13
Aynasında, varlıkların suretleri sabit
olan bir kalb, nasıl parlayabilir?
Yüce Allah insana, yüzü tertemiz aynaya benzeyen bir kalb bağışlamıştır. Ayna gibi, karşısına gelen her şey, olduğu gibi içinde yansımaktadır. Bu kalbde sadece bir yansıma yönü vardır. Kalb nereye yöneltilirse o nesne içinde temsil olunur.
Yüce Allah bir kuluna lütfederse düşüncesini mana ve melekût nurlarıyla meşgul eder. Zulmânî, her an yokluğa mahkûm olan varlıkların muhabbetine kalbini bağlamaz. Ne zaman ki kalb aynasında iman ve ihsanın nurları, tevhid parıltıları, irfan güneşleri doğarak zuhûr eder, kalb sadece faziletlere, iyiliklere ve yükseliş kaynağı olan unsurlara bağlanır. Kalb aynası temiz ve berrak olup içinde hak ve fazilet tecellî edince inkâr ve bühtana yönelik her şey arka planda kalır.
Yüce Allah adaletiyle, hikmetiyle bir kulun düşüncesini zulmânî varlıklarla, cismânî şehvetlerle meşgul ederse kalbi çimenlikten çamurluğa yönelir. Ondan zulmânî suretlerin görüntüsünden başka bir şey yansıyamaz.
Bu zulmânî suretler kalb içinde üst üste yığılırsa, nurlar ne kadar kuvvetli olurlarsa olsunlar onda yansıtmayı meydana getiremez. Görmüyor musun, dünya ne kadar aydınlık olursa olsun aynanın yüzüne kesif bir çamur sürülürse içinde görüntü olamaz.
Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: “Gerçekten demirin pas tuttuğu gibi gönüller de pas tutar. Yeni elbise eskimeye mahkûm olduğu gibi iman da eskimeye mahkûmdur.”[39]
“Her şeyin temizleyicisi vardır. Gönüllerin temizleyicisi de Allah’ın zikridir.”40 Gerçekten kul bir hata işlerse kalbine siyah bir nokta konar. İstiğfar ederek o siyah noktayı söküp atarsa kalbi parlar. Bir daha hataya dönüş yaparsa kalbin siyah noktaları artar, öyle ki kalbi istila ederler. İşte ayetteki “rân” budur ki Yüce Allah mealen; “Hayır, bilakis yaptıkları, kir olarak gönüllerini istila etmiştir. ’41 buyurur.
Yine Yüce Allah (celle celâlüh) “Allah bir erin yüreğinde iki kalb yaratmamıştır.”[42] buyurur.
Herkesin bir kalbi vardır. Halka çevrilirse Hak karanlıkta kalır, halka verirse Hakk’ın tecellîlerinden yoksun kalır. Öyle ise mülk âleminden melekût âlemine, maddenin kirli alanından mananın tertemiz gülzârına göç etmelisin. Ey insan, o âlemde nefsânî arzularına ve alışkanlıklarına bağlı olduğun müddetçe Rabbine göçüp yaklaşamazsın. Çünkü maddenin sevgisi öyle ağır bir demirdir ki ayaklarına takılırsa bir adım bile ilerleyemezsin. Bundan dolayıdır ki Bağları kopar, yükünü hafiflet, çabanı artır ki hakikate varasın; irfan nuruyla esrara muttali olasın” denilmiştir.
Ya da kalb şehvetleriyle bukağılandığı hâlde,
Yüce Allah’a nasıl göçebilir?
Rehil ve rihlet, bir memleketten bir memlekete gitmektir ve nakil olunmaktır. Burada rehilden murad, varlıktan var edene, mülkten melekûta, maddeden manaya, sebeplerden müsebbibe, gafletten huzura, nefsânî arzulardan Yüce Allah’ın muradına, bulanık âlemden safa âlemine, cehâletten marifete, ilm-i yakînden ayn-i yakîne, ayn-i yakînden hakk-ı yakîne, murakabeden müşahedeye ya da yürüyenlerin makamından duranların duraklarına nakil olunmaktır.
Zira bir insan zevalden kemâle, sefaletten yüksekliğe, tembellikten çalışmaya, sabırsızlıktan sabretmeye yol almadan dünyada huzurlu hayata, âhirette mutluluk ve saadete ulaşamaz. Değirmen dönmeyince karayı beyaz, serti yumuşak hâle getirir mi? Sular akmayınca, şu kayaya bu kayaya çarpmayınca, akışlarına ; devam etmeyince denizlere kavuşurlar mı? Sen ey insan! Hummalı bir şekilde, daimî bir surette malınla, canınla çalışmadıkça saadet gülzârına, sevinç ve kıvanç çimenliğine ulaşamazsın.
