Giriş
Çok iyi bilinen bir husustur ki, Türk örfünde ve töresinde devlet, devleti kuran ailenin (hanedanın) erkek fertlerinin ortak malı kabul edilir, hanedana mensup fertlerin tamamının devlet yönetimine katılma hakları bulun” maktadır. Devlet, kutsal bir varlık olduğu gibi, onu kuran ailenin fertleri de kutlu kişilerdir. Devletin başında bir hakan bulunur. Hanedana mensup olan diğer fertler ikinci, üçüncü dereceden yöneticiler olarak ülkenin (Devletin) kendi payına düşen yöresini elinde bulundurur ve baştaki hakana tabi olarak yönetime iştirak ederler. Bu hiyerarşinin bozulması durumunda hanedan üyeleri arasında savaşlar vuku bulmaktadır. Zaman zaman bu savaşlar sırasında hanedan üyesi olan prenslerin ölümleri veya öldürülmeleri de meydana gelmektedir. Bu prenslerin kanlarının yere (toprağa) akması uğursuzluğa ve talihin dönmesine sebep olacağına inanıldığı için, onların boğularak öldürülmelerine azamî itina gösterilirdi. Bu inançlarından dolayı Türkmenler hakan soyundan olmayan kişilerin etrafında toplanmaz ve siyasi mücadelelerinde onlara destek olmazlar.
İşte bu inanç ve töreden dolayı birçok Türk devletlerinde kurulduktan kısa bir zaman sonra doğu-batı veya kuzey-güney gibi isimlerle bölünmeler meydana gelmekte, bu durum devletlerin kısa sürede parçalanmasına yol açmaktadır. Kök Türkler’ de ve Karahanlılar’da olduğu gibi. Dönem dönem devletin birliğini muhafaza etmek için hanedan içi çatışmalar yaşanmaktaydı. Büyük Selçuklu Devletindeki Yabguluk savaşları ve taht mücadeleleri gibi. Birçok Türk Devletleri’nin kısa ömürlü olması da bundan kaynaklanmıştır.
İslâmiyet’ten sonra kurulan Türk devletlerinde de bu inanç ve törenin (Töre hukuku) bazı değişmelere uğramakla beraber, devam ettiği görülmektedir. Bu dönemde devletin ve hanedanın kutsallığını vurgulamak için menkabeler imâl edildiği, devlete esrarengiz bir hüviyet verilmeye çalışıldığı görülür. Bunun için genel olarak tasavvufi motiflerden ve teorilerden yararlanılmaktadır.
Türkmenler tarafından kurulan Büyük Selçuklu Devleti döneminde Gaz-neniler’e karşı kazanılan Dandanakan zaferinden hemen sonra (1040) bu devleti kuran Selçuklu Hanedanı üyelerinin devletlerini Türk töresine ve örfi kanunlara göre yapılandırmaya çalıştıkları müşahede olunmaktadır. Tuğrul Bey Nişabur’da Sultan (Büyük Hakan) olarak ilan edilmiş, diğer hanedan üyelerinin her biri bir yöreye “Melik” (Yabgu) ünvanı ile gönderilmişlerdir. Çağrı Bey, Musa Yabgu, Kavrut, Alp Arslan, Yakuti, Kutalmış ve oğulları, İbrahim Yinal v.s. her bir hanedan üyesi bir yörede devlet yönetimini iştirak etmişlerdir. Bu yolla “Türk-Cihan Hakimiyeti Ülküsü”nün gerçekleşmesine çalışılmaktadır. Her melik bulunduğu yörede fetihler yaparak, ülkesini imar ederek hükümranlığını devam ettirmektedir.
Bu yazıda Anadolu Selçukluları’nda yukarıda ana hatlarıyla tasvir edilen Türk devlet anlayışının uygulamasında ne gibi yenilikler olduğu, nasıl bir yapılanmaya gidildiği gösterilmeye çalışılacaktır. Anadolu’daki sosyal, kültürel ve siyasî şartların bu yapılanmada ne gibi değişik uygulamalara yol açtığı belirtilecek ve bunun fikri ve felsefi temelleri açıklanacaktır. Anadolu’da ortaya çıkan bu devlet anlayışı ve yapılanmanın Osmanlı Devleti’ne de temel teşkil ettiği bu vesile ile gösterilecektir.
Anadolu’da Siyasi Birliğin Tesisi
Genel olarak Türkler’in Anadolu’yu fethi Malazgirt Zaferi (1071) ile başlatılır. Fuat Köprülü’nün de işaret ettiği üzere Malazgirt zaferini takip eden ilk yüz senede Türkler Anadolu’yu askeri bakımdan fethetmekle meşgul idi. Bu dönemde Anadolu’da siyasi bir belirsizlik hüküm sürmüştür. Bir yandan Selçuklu Devleti ile Anadolu’da kurulan diğer Türk Beylikleri arasındaki mücadeleler, bir yandan da Anadolu topraklarını çiğneyip geçen haçlı dalgaları bu topraklarda siyasi istikrarın sağlanmasını hem zorlaştırmış, hem uzatmıştır. Selçuklular zamanında Anadolu’da siyasi birlik ve istikrar ancak II. Kılıç Arslan’m saltanatının son yıllarında sağlanmıştır. Bu istikrarın sağlamasıyla birlikte Anadolu’da yoğun bir ilmi fikrî kültürel ve ticarî faaliyetler başlanmıştır. Gene bu istikrarla birlikte Anadolu’da sosyal kültürel ve sınâi nitelikli halk örgütlenmeleri görülmektedir.
Anadolu’ya Oğuzlarla birlikte Iranlılar da gelmişlerdi. Iranlılar daha çok tâcir, ilim adamı, meşayih ve müridler olarak Anadolu’ya gelmişler ve daha çok şehirlerde yerleşmeyi tercih etmişlerdi. Türkmen halklar ise, daha çok göçebe topluluklar halinde idiler ve fethedilen topraklara göçüyor ve kırsal bölgelere yerleşmeyi tercih ediyorlardı. Böylece Anadolu pek çok farklı kültürlerin birbiriyle tanıştığı ve etkilendiği bir muhit olmuştu. Yerli Hıristiyan Rum ve Ermeni halk kahir ekseriyeti Müslüman olan milletlerle yüz yüze gelmiş ve iç içe yaşamak durumunda olmuşlardır. Şüphesiz Anadolu’da farklı dinlere ve ırklara mensup insanlar, zümreler bulunuyordu. Fakat ekseriyet itibariyle Islam Hıristiyan kültürünün etkileşmesi ön plândaydı. Bu iki dine mensup insanların karşılıklı kültürel etkileşmeleri daima islamiyet lehine bir gelişme göstererek Anadolu’nun Islamlaşması gerçekleşmiştir. Tabii kültürel faaliyetler içinde Türklerin ön plânda bulunmaları, Türk nüfusunun göçlerle sürekli artış göstermesi siyasî otoritenin Müslüman Türklerde olması Anadolu’nun İslamlaşması yanında Türkleşmesi sonucunu da doğurmuştur.
II. Kılıç Arslan uzun mücadelelerden sonra Danişmendoğulları Devle-ti’ni ortadan kaldırarak Anadolu’da siyasî birliği sağladığı halde ülkesini 11 oğlu arasında paylaştırarak bu siyasî birliği kendi eliyle dağıtmıştır. O, her oğlunu bir yöreye Melik statüsü ile tayin etmişti. Kendisini de Sultan olarak merkeze alıp bu Meliklerin üstünde siyasî otorite kurmayı düşünmüştür. Ancak kendisinden sora ülkesinin birliğinin devamını sağlayacak düzenlemeyi belirleyememiş veya düşündüğünü uygulamaya koyamamıştır. Bu yüzden o daha hayatta iken her biri bir yörede Melik olan oğulları Selçuklu tahtını ele geçirmek ve Sultan olmak için birbirleriyle mücadeleye tutuştular. II. Kılıç Arslan’ın ölümünden sonra da devam eden bu mücadelede Malatya’daki kültürel fikrî çevrede yetişen ve eğitim gören I. Gıyaseddin Keyhüs-rev ile Tokat ve Amasya çevresindeki kültürel ve fikrî ortamda yetişen ve Tokat Meliki olan Rükneddin ile Tokat ve Amasya çevresindeki kültürel ve fikrî ortamda yetişen ve Tokat Meliki olan Rükneddin Süleyman Şah ön plâna çıktıkları görülür. Bunun sebebi şudur:
Selçuklular zamanında Tokat ve Malatya çevresinde birbirinden farklı ve birbiriyle zıtlaşan ve rekabet halinde bulunan iki ayrı fikrî ve kültürel çevre teşekkül etmiştir. Tokat Amasya, Niksar çevresinde Danişmendoğulları’ndan tevarüs eden Türk milli kültürüne dayalı bir kültürel çevre, Alplık ve Gazilik ülküsünden kaynaklanan siyasi bir yapılanma meydana gelmiştir. Buna karşılık Malatya ve yakın çevresinde ise İran millî kültürüne dayalı bir kültürel yapılanma teşekkül etmiştir. O dönemde birbiriyle siyasi rekabet halinde bulunan bu iki farklı kültürel çevrede farklı siyasî güç odaklan oluşmuştur. Bu iki farklı siyasi zihniyet arasındaki rekabet ve zıtlaşma Anadolu Selçukluları tarihi boyunca devam etmiş, pek çok sosyal ve siyasî olayların meydana gelmesine ve hatta devletin yıkılışının en önemli sebebi olmuştur.
Tokat ve Malatya Danişmendoğulları zamanında bu kültürel özellikleriyle iki önemli ilim ve fikir merkezi haline gelmiştir. Bu durum iki beldenin Selçuklular zamanında da Şehzadelerin tahsil ve eğitim merkezi olarak belirlenmesine sebep olmuştur. Böyle olunca da bu iki kültürel çevre zaman zaman kendi beldelerinin Şehzadelerini iktidara getirme gayreti içinde olmuşlar ve bu yönde faaliyetlerde bulunmuşlardı. Bu da Şehzadeler arasında sık sık taht mücadelelerinin baş göstermesine ve Sultanlara suikast düzenleme olaylarının yaşanmasına sebep olmuştur.
Bu devirde devlet hizmetinde bulunan beyler ve emirler da ya bu iki zihniyetten birine mensup veya birini tercih etme durumunda olmuşlardır. Genel olarak Malatya çevresindeki zihniyetin iktidarlar üzerindeki ilmi, kültürle ve siyasi ağırlığının daha müessir ve yönlendirici olduğu görülmektedir. Bu iki siyasi zihniyet mensubu yöneticiler ve fikir adamları bu gün siyasi partilere benzer bir faaliyet içinde bulunmuşlardı. O dönemde Anadolu’da bulunan dini ve sosyal nitelikli kuruluşlar (tarikatlar ve sınai ve sosyal kuruluşlar) da bu siyasî zihniyetlerden birine destek olmuşlar ve destekledikleri zihniyetin halk içindeki siyasi tabanının oluşması yönünde faaliyet göstermişlerdir. Bu konuyu ayrı bir makalede örnekler göstererek geniş olarak ele alıp yayınlamış olduğumuzdan1 burada kısa kesiyor ve esas konuya dönüyoruz.
II. Kılıç Arslan’ın ölümünden sonra yukarıda sözünü ettiğimiz iki Şehzade arasındaki taht mücadelesi Harput ve Malatya’da eğitim gören I. Gıyaseddin Keyhüsrev ile Tokat ve çevresindeki Türkmen muhitin Meliki olan Rükrıeddin Süleyman Şah arasında baş göstermesi işte bu iki kültürel çevrede odaklaşan iki farklı siyasî iradenin ön plâna çıkmasından kaynaklanmıştır.
Anadolu Selçuklu Sultanı I. Gıyaseddin Keyhüsrev 1192 yılında babası □. Kılıç Arslan’ın desteği ile tahta geçmişti. Fakat bir müddet sonra Tokat Meliki olan kardeşi Süleyman Şah kendisine karşı ayaklanmış ve onu Konya’da muhasara altına almıştı. Sonuçta 1. Gıyaseddin Keyhüsrev 1196’da Konya’yı ve Anadolu’yu terk etmeye mecbur kalmıştır. Keyhüsrev şehzadeliği döneminde bir süre Uluborlu Melikliği’nde bulunmuştur. Burada bir çevresi ve destekçileri vardı. Bu yüzden Süleyman Şah onu Anadolu’yu terke mecbur ederken batıya yani dayılarının bulunduğu Bizans’a ya da Uluborlu yönünde gitmesine müsaade etmemiş olmalıdır. Tahtını kaybeden Keyhüsrev önce Halep’e Selahaddin Eyyübi’nin oğlu el Melikü’z-zahir’in yanına gitmiştir.
Oradan Di-yarbekir, Ahlat ve Harput’a gitmiş, güney ve doğu Anadolu’daki devletlerden umduğu destek ve yardımı bulamayınca Trabzon’a gelmiştir. Trabzon Kom-nenoslar Hanedanı’nın yardımı ile deniz yoluyla İstanbul’a, giderek dayılarına sığınmıştır. Sekiz yıl sürgün hayatı yaşayan. Gıyaseddin Keyhüsrev burada iken Anadolu Selçukluları Delveti’nin Bizans’a sının olan uç bölgelerdeki hudut muhafızları konumundaki Türkmen beğlerle irtibat kurmuş ve onlardan,kaybettiği tahtını tekrar ele geçirmek hususunda destek sözü almıştır. Bu Türkmen beğler uygun bir zamanda onu Anadolu’ya davet etmişlerdir.
Kayınpederi olan Komnenoslar sülalesinden Manuel Mavrazemos’u da yanına alan Gıyaseddin Keyhüsrev onun çok büyük destek ve yardımlarına nail olarak İzmit, Kütahya üzerinden Uluborlu’ya gelmiştir. Onun bu güzergâhı takip ederek Anadolu’ya intikali tamamen Manuel Mavrazemos’un yardım ve çabalarıyla gerçekleşmiştir. Uç Türkmenlerinden ve Mavrazemo-zus’un Bizanslı askerlerinden müteşekkil bir ordu ile Uluborlu’dan Konya üzerine yürümüştür. Büyük güçlüklerden sonra nihayet 1204 yılı başlarında tekrar tahtına kavuşmuş, tahtan indirdiği yeğeni Süleyman-Şah’ın oğlu III. İzzeddin Kılıç Arslan’ı tutuklamış bilahare de onu boğdurmuştur.
Anadolu Selçuklularında Devletin Yeniden Yapılanması
1. Giyaseddin Keyhüsrev’in tahtı ele geçirmesinin ardından devlet yapısında ve yönetimde yeni bir yapılanmaya girdiği görülmektedir. O bunu yapmak suretiyle devlete kalıcı bir düzen vermiş olacağını ve bu yolla Anadolu’da bulunan farklı etnik ve dinî zümreler arasında barış ve güven ortamı yaratmış olacağım düşünüyordu. Bu yolla güçlü, toplayıcı ve birleştirici büyük bir devlet modelini gerçekleştirmeyi plânlıyordu. Böylece Anadolu Selçuklularında yeni bir devlet anlayışı ve yeni bir mutlu toplum inşa etmesi düşüncesi doğmuştur. Bunu Türk Cihan Hakimiyeti Ülküsü’nün yeni bir uygulama biçiminin gündeme getirilmesi olarak düşünebiliriz.
I. Gıyaseddin Keyhüsrev bu amacını gerçekleştirmek için ilk iş olarak yeniden tahtı ele geçirmekte Komnenos Manuel Mavrazemos’dan çok büyük yardım ve destek gördüğü için ikinci defa iktidara gelişinin hemen ardından Emir Mavrazemos’u Melik ünvanıyle Uç bölgesine göndermiştir. Uluborlu, Denizli ve Honas’ı ona vermiştir. Böylece Anadolu’da ilk olarak yöneticisi Hıristiyan olan Selçuklu Devleti’ne bağlı bir Meliklik kurulmuştur. Kendisi ve oğlu İoannes Hıristiyan olarak bu görevlerini sürdürdüler. Fakat torunu olan Denizlili Mehmed el-Mevrazemi Müslüman olmuş ve Uc Beği olarak görevine devam etmiştir. 2
I. Gıyaseddin büyük oğlu İzzeddin Keykavus’u yukarda bahsedildiği üzere İran kültürünün merkezi durumunda olan Malatya’ya Melik olarak Güneydoğu Anadolu’nun yönetimini de ona vermiş oluyordu. Diğer oğlu Alâeddin Keykubâd’ı da Tokat’a gene Melik olarak gönderdi. Türkmenler’in yoğun olduğu ve Danişmend İli diye anılan Kuzey Anadolu’nun idaresini de bu oğluna vermiştir. Kendisi de büyük Sultan olarak başkent Konya’dan bütün bu Melikliklere vaz’iyyet ediyordu. Böylece I. Gıyaseddin Keyhüsrev Afrasyab’ın soyunda gelen bir hakan olarak Turan! kavimlerin büyük hakanı, destani İran şahlarının unvanı olan Keyhüsrev unvanını kullanarak eski İran şahlarının devamı olduğunu ve nihayet Diyar-ı Rum’da Kayser-i Rum’un yerine kaim bir Kayser olduğunu, Anadolu’daki dini ve etnik zümrelere empoze ve onların hamasi duygularını tatmin etmeyi düşünmüştür.
Nitekim o dönemde Anadolu’da yaşayan Türkmen asıllı Şeyh Evhadüd-din Hâmid el-Kirmanî, Gıyaseddin Keyhüsrev’e hitaben yazdığı bir rubaide şöyle demektedir:
“Kayzer’in ayağının altında yer eskimekteydi. Köşkü gökyüzüne yükselmişti. Ey Keyhüsrev onun yerini almış durumdasın. Söyle o köşk nerede? Kayser ise sanki hiç yaşamadı.”
O halde I. Gıyaseddin, oğulları ve ahfadının Keyhüsrev, Keykavus, Keykubâd, Keyferidün gibi destani İran Şahlarının unvanlarını kullanmaları İran kültürüne duyulan hayranlıktan çok politik bir amacı bulunduğu göz ardı edilmemelidir. I. Gıyaseddin Keyhüsrev bütün bu dinî ve etnik zümreleri kendi siyasî otoritesi altında toplayarak ve kendini merkeze alarak Aandolu’da istikrar ve barış ortamı yaratmaya çalışmıştır. Böylece bu yeni devlet felsefesinin ve siyasî anlayış ve düşünüş biçiminin yapılanmasına yönelik bir çalışma yürütülmüştür. Nitekim bundan sonradır ki bu dönemde Anadolu’da Selçuklu Devleti hizmetinde çok sayıda Rum ve Ermeni kökenli kontlar İran ve Türkmen kökenli emirler görülmektedir.
I. Giyaseddin Keyhüsrev, bu düzenlemeleri gerçekleştirdikten sonra bu emir ve kontların desteği ile Antalya’yı ve Samsun’u fethederek devletin sınırlarını Akdeniz ve Karadenize ulaştırmıştır. Bundan sonra ki Anadolu Selçukluları sultanları ‘‘Sultanü’l-Arabî ve’l-Acem” (Arap ve Acem halkların sultanı) unvanlarına, “Sultanü’l-bahreyn” (İki denizin sultanı) unvanını da katmışlardı. Ondan sonra gelen Selçuklu sultanları da bu unvanı kullanacaklardır.
Gıyaseddin ikinci defa iktidara gelince hocası Malatyalı Şeyh Mecded-din İshak’ı cülûsunun 34. Abbesî Halifesi en-Nasır li-Dinillah’a bildirmek üzere diplomat olarak Bağdad’a göndermiştir. Bu dönemde Abbasî Halifesi bütün İslam dünyasının ruhanî lideri olarak “Fütuvvet Teşkilatı” diye anılan bir örgüt kurmuş İslam dünyasındaki bütün şeyh ve müritlerin ve devlet adamlarını bu örgüte üye olmaya çağırmıştı. O bu örgüt vasıtası ile hilâfet otoritesini bütün İslam alemine kabul ettirmeye çalışıyordu. Mecdeddin İshak Bağdad’da halife ile görüştükten sonra o yıl hacca da gitmiş, hac dönüşü gene Bağdad üzerinden Anadolu’ya dönerken Fütuvvet Teşkilatı’nın üyeleri olan çak sayıda şeyh, ilim ve fikir adamı zevatı Anadolu’ya celbet-miştir.
Bunlar arasında ünlü Nağribli sofi Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Şeyh Evhaded-din Hamid el-Kirmanî Ahi Evren diye bilinen Hace Nasireddin Mahmud da bulunmaktadır. Şeyh Mecdeddin İshak’ın bu diplomatik faaliyetleri ile Anadolu Selçuklu Devleti ile Abbasî Halifesi arasında siyasî ve kültürel ilişkiler kurulmuş oluyordu. Bu ilişki ve dayanışma sonunda Selçuklu sultanı Halife’nin kurduğu Fütuvvet Teşkilâtı’na üye olmuş ve bu teşkilâtın üniforması olan şed bağlamış ve şalvar giymiştir. Böylece Sultan I. Giyaseddin Keyhüsrev kutsal bir kişilik kazanmış oluyordu. Anadolu Selçuklu Devleti İslam dünyası ile de kültürel ve siyasî bağını bu yolla devam ettirmeye çalışmıştır.
Bu yeni siyâsi yapılanmanın devrin yazarları üzerinde de etkisini gösterdiği görülmektedir. Meselâ: Ahi Teşkilâtı’nın fikrî mimarı olan Ahi Evren Hace Nasıreddin Mahmud 1257 yılının Zi’l-hicce ayında Sultan II. izzeddin Keykavus’a sunduğu bir siyaset-name olan “Letâif-i hikmet” adlı eserinde sultana: Anadolu’daki Hıristiyan halka karşı iyi davranmasını ve devlet bütçesinden onları da faydalandırmasını tavsiye etmektedir.4
Böyle bir siyasi tedbir ve proje ile Danişmendoğulları zamanında Malatya çevresinde mevcut olan İran milli kültürüne dayalı kültürel yapılanmadan neş’et eden siyasi ve kültürel çevre ile Tokat, Sivas, Amasya yöresinde Türk Kültürü ve Türk töresinden kaynaklanan siyasi ve kültürel çevre arasındaki rekabet ve mücadeleye son verme plânlamıştır. Yerli Hıristiyan halklar ile Müslüman halklar arasında da barış ve güven ortamı yaratmaya çalışılmıştır.
Giyaseddin Keyhüsrev’den sonra oğulları da onun bu düzenlemelerine azami riayet etmişlerdir. I. izzeddin Keykavus, Sinop’u zaptetmiş ve burada bir tersane inşa ederek Karadeniz’e açılmış, Güneyde Antalya’yı yeniden fethederek şehrin kale ve surlarını tahkim etmiş ve burada da muhkem bir tersane inşa etmiştir. Güneydoğu Anadolu’da da fetihler gerçekleştirerek anadolu’ya açılan ticaret yollarını güvence altına almaya çalışmıştır. Sultan Alaeddin Keykubâd da Hüsameddin Çoban komutasında bir donanmayı Karadeniz’in kuzeyine sevk ederek Kırım ve Deşt-i Kıpçak’ı fethetmiş ve böylece Anadolu Selçuklularında ilk defa deniz aşırı bir ülke fethedilmiştir.
Alaeddin Keykubâd güneyde Alanya’yı fethederek şehri yeniden kurmuş, muhkem surlar ve tersaneler inşa etmiştir Alanya yakınlarında inşa ettiği Alara Hanı kitabesinde kendisini “Sultanü’l-Arabi ve’l-Acemî” (Arabın ve Arap olmayanların sultanı) lâkaplarının yanında “Sültanü’r-Rumi ve’l- (Acemi” Arabın ve Arap olmayanların sultanı) lâkaplarının yanında “Sultanü’r-Rumi ve’l-Ermeni ve’l-Efrenc” (Rum, Ermeni ve Batılı halkların sultanı) lâkapları ile de tavsif etmesi onun babası I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in gerçekleştirmeye çalıştığı politik düşünceyi daha da ileriye götürdüğünü göstermektedir.
2. Gıyaseddin Keyhüsrev, dedesi I. Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından belirlenen ve uygulanan bu siyasi anlayışa ve yapılanmaya muhalif bir siyasi tutum içinde olduğu görülmektedir. Bu muhalefetini iktidara geldiği yıl yani 635 (1238) yılında inşa ettiği Eğirdir Hanı’nın kitabesinde göstermektedir.
O, bu kitabede kendisini Zü’l karneyn’in soyundan gelen zamanın Keyhüsrev’i ve zamanın ikinci İskender’i olarak göstermekte ve Türkmen zümreleri (Havaric) ezen onlara göz açtırmayan bir Hakan olduğunu bildirmektedir. İşte onun bu tutumu Anadolu’daki Ahi ve Türkmenlerin 638 (1240) yılında onun iktidarına karşı isyan etmelerine sebep olmuştur. Bu isyan Türkmen babalar (şeyhler) tarafından çıkarıldığı için “Babaîler İsyanı” diye meşhurdur. Bu sultanın, Türkmen yörelerin meliki iken sultan olan ve saltanatı döneminde Türkmenlerle iyi ilişkiler içinde bulunan babası Alaeddin Keykubâd’a suikast düzenleyerek tahta geçmesinden dolayı Türkmen ve ahi çevrelerin tepkisi ile karşılaştığı için saltanatın ilk yılından itibaren Türkmen halka karşı menfi bir tutum içine girmiş olduğu anlaşılmaktadır. Bunda İranî çevrelerin de rolünün bulunduğunu da düşünüyorum.
II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in ölümünden sonra üç oğlu saltanata talip konumda olmuşlardı. Bu sultan ölmeden önce en küçük oğlu (7 yaşında) olan IL Alâeddin’i veliaht tayin etmişti. Fakat devlet adamları sultanın bu tavsiyesine uymamışlar, büyük oğlu (12 yaşında) II. İzzeddin Keykavus’u tahta geçirmeyi uygun bulmuşlardı. Bu yıllarda 1243 yılında vuku bulan Kösedağ yenilgisinden beri Anadolu Selçuklu Devleti, Moğollar’a tabi bir devlet konumuna düşmüş bulunuyordu. O sırada Moğol Kaanının talıta geçiş (cülûs) törenine Anadolu’yu temsilen II. Giyaseddin’in ortanca oğlu iV. Rükneddin Kılıç Arslan gönderilmişti.
Dönüşünde Moğal Kaanı ona menşur vererek onu Anadolu’nun (Diyar-i Rum) sultanı olarak gönderdi. Bu durum haliyle Anadolu’da ciddi bir krizin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. İşte böyle bir durumda ünlü devlet adamı Celâleddin Karatay (Rum kökenlidir) her üç şehzadeyi aynı anda sultan konumuna getirerek bu krizi aşmaya çalıştı. Karatay üç şehzadenin naibi (Naibü’s-saltana) olarak onlar adına yapacağı her iş ve uygulamada her üç sultandan onay alarak devleti yönetmiş ve başarılı da olmuştur. Bu devreye üçlü saltanat dönemi diyoruz.
Celâleddin Karatay 1254 yılı Ramazan ayında vefat etmesi ile bu üçlü saltanat devresi sona erdi. IL Alâeddin Keykubâd bu tarihten önce ölmüş olduğu için Taht mücadelesi diğer iki kardeş arasında baş gösterdi. II. İzzeddin Keykavus, IV. Kılıç Arslanı bertaraf ederek L Gıyaseddin Keyhüsrev’in belirlediği devlet yapısını yeniden ihya etmeye çalışıyordu. Anadolu’da Ahi ve Türkmen çevreler bu yönde ona destek veriyorlardı. Bilge bir kişi olan Kadı İzzeddin’i kendisine vezir edinmişti. Bu amacına ulaşmak için öncelikle Moğolları Anadolu’dan söküp atmak ve onların Selçuklu Devleti’nin iç işlerine müdahalesini önlemek gerekiyordu. Fakat ıV. Kılıç Arslan ve destekçileri Moğolların da askeri desteğini yanlarına alarak İzzeddin Keykavus’u
Anadolu’yu terke mecbur ettiler. Böylece IV. Kılıç Arslan 1259 yılında Moğollar’ın desteği ile iktidara gelmiş oldu.
Bu olaylardan sonra artık Moğollar Anadolu Selçukluları Devleti’nin yönetimini tamamen kontrolleri altına aldılar. Diledikleri şehzadeyi iktidara getiriyor veya tahttan indiriyorlardı. Devletin yüksek kademelerine kendi adamlarını tayin ediyorlardı. Bu y،îzden Anadolu’da artık bir Selçuklu Devleti yapısından ve bu yapının uygulanmasına ilişkin Selçuklu Devleti’nin iradesinden söz etmek imkânsızdır.
I. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında ortaya çıkan bu devlet felsefesi ve huzurlu, mutlu toplum inşa etme düşüncesi zamanla Osmanlılara da intikal etmiştir. Şüphesiz bu düşüncenin Osmanlılar’a intikalinde Anadolu’daki tasavvufî zümreler rol oynamışlardı. Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda ve devletin yapılanmasında Orta Anadolu orjiinli üç dinî ve fikri akım önemli rol oynamıştır. Bunlar Konya’da Sadreddin-i Konevî’nin (öl. 1274) başlattığı “Ekberiyye” denilen fikir akımı, Ahi Evren Hâce Nasıreddin Mahmud (öl. 1261) önderliğini yaptığı “Ahi ve Bacı Teşkilâtı” ve Hacı Bektaş-ı Veli (öl. 1271) ve halifelerinin kurduğu “Bektaşi Hareketindir. Selçuklu Devleti’nin önde gelen ilim ve fikir adamları olan bu üç zatın kurdukları örgütlerin mensupları Selçuklular zamanında mevcut olan yukarıda bahsini ettiğimiz yüksek devlet düşüncesini Osmanlılara intikal ettirmişlerdir.
Osmanlılarda bu düşünce çeşitli dinden ve etnik zümrelerden olan teb’a arasında adaleti tevzi etmek suretiyle huzurlu ve güvenli bir toplum yaratma şeklinde kendini göstermektedir. Buna ilave olarak devleti tasavvuftaki “Kutbiyyet Nazariyesi” esasına göre inşa ederek devlete kudsiyet ve ebed-müddet vasfı verilmeye çalışılmıştır. Sultan Yavuz Selim’in Mısır’ı fethetmesinden sonra Osmanlı Sultanları Halife unvanı da alarak devletlerinin kudsiyyetini Halifelik ile de te’yid etmişlerdir.
Bu Siyasetin Toplumsal Etkileri
Anadolu Selçuklularında sözünü ettiğimiz yapılanmanın gerçekleşmesinden sonra Anadolu’da sosyal, kültürel, siyasi ve ticarî alanlarda büyük gelişmelere vesile olduğu görülmektedir. Huzurlu ve güvenli bir toplumun yaratılması öncelikle ticarî alanda büyük gelişmelerin gerçekleşmesini sağlamıştır. Bu da haliyle Anadolu’da sosyal refahın bilimsel çalışmaların ve kültürel faaliyetlerin gelişmesine yol açmıştır.
Bilinen bir husustur ki, Selçuklular zamanında yaz aylarında (ağustos – eylül) Orta Anadolu’da Kayseri şehrinde milletler arası panayır yeri kurulurdu. Yabancıların katılmalarından dolayı bu pazara “Yabanlu Pazarı” deniliyordu. Her sene kurulan bu panayıra İran, Irak, Suriye, Mısır, Kafkasya ve Deşt-i Kıpçak’tan tacirler geliyorlar, getirdikleri mallan satıyorlar, ihtiyaç duydukları mallan buradan temin edip memleketlerine götürüyorlardı. Mağrib’ den, Venedik ve Bizans’tan gelen tacirler burada Doğu malları (halı, kilim, ipek, bez ve bakış eşya gibi.) satın alıyorlardı.5
Bu dönemde Anadolu’da yoğun bir ticarî faaliyet mevcut idi. Bu ticarî faaliyetlerin sağlıklı yürümesi ve korunması için Anadolu baştanbaşa kervansaraylar ağı ile örülmüştü. Bu kervansarayların pek çoğu hâlâ ayakta duruyor ve hayranlık uyandırmaktadır. Kervan yolları doğudan ve güneyden birkaç güzergâhtan Anadolu’ya açılmakta ve Kayseri’de birleşmektedir. Kayseri’den de birkaç güzergâhtan Akdeniz ve Karadeniz limanlarına bağlanmaktadır. Zekeriyâ Kazvinî “Diyar-i Rum’un (Anadolu’nun) ağır kış şartlarına rağmen kış mevsimlerinde de bu kervan yolları çalışmaktadır. Bu Kervansarayları çoğunlukla sultanların hanımları ve kızları inşa etmektedir.” diyor.
O dönemde Anadolu’daki esnaf ve sanatkârların örgütlendikleri görülmektedir. Bunların örgütüne Ahi teşkilâtı (Ahiyân-ı Rum) denmektedir. Bu örgütün kadınlar koluna da Bacı Teşkilâtı (Bacıyân-ı Rum) denmektedir. Bu iki teşkilât da ilk olarak Kayseri’de kurulmuş daha sonraları Anadolu’nun diğer şehirlerinde de örgütlenmişlerdir. I. Gıyaseddin Keyhüsrev, Kayseri’de Ahiler için büyük bir sanayi sitesi inşa etmişti. Otuz iki çeşit esnaf ve sanatkâr burada sanatlarını icra ediyorlardı. Selçuklular zamanında kurulan bu halk örgütleri Osmanlı Devleti’ni kuruluşunda ve yapılanmasında önemli hizmetler ifa etmişler ve Osmanlı tarihi boyunca varlıklarını sürdürmüşlerdir.
Bu siyasî düşünce Anadolu’daki dinî ve etnik zümreler arasında geniş bir hoşgörü ortamı yaratmayı gerekli kılmıştır. Devlet böyle bir ortam yaratmaya itina göstermiştir. Bu yüzden o dönemde Anadolu her türlü fikrî, dinî, tasavvufi faaliyetlere açık olmuştur. Muhtelif dinî tasavvufî etnik zümreler, Anadolu’yu duygu ve düşüncelerini tasavvufî ve dinî meşreplerini yaymak için uygun bulmuşlar ve uzak ülkelerden Anadolu’ya göçmüşler ve yerleşmişlerdi. Mevlânâ’nın babası Bahâ Veled, Şems-i Tebrizî meşhur sufi Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Evhadeddin Hamid el-Kırmanî, Ebu Çafer Muhammed el-Berzaî Necmeddin-i Daye bunlardan bir kaç örnektir. Selçuklular zamanında Anadolu’dan doğmuş olan dinî ve tasavvufî hareketlerin bir çoğu (Mevlevilik, Bektaşilik) gibi günümüzde de varlıklarını devam ettiriyorlar.
Kaynak:
Cogito – Selçuklular – Sayı: 29 Güz, 2001 (Mikail Bayram)
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…