Ameli Hakk’a Taşımak ve Amelle Hakk’a Yaklaşmak

600_294_1405ac9d-amel-defteri-nedir-300x147 Ameli Hakk'a Taşımak ve Amelle Hakk'a Yaklaşmak

Zühd ile çok istedik hiç müyesser olmadı

Terk idübetı küllisin gümânt yağmaya verdik

Yunus Emre

İslam düşüncesi geleneğinde sûfiler ve işrâkî filozofların, kelamcılardan ve Meşşâî filozoflardan farklı olarak amelle yet­kinleşmeyi savunduğu belirtilir. Amelle yetkinleşmek ise genel olarak riyazet kapsamına giren uygulamalar sayesinde metafi­zik idrake ulaşmak demektir. Bilhassa tasavvuf geleneği, “Hz. Peygamber’in (sav) sünnetine ittiba ederek hakikat bilgisine ulaşma” iddiasındadır. Pekâlâ, bu iddiadan tam olarak neyi anlayacağız? Bu soruya, tırnak içine alman cümlenin unsurla­rını tahlil ederek dört aşamalı bir cevap vermek mümkündür.

Birincisi:

Burada hakikat bilgisinden kastedilen, varlık hakkında ku­şatıcı bir idrake ulaşmaktır. Metafizikçi düşünürler varlık kavramına dair idrakimizin bütün bilgilerimizin temeli ve dayanağı olduğunu ancak bütün mevcutların sahip olduğu varlık anlamları bir bütün olarak kavrandığında yetkin bir şe­kilde anlaşılabileceğini iddia edegelmiştir. Dolayısıyla varlığı bilmek, belirli bir nesnenin var olduğunu yahut var oluş tarzı­nı bilmek değil, varlığın kaynağı olan Allah’ı ve varlık feyzinin O’ndan nasıl geldiğini bilmektir.

Dikkatle düşünüldüğünde görülecektir ki böylesi bir bilme çabasının bir tarafında insanın kendisine ilişkin idraki, diğer tarafında Allah’a ilişkin idrak bulunur. Bu iki idrak aslında aynı şeyin farklı açılardan ifadesi olarak da değerlendirilebilir. Çünkü kişinin kendisine ilişkin bilgisi aynı zamanda Hakk’ın sıfatları ve fiillerine ilişkin bilgisi demektir. Tam da bu sebeple kendilik bilgisi Hak’la irtibatlı olarak kavrandığmda fiziksel bir idrak olmaktan çıkabilmekte, mutlak varlık idrakine dö­nüşmekte ve Tanrı-âlem ilişkisinin ilkelerini içermektedir. İnsanın kendisine ilişkin idraki, Allah’a ilişkin bilgiye evrilmediği takdirde sadece Allah’ı bilmekten yoksun kalmaz aynı zamanda kendisini de hakiki anlamıyla bilme imkânını yiti­rir. Bu nedenle Kur’ân’da Allah’ı unutanların, kendilerini de unutacakları ifade edilmiştir (Haşr 59/19).

Kuşkusuz kişinin Allah’a ilişkin idrakten yoksun kalışı, ken­disine ilişkin idrakten de yoksun kalmasına yol açıyorsa Kur’ân’da dikkate alman kendilik bilgisinin, kişinin kendisi­ne mahsus ve başkalarıyla ortak özelliklerinin bir dökümüyle ulaşılabilir bir şey olmadığı düşünülebilir. Fakat dikkat edildi­ğinde görülür ki Allah’a ilişkin bilgiden yoksunluk bütün keli­me dağarcığımızdaki metafizik anlamları siler. Nitekim bütün metafizikçi düşünürlere göre varlık, bilgi, imkân ve zorunlu­luk gibi ontolojinin temel kavramları (umur-ı âmme) ancak metafiziğin İlâhî zâtı ve sıfatları inceleyen teoloji (ilâhiyât) bö­lümüyle hakiki vüsatini kazanır. Bu vüsat, kelimelere fiziğin ötesine geçen anlamlar kazandırdığı gibi dile tamamıyla fizik ötesini ifade eden kelimelerin bulunmasını mümkün kılar. Bu demektir ki insan ancak marifetullah sayesinde kendisinde bulunan ama bizzat kendisinden perdelenen yönlerini keşfe­debilir ve konuştuğu dil, kendisini ifade edebilir hale gelir.

İnceleyin:  Ehl-i Beyt’e Bakış Açımız-2

İkincisi:

Hakikat bilgisine ulaştıracağı söylenen sünnete ittiba, oldukça anlaşılır görünür. Aslına bakılırsa demek istenen tam olarak şudur: Hz. Peygamber (sav) bize tebliğ ettiği dini nasıl yaşa- dıysa biz de o şekilde yaşadığımız takdirde ona verilen hikme­te varis oluruz.

Hz. Peygamber’e verilen hikmet ise hakikat bilgisi ile bu bil­ginin gereği olan davranışlar bütünüdür. Şayet hakikat bil­gisine sünnete ittiba ile ulaşacaksak aslında o bilginin gereği olan davranışlardan bilginin kendisine ulaşacağız demektir. Başka bir ifadeyle sonuçtan sebebe gideceğiz demektir. Fa­kat yöntem olarak riyazet, iki ilkeye dayanır. Birincisi, Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği bütün uygulamaların İlâhî mer­tebe tarafından tasdik edilmesi ve Allah’a yakınlaştırıcı bir özelliğe sahip olmasıdır. Mutasavvıfların ifadesiyle her bir amelin özel bir bereketi vardır ve bu bereket, belirli şekilde tanımlanmış olan o amele aittir. Mesela oruç özünde terk olan bir ibadettir. Kişi belirlenen süre içinde yeme, içme ve cinsel hazlardan uzak durarak bir yapma fiilini değil, terk fiilini gerçekleştirir. Bir kimse oruca niyetlenmeden de bun­ları yapabilir. Yeme, içme ve cinsel hazlardan uzak durmak için bırakın oruç tutmayı Müslüman olmak bile gerekmez. Ama oruç olmaksızın yapılan terk eyleminin orucun ver­diği sonucu vermeyeceği hususunda sûfıler icma etmişler­dir. Dolayısıyla sünnete ittiba, Hakk’ın tayin ettiği özel bir yönden kendisiyle uyumlu bir bilgiyi doğurur. Bu, bir tür amellerle yetkinleşme teorisidir. Anlamsız bir eylemle yet­kinleşme olamayacağından sünnete ittiba, iki katmanlı bir yapıya sahiptir. Birincisi, amelin formudur. İkincisi ise ame­lin anlamıdır. Amelin formu, hareketler bütününe tekabül ederken amelin anlamı, o hareketler bütünüyle gerçekleşti­rilmesine vesile olan şeydir.

Tam da bu iki katmanlılık, sünnete ittibayı zorlaştırır ve bizi başka bir sorunla yüz yüze getirir: Anlamını taşımayan dav­ranış, ibadet sayılamaz lâkin anlam, hakikatte ismini ve ta­nımını verecek şekilde fiilde bulunmadığı takdirde ibadetin ulaştıracağı sonuç da tam olarak elde edilemez. Bu durum, dinî hayatta bir tür tekellüfü, zorlamalı bir çabayı doğurur: Amelini anlamını bulabilmek için ameli artırmak.

Üçüncüsü:

Ameli artırmanın, davranış formu ile anlam arasında uyu­mu sağlamaya vesile olacağı düşündür. Çünkü amelin kişi­yi Hakk’a yaklaştırması için kişinin amelini Hakk’a taşıması gerekir. Amelin Hakk’a taşınması ise niceliğin niteliğe yol vermesi anlamında kısmen nicelikle ilişkili olmakla birlikte esas itibariyle nitelikle ilgilidir. Bu bağlamda kişinin amelinde anlamı bulmasının Hakk’a teveccüh etmekten başka bir yolu yoktur. Yani amelde Allah dışındaki bütün maksatların elen­mesi ve amelin yalnızca Allah’a yönelmek kastıyla yapılması gerekmektedir. Çok değişik seviyelerde ve değişik biçimlerde bu kastın tahakkuk ettiğini söylemek mümkündür.

İnceleyin:  Kulun Olgun­luğu İlim Kuvvetiyle Amel Kuvvetinin Olgunluğuna Bağlıdır

Bununla birlikte oldukça farklı bir maksatlar yelpazesini tek bir anlam birleştirir: Zikir. Allah’a yönelmek; Hakk’ın teşbih, tahmid ve tekbir gibi bütün mahlûkâtı kuşatan külli formla­rıyla, namaz, oruç, hac, zekât ve sadaka gibi insanlara mahsus cüzî formlarıyla tamamen zikirden ibaret görülebilir. Zikrin özü, Hakk’ın kulun gönlünde anılmasıdır. Bütün külli ve cüzî ibadetler gerçekte bir tür zikirdir ve aslına bakılırsa Hakk’a yöneliş ve zikir anlamını kaybettikçe ibadet olma vasfını yiti­rir. Bu bağlamda zikir, Hakk’ı bildiğini ve bu bilginin gereği­ni yerine getireceğini yine Hakk’ın kendisine ikrar etmektir. Böylece tahlilin dördüncü aşamasına geliriz.

Dördüncüsü:

Amelin kulu Hakk’a yaklaştırması için kulun Hakk’a takdim ettiği amelin zandan arındırılması gerekir. Bu öylesine kilit bir ilkedir ki tasavvuf tarihinde bütün kurala aykırı görünen veya oyun bozucu işlev gören tavırları -sahih bir sonuca ulaştırdık­ları sabit olduğu takdirde- bu ilkeye dayandırmak mümkün­dür. Çünkü zandan arındırılmış amel, niceliksel olandan öte­ye geçip niteliksel ilkeye ulaştığı için karşısına konulabilecek niceliksel yığını önemsizleştirir.

Ehl-i Sünnet mezheplerinde amelin imandan bir parça ol­madığının kabul edilmesi, imandaki gücün ameldeki zaafı ve niceliksel azlığı telafi edebileceğine olan inancı da ifade eder. Nitekim yazının başındaki alıntı şiirde Yunus Emre zühdün maksuda ulaştıramamasını, zühdde içerilen gümana yani zanna bağlar. Zira Allah’a ilişkin hüsn-i zanda yetersizlik, amelde kendisini zan olarak gösterir.

Zan ise bir yandan amelin kabul olmadığına yani Allaha yak­laştırıp yaklaştırmadığına ilişkin vehimlere yol açar diğer yan­dan da kulun kendi amellerine güvenmesine yol açar. Bu zan ve vehmin çözümü, Yunusun da belirttiği gibi zühdü artıra­rak ibadetleri niceliksel olarak çoğaltmak değil, bizzat kulluğu zedeleyen unsuru terk etmektir.

Şu halde “Hz. Peygamber’in (sav) sünnetine ittiba ederek hakikat bilgisine ulaşma” iddiasının anlamı, kulun Allah’a yönelerek eylemesidir, eyleyerek yönelmesi değildir. Evet, eylemenin yönelmeye bir katkı sağladığı da söylenebilir. Fa­kat bu, amellerin çokluğunun niteliksel bir sonuç doğurması anlamında değil, amelleri yerine getirme alışkanlığının kulun Hakk’a yönelişte tembellikten sıyrılmasına imkân vermesi ba­kımındandır. Dolayısıyla amel, ancak düşünce kendisine eşlik ettiğinde yöntemin bir parçasına dönüşür. Bu durumda dü­şünce amele anlamını, amel de düşünceye Hz. Peygamber’in (sav) tanıklığıyla Allah’a yaklaşmayı sağlayan formu verir.

Ömer Türker – Anlamı Tamamlamak,syf:207,211

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir