Amel ve Ahlak
Ebu Hureyre’nin naklettiğine göre Resûlullah (a.s.) şöyle buyurmuştur: “iman yetmiş veya altmış küsur şubedir. İmanın en faziletlisi La ilaheillallah sözüdür. En alt derecesi ise yolda var olan bir eziyeti gidermektir.”(Müslim, İman,58)
Bilgi: îman, bir ağacın kökü gibidir. Ameller, imanın dalları veya bir anlamda meyveleridir. Hadiste ameller “iman” olarak adlandırılmıştır. Bundan maksad amelin, bizzat iman olduğu değil, bir müslüman için amelin, iman şuuruyla yapılması gerektiğidir. Ameller, imandan kaynaklanır. Yani biz Müslüman- lar yaptığımız eylemi, niyet olarak imana, yani Allah’a bağlarız. Ama bu, amel olmayacağı zaman imanın gittiği anlamına gelmez. Amelsiz imanın zayıflayacağı veya korunaksız kalacağı anlamına gelir.
Ahlak: Burada amel, çok geniş olup ahlakı da içerir. Yoldaki eziyeti gidermek ahlakî bir davranıştır. Hadiste yoldaki eziyeti gidermek bahis konu edilmiştir, ancak mesaj evrenseldir. Her türlü eziyet, hatta maddi ve manevi eziyet buna dahildir. Yolu kirletmek de, yolu insanların geçemeyeceği şekilde daraltmak da bu eziyete dahildir ve Müslüman bu eziyeti gidermek için elinden geleni yapmalıdır. Bir otobüste yaşlı bir bayanı veya elinde bebeği olan genç bir bayanı ayakta bekletmek de eziyettir ve Müslüman böyle bir durumda nefsine uygun olanı değil, ahlakî olanı yapmalıdır. Burada ahlakî olan, ayrıca doğru olandır. İnsanların “doğru olanı yapmaya” inanmaları için “mutlak doğru”ya inanmaları gerekir ki bu da genellikle dinden gelir. Dolayısıyla toplumsal ahlakın en önemli kaynağı, dindir. O halde ahlakı da içeren ameller dine dayalıdır, dinden kaynaklanır. İslam bunu bunu söylemekte, böyle istemektedir. Bir başka ideoloji; ahlakı, başka bir şeye, çıkara, faydaya, mutluluk hissine vs. bağlayabilir. Ama İslam’a göre ahlakın kaynağı dindir, Allah tasavvurudur, rıza-ı İlahîdir. Ahlak, güç ve kuvvetini dinden alır.
Hikmet: Ameller ve önemli bir cüzü olan ahlak neden imana, dine bağlanmıştır? îmanı olmayanın veya dinsizin ahlakı olmaz mı? Şayet hesap verilecek başka bir dünya varsa tüm K davranışların bağlı olacağı bir ana ilke olmalıdır. O da Allah’tır, Allah’ın Dini’dir. Din insan gerçeğiyle uyumlu olduğu için ahlakı teyid eden, teşvik eden, kuvvetlendiren en önemli unsurdur.Bununla birlikte seküler bir insan da, dinsiz de ahlaklı olabilir.
Öncelikle şunu tespit etmek gerek: Seküler bir insan ahlaklı olabilir, ama öyle olmak zorunda da değildir. Eğer “ben sadece kendi çıkarımı düşünürüm, bunun için her şeyi yapanın” diye düşünürse, ona bunun yanlış olduğunu gösterecek bir “mutlak yol gösterici” yoktur. Dolayısıyla seküler bir insan için ahlaklı olmak, bir “tercih meselesidir. Oysa dinlere, özellikle ilahi dinlere göre insanlar ahlaklı olmak zorundadır. Bir dindar “ne gerek var ahlaka” diyemez; böyle bir düşünce dindarlığın tanımına aykırı olur.
Dindarlığın kötü bir şey olduğunu düşünenler bu noktada söze “ama sahtekarlıklar yapan dindarlar var” diye girip, kendi deyimleriyle “hacı-hoca takıminın kınanası davranışlarına vurgu yapabilirler. Yapıyorlar da zaten. Ancak bu, dindarlığın ahlaksızlıkla çelişkili olduğu gerçeğini değiştirmez; sadece bazı insanların “sahte dindar” olduğunu gösterir. Bu ise bir sürpriz değildir; aksine Kur’anda da böyle insanlardan kınamayla söz edilir:
“işte (şu) namaz kılanların vay haline! Ki onlar, namazlarında yanılgıdadırlar. Onlar gösteriş yapmaktadırlar. Ve ufacık bir yardımı (veya zekatı) da engellemektedirler “ (Maun, 7)
Öte yandan “sahte dindar” olmayan, ancak tutkularına yenik düştüğü için dini ahlakın gereklerini yerine getiremeyen pek çok dindarın varlığını da belirtmek gerek.
Bir de “seküler ahlakın iç mantığına bakalım… Dine inanmayan insanlar da ahlaki erdemler gösterebilir demiştik. Ancak bunu biraz açarsak, bu gibi insanların ahlaki kıstaslarının da aslında çoğu zaman din kaynaklı olduğu görülebilir. Bu kıstasları doğrudan dinden değil, dinin topluma sinmiş olan değerlerinden almaktadırlar. Sözgelimi hırsızlığın yanlış olduğu yaygın kabul gören bir ilkedir. Ama “Neden yanlıştır?” diye sorulur ve biraz eşilirse, bunda Tevrat’ın, Incil’in, Kur’an’ın ve diğer kültürlerdeki dini geleneklerin izini bulmak zor olmayacaktır.
Peki kendisini hem dinden hem de dinle yakından ilişkili olan toplumsal normlardan sıyıran seküler bir insan, nasıl “ahlak” inşa edebilir? Bu soruya verilen cevap genellikle “sana yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapmama” kıstasıdır. Örneğin koyu Darwinist ve ateist Richard Dawkinse göre, insan çalmamalıdır, çünkü çalarsa, bu davranışı normalleştirmiş olacak ve sonuçta bu bir gün kendisine geri dönecek, başkası da onun malını çalacaktır. Dawkins, bu “faydacı” mantık üzerine, rasyonel bir toplumsal ahlakın kurulabileceği iddiasındadır.
İyi ama bu durumda insanlar “ben çalmanın yanlış bir şey olduğunu savunayım, bu ahlakı toplumda yaygın kılayım, ama herkes saf saf buna uyarken kendim yolumu bulayım” diye düşünürse-ki dünyada böyle düşünenlerin sayısı giderek artmaktadır-bu da gayet rasyonel bir düşünce olmaz mı? Bu soru, Dawkins’in tezini çıkmaza sokmaktadır.
Özetle, seküler ahlaka dair şu söylenebilir: Seküler insanlar da gayet ahlaklı olabilirler. Ama sekülerizme dayalı ve gerçekçi bir ahlak teorisi pek mümkün gözükmemektedir. (M. Akyol) İşte yukarıdaki hadis amelleri, ahlakı teorik olarak, zihinsel olarak, bir inanç olarak imana, Allah’a, dine bağlamaktadır. Buna göre otobüste yaşlı bir bayana yer vermek sadece bir tercih meselesi değil, ahlakî bir zorunluluktur. Seküler bir insan burada vicdan diyerek, kendimi böyle mutlu hisssediyorum diyerek ya da bundan bir çıkar bekleyerek vs. olayı bir tercih meselesi haline getirip görünüşte ahlaklı davranabilir. Ama bir Müslüman için özde ve sözde ahlakî davranma zorunluluğu var. Tabii şu da bir gerçek ki, Müslüman şayet değerlerinden uzaklaşmış ise seküler bir insan gibi, yani çeşitli şekillerde hesap yaparak da davranabilir. İşte bu an, o Müslümanın nefsine yenik düşütüğü andır.
Amellerden bahis açılmışken bir noktaya daha temas etmemiz gerekir. Bireysel ameller var, ki, bunlar tamamen Allah ile kul arasındadır. Toplumsal ve beşerî ameller vardır ki, bunlar insan ile insan arasındadır. Peki din ve buna bağlı olarak dindarlık nasıl algılanmaktadır? Günümüz İslâm toplumlarının ortalama kanaatine göre, “imanın şartları” dediğimiz esaslara inanan, “İslâm’ın şartları” dediğimiz birkaç ibadeti iyi kötü yerine getiren, biraz da zararsız ziyansız olanlar insanlar dindardır. Oysa Peygamberimizin öğretisine baktığımızda bunun doğru ama eksik bir dindarlık anlayışı olduğunu görürüz. Çünkü Peygamberimiz, sonraki tanımlara göre inanç ve ibadetle ilgisi olmayan birçok tutumu da dindarlık içinde görüyordu. Bir yandan akla ve tecrübeye önem veren, “aynı delikten iki defa sokulmayan”, diğer yandan insan ilişkileri daha zarif, daha özverili olan insanları daha dindar sayıyor; bencil ve hoyrat olanları dindarlık yönünden eksik buluyordu.
Peygamberimizin anladığı ve yaşadığı bu dindarlığa dinamik dindarlık demek mümkündür. Islâm’ın bu dindarlığın içini, -elbette bildiğimiz iman ve ibadet esaslarının yanında- birine, insana ve tabiata yararlı olma, diğerine zihinsel ve pratik hayatta rasyonel ve gerçekçi olma diyebileceğimiz iki ilkeyle doldurduğunu görüyoruz. İlk İlke açısından dinamik dindarlık, -Ebû Hanîfe’nin öğrencisi Şeybânî’nin 1200 yıl önce kaydettiği gibi- yararı başkalarına da dokunan işleri, yararı sadece kişinin kendisine olan ibadetler gibi, hatta daha üstün bir ibadet bilmektir. Çünkü -Şeybânî’nin de hatırlattığı üzere- “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır” buyurulur.
Zihinsel ve pratik hayatta rasyonel ve gerçekçi olma ilkesi açısından ise dinamik dindarlık, bireyin edilgen olmaması, eşyanın ve olayların insanı yönetmesi yerine, insanın eşya ve olayları yönetmesidir ki, bu da insanın aklı ve tecrübeleriyle yaşamasını gerektirir. Bu sayede insan, ilkelerinden vazgeçmeden kamanın ruhuna uyma yeteneği kazanır; zamanla çatışmadan |zamanı yönetir.
İşte Müslümanlarca inşa edilen büyük medeniyetin arkasında böyle bir dinamik dindarlık ruhu vardır. Düşünebiliyor musunuz, neredeyse tamamı ümmî (okuma-yazma bilmez) olan Hicaz Arap kabileleri, İslâm’ın ilk asrı dolmadan, o çağın dünya klasikleri olan Grek ve Pers kaynaklarından çeviriler yapmaya ^başlamışlardır. Kısa zamanda kendi felsefe ve bilimlerini oluşturan Müslümanlar, daha çok Endülüs (İspanya) Yahudilerinin Arapçadan Latinceye yaptıkları çevirilerle Batıda bilim ve felsefenin gelişmesine öncülük etmişlerdir. Bu süreci başlatan, kesinlikle Hz. Peygamberin Müslümanlara kazandırdığı dinamik dindarlık ruhudur.
Denilebilir ki, tarihte İslâm’ın başına gelen en büyük talihsizliklerden biri, “dindar” kavramının içinden “başkalarına yararlı olma” sorumluluğunun çıkarılmış olmasıdır. Nitekim başlangıçta böyle bir ayırım yokken, zamanla İslam kültüründe katı bir farz-fazilet ayırımı yapılarak, toplumsal yarar namına birçok sorumluluk farzdan çıkarılıp fazilet içine alınmış, “olmasa da olur’ haline getirilmiş; bu suretle dindarlık birkaç şeklî ibadete indirgenmiştir. Sonuçta din, zamanla her yerde lafı edilen ama ortalıkta görünmeyen, yaşanmaktan çok kullanılan bir araca dönüştürülmüştür.
Islâm’ın başına gelen diğer büyük talihsizlik ise, “dine göre yaşama” ile “akla göre yaşama”yı birbiriyle çelişik gören bir “dindarlık” anlayışının türetilmiş olmasıdır. Oysa Peygamberin inşa ettiği dindarlıkta -elbette düzgün bir itikad ve ibadet hayatının yanında- toplumsal gelişmeye katkı sorumluluğu ile içgüdüleriyle değil aklıyla yaşama diyeceğimiz bir dinamik ruh vardır. Gelinen noktada İslâm toplumlarının asıl sorunu, farz-fazilet ayırımı ile din-akıl ayırımı yüzünden zamanla dinamik dindarlık ruhunu kaybetmiş olmalarıdır. Bugün -Allah vergisi petrolü saymazsak- bütün Müslüman toplumlarının bir yılda ürettikleri, onların yirmide biri kadar nüfusu olan bazı ülkelerin yıllık üretiminden daha azdır. Üstelik Müslüman toplum- larda gelir dağılımı çok kötü. Bu olumsuz şartlar Müslüman insanı -Kur’an’ın tabirleriyle- “sekînet” ve “hilim”le davranmak yerine, “câhil” yani -semantik anlamıyla- öfkeli ve çatışmacı yapıyor. Zamanımızda İslâm toplumlarının kendi kendileriyle ve dünya ile sağlıklı iletişim kuramamalarını buradan da anlamaya çalışabiliriz. (Mustafa Çağrıcı)
Yavuz Koktaş – Bilgi,Ahlak ve Hikmet Acısından Sünnet,syf:58-63