Ayağına zincir takılmış bir at, yarış meydanına gidemez, gitse bile yarışı kazanamaz. Sen de kalbini şer’an mübah olsa dahi maddiyat zinciriyle bağlarsan etrafında dolaşıp durursun, melekût âleminin meydanına giremezsin, ceberût âleminin nurlarına ve ışıklarına uzanamazsın. Öyle ise şehvet ve maddiyata bağlanan kalb ile Yüce Allah’ın rızasına gitmek kâbil değildir. Çünkü böyle bir kalb madde âleminin daracık dairesinde dolaşmaktan başka bir şey yapamaz.
Mana âlemine girse bile tökezlemekten emin olamaz. Emin olsa bile kurbiyet makamına varamaz. Zira kurbiyet makamına giden kalb ancak mana âlemine yönelik bir muhabbetle koşabilir. Hülasa bu yolda şehvet ve şöhretin terki esas kabul edilmiştir. Bundan dolayıdır ki, “Şehvetlerin sokması; gönüllere, yaralı bedenlere eşek arısının sokmasından ziyade elem verir.” denilmiştir.
Şu vardır ki kâmil kişinin temkin makamına kavuştuktan sonra madde ile uğraşı kendisine hiçbir zarar vermez, ama temkinden önce maddeye bağlılık, mananın her yükselişine engeldir. Zira “Kalbinde maddiyata yönelik ilgi olan kimse melekût âlemine doğru adım atamaz. Çünkü temkin makamında değildir.” denilmiştir.
Kardeş, madde ile bağlarını kes, engellerin memleketinden kaç ki hakikatlerin nurları kalbine doğabilsinler. Mürid olan kimseye seyahat etmek, göç etmek gereklidir. Maddiyat vatanına bağlanan bir kimse mana âleminden haz sahibi olamaz. Bundan dolayı şöyle denilmiştir: “Su bir kapta uzun zaman durunca bozulduğu gibi, derviş de bir makamda uzun zaman durursa bozulur.” Su akmak ile tatlı olur, kolayca yutulur. Derviş de seyr ü sulûkünde çalışır, hedefe varmak için hakkıyla çaba harcarsa olgunlaşabilir. Bedenini maddede çalıştırdığın kadar kalbin maddeye bağlanır, onu manaya bağladığın kadar kalbin de mânevîyata bağlanır.
Hülasa, bir hâlden bir hâle girmek için bir memleketten bir memlekete göç etmek Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) sünnetidir. Peygamber (sal- lallahu aleyhi ve sellem) daru’l-hicrete geldikten sonra gönül ferahlığını ancak cihada çıkmakta görürdü. Asıl memleketinde görünmeyen çalışması dâr-ı hicrette cihad şeklinde görünür hâle geldi. Fahr-i Âlem’in vefatından sonra sahâbiler kendi memleketlerinde durmadılar. Anadolu’ya kadar, Nihavend’e kadar, Belh’e, Buhara’ya kadar göçtüler. Allah yolunda çaba harcadılar. Hak ve hakikatten, iman ve İslâm’dan başka her şeyden ilgiyi kestiler. Dolayısıyla Yüce Allah (celle celâlüh) kendilerine fetihleri, gönüllerin kazanılmasını ve toplumların irşadını nasip eyledi. Allah (celle celâlüh) bereketlerine kavuşturup niyetlerine uygun çaba göstermeyi bize de lütuf buyursun. Âmîn.
Gafletlerinin cünüplüğünden/kirinden temizlenmediği
hâlde kalb, Yüce Allah’ın Hazretini nasıl arzulayabilir?
Hazret, Rab ile kalbin hazır olmasıdır. Bu huzur da üçe ayrılır:
1. Kalblerin huzuru
2. Ruhların huzuru
3. Sırların huzuru.
Kalblerin huzuru, seyr ü sülük hâlinde olanlarındır. Ruhlar m huzuru, yaklaşanlarındır. Sırların huzuru, zirveye kavuşup temkine erişen âriflerindir. Başka bir tabirle kalblerin huzuru, murakabe/gözetim ehlinindir. Ruhların huzuru müşahede/görüşme ehlinindir. Sırların huzuru mükâleme/konuşma ehlinindir.
Bunun sırrı şudur: Ruh gaflet ile huzurun arasında dolaşır durursa buna “gönüllerin huzuru” denilir. Vuslat makamına kavuşup durursa buna da “ruhların huzuru” denilir. Temkin sahibi olup sadeleşirse Yüce Allah’ın sırlarından bir sır olur, işte bu makama da “sırların huzuru” denilir.
Yüce Allah’ın huzuru tertemizdir, yücedir, ancak temizlenenler oraya girerler. Cünüp/temiz olmayan kalb o mukaddes huzura giremez. Kalbin cünüplüğü ise Allah’tan gafil/habersiz olmasıdır. “Ey iman edenler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar, cünüp iken de eğer yolcu değilseniz, gusledinceye kadar namaza yaklaşmayın;”[43] ,
Namazda olan kul kurbiyet makamındadır. Yüce Allah’a hitap etmektedir. Huzurunda kulluğunu izhar etmektedir. Böyle bir makamda gafil olmak ya da mâsivâyı düşünmek edeb kurallarına uygun olmadığı gibi, gazap kamçılarının gelmesine sebep olabilir. Sadece namazda değil, her zaman ve her yerde insanoğlu Yüce Allah’ın gözetim ve denetimindedir. İçini dışını, işini ve davranışını o beraberliğe uygun olarak düzenlemelidir. Yoksa maddeten zirveye çıksa bile dünyada huzura, âhirette mutluluğa eremez. Çünkü edeb kurallarına ters düşen İlâhî lütuftan mahrum kalır.
Ya da tökezlemelerinden/işlediği suçlardan tövbe
etmediği hâlde ince sırları anlamayı nasıl umabilir?
Recâ, sebeplere yapışarak çaba göstermekle bir şeyi ummaktır. Sebeplere yapışmadan bir şeyi ummak kuruntu ve ümniyettir. Ümniyet ise şeytandandır.
Fehm, maksadı anlamaktır. İnce sırlar, tevhid ve imanın derin meseleleridir. Tevbe, bütün çirkin sıfatlardan arınarak övülen sıfatlarla muttasıf olmaktır. Hefevât, hefvet’in çoğuludur. “Düşmek ve tökezlemek” demektir.
Münkerâtta ısrar etmekle ince sırları anlamak mümkün olamaz. Tertemiz bir kalb olmaksızın tevhid ve imanın derin ve kapalı konularını anlamak mümkün olamaz. Bir insanın, tökezlenmelerinden dönüş yapmadıkça, şehvetlerinin köleliğinden azad olmadıkça bu derin konuları anlaması ve ehl-i tevhidin sırlarına ulaşması imkansızdır.
Ebû Süleyman-ı Dârânî (kuddise sirruh) şöyle diyor: “Nefsler günahları terk edince melekût âleminde dolaşabilirler. Daha sonra sahiplerine taptaze hikmetleri kazandırırlar. Kul bu mertebeye ulaşınca bir öğretmenin öğretmesi olmazsa dahi gerçek bilgiye ve hakikate ulaşabilir.”
Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), “Yüce Allah ilmiyle âmil olana bilmediklerini öğretir.”[44] buyurur.
Cüneyd-i Bağdâdî’ye (kuddise sirruh) soruldu: “Hak ve hakikate varmak hangi yol ile olabilir?” Cevaben şöyle dedi: “Israrı kaldıran tevbe ile, geciktirmeyi yok eden korku ile, ibadet ve amele sevk eden ümit ile, nefsi korkutmak ile olabilir.” “Bu makama neyle ulaşılabilir?” denildi. Cevap verdi: “Her şeyden soyutlanmış tertemiz bir kalb ile.”
Kalb Yüce Allah’ın zikri ve fikriyle başbaşa kalarak mâsivâdan kurtulursa tevhidin öyle ince ve kapalı konularını bilir ki onları dil ile açıklamak kabiliyet kapsamında olamaz. Bir insan bu makama kavuşunca orada gördüğü sırları ehil olmayan kimselere açıklarsa kemâlâttan uzak kalır.
Bundan dolayıdır ki Ebû Medyen-i Mağribî (kuddise sirruh) şöyle diyor: “Gizli âlemde öyle sırlar vardır ki onları açıklamaya yeltenirsek kanımız akıtılır.”
Bir padişah hâzinelerini ve içindeki cevherleri birisine gösterse o adam da hâzinelerinin ve incilerinin yerlerini başkalarına gösterecek olursa padişah o insanın elinden hâzinelerin anahtarlarını almaz mı ve onu çok uzak yerlere sürgün etmez mi? Elbette eder. Bazı insanlar Yüce Allah’ın kalbine akıttığı hikmet ve sırları yeri gelmeden başkalarına göstermek çabasındadır. Böyle bir insanın sonu karanlıktır, bilgisi unutulmaya mahkûmdur. Günün birinde zillet ve illete dûçâr olması inkâr edilmeyecek bir gerçektir.
14
Varlık bütünüyle karanlıktır. Onda Hakk’ın
zuhûru ancak onu aydınlatabilir.
Kevn, İlahî kudretin oluşturup göz önüne serdiği her şeydir.
Zulmet, nurun zıddıdır. Varlığın içinde Yüce Allah’ın zuhûru varlıkta olan tecellîