinden kullanılması hakikatin saptırılmasından sonra meselenin en hazin tarafını oluşturmaktadır.
Avrupa’da özellikle 1960’larda başlayan eleştirel gençlik hare kederinin yayılımında moda olmaya başlayan Doğu/Uzak Doğu hülyalarına bağımlı duygusal tepkilerin bir benzerinin yansıması olarak Türkiye’deki bir yayıncılık anlayışının İbn Arabi’ye ait Endülüs Sufileri adlı eserine iliştirdikleri bir dipnot burada anlatılanı örnekleyecek niteliktedir. 1212’de Selçuklu hükümdarı İzzeddin Keykavus’un kendisine bağlı topraklarda yaşayan Hristiyanlara nasıl davranması gerektiğini sorması üzerine İbn Arabi, Fütuhat’ta bazı hususlara dikkat çeker. Azınlık olmalarına rağmen ülkede çanların çalınmasını, çoktanrılı öğretimi, inançsızlık gösterilerini ve bunlara karşı kısıtlamaların gevşetilmesini İslâm ve Müslümanların başına gelmiş en kötü şeylerden birisi olarak niteleyen İbn Arabî, cevabında şöyle der:
“(…) yeni kiliseler, rahibe manastırları, manastırlar, hücreler yapmamalıdırlar; harabeye dönüştürülenleri yenileştirmemelidirler; kiliselerinde, herhangi bir Müslüman’ı üç geceden az olmamak koşuluyla konuk etmeli ve ona yemek vermelidirler… Müslüman olmak isteyen akrabalarına engel olmamalılar; Müslümanlara saygı göstermeliler ve gördüklerinde ayağa kalkmalıdırlar.” (43)
Bu noktada self oryantalist yaklaşımın da Tanzimat Fermanı ile getirilen vatandaşlık statüsünde ilgilerini çeken seküler, demokratik ve hümanist karakter ile uyuşmayan bu tavsiyeyi olumlu karşılaması beklenmemelidir. Nitekim yayınevi, kitabın yukarıdaki kısmında çıkarılan bir dipnotla bunu eleştirir ve bu ifadelerin “alışıldık sûfi hoşgörüsü” dışında olduğunu yazma gereği duyar. Elbette bunu yaparken alışıldık sûfî hoşgörüsünün ne olduğunu belirtme gereği görmemişlerdir. Ki belirtecek, en azından vurgudaki anlamda sûfî hoşgörüsü diye bir şey de zaten mevcut değildir.
Oryantalistlerin tasavvufu İslâm’ın zahirî temellerinden ayırmaya gayret edişlerinin bir neticesi olarak okunabilecek bu değerlendirmede îbn Arabî nin, Haçlı Seferleri nedeniyle harp durumu içinde İslâm fıkhına tâbi olarak zahirî bir hükümle cevap verdiği ıçin de gözden kaçırılmaması gerekmektedir.
Oldukça yaygın bir biçimde kullanılan bu indirgeme tarzında kelimeler, sanki tasavvufun bir ıstılah sistemi yokmuş gibi daima mekânsal ve zamansal sapmalar içinde kullanılmıştır. Örneğin burada hoşgörü kelimesi Avrupa kaynaklı tolerans (müsamaha) kavramının yerine kullanılmaktadır. Tasavvufı çerçevede hoşgörü ise Yunus Emre şiirlerinde kullanıldığı gibi Allah’ın yaratma fiilinin bir cevabı olarak yaradılmış olanda aranacak hoşluk ve güzellikle alakalıdır. Ki özellikle Yunus ve Mevlâna’nın şiirlerini yorumbilim ve anlayış göz ardı edilerek modern dönemlerin öğretilerine, kültürel yapılanmalarına uygun bir hâle getirme gayretleri de bu sapmalar için birçok örnek içermektedir. Mevlâna’nın ve öğretisinin vefalından yüz yıllar sonra Aydınlanmada ortaya çıkan hümanizm kavramına indirgenmesi de bunun bir örneğidir.
“Eski Yunan ve Latin felsefe ve kültüründen etkilenmeyi, Tanrıya karşı insanı, vahye karşı aklı, dine karşı pozitivist bilimi konumlandırarak yücelten Hümanizm kavramıyla, bir mümin, bir Islâm âlimi, Müslüman bir sûfî, bir Allah dostu olan Hz. Mevlanayı nitelendirmek yanlış ve yakışıksız olacaktır”diye yazan Karaköse, onun bir filozof olmadığını, hakikati anlamada felsefeyi yanlış ve aklı yetersiz bulduğunu hatırlatır.(44)
Bu örnekler, ideolojik ve çağdaş yönelimlere uygun olarak kadim değerlerin, modern anlayışlara indirgenmesi ve hakikatin doğasının sembolik ürünlerinin, alegorik bir süslemeye dönüştürülmesinin bazı ipuçlarını içermektedir. Aşk gerçeğinin ilahı içeriği hormonal salgılarla, hilafet sırrına sahip insana dönük sevgi hümanizmle, bir hukuksal boyut olan ve Islâm’a mütevveccih olan kardeşlik olgusu barışçılıkla izah edilirken ârif ya da veliullah nitelemeleri de zamanla yerini Orta Çağ Islâm düşünürüne bırakmaktadır. Tüm bunların içsel ve dışsal sebepleri de modernleşmeci bir çizgide buluşmaktadır. Bu çizgi, oryantalizmle meşrulaştırılmak istenen bir kültürel işgalle neticelenecek olan zihniyet dönüşümü ile kültür endüstrisine hizmet edecek popüler tarihçiliğin sunumunda ortaya çıkan ve giderek kalınlaşan bir çizgi olarak kültür dünyasını da karartmaktadır.
Alper Gürkan – Dünyevi Aklın Buhranı,syf.84-89
Dipnotlar:
41 İnalcık, Halil (2005) Doğu Batı Makaleleri Doğu-Batı Yay., 2.Baskı, İstanbul; s.36-50.
42-Said, Edward (1998) Oryantalizm, İrfan Yay., Tere.: Nezih Uzel, Istanbul
43-Ibn Arabi (2002); Endülüs Sufileri, Dharma Yay., Terc.:R.Algan, İstanbul; s.38.
44 Karaköse, Şaban (2011); Mevlana Hümanist midir?, http://www. fihimafih.org/ ?&Bid=886307. Erişim: 18.04.2013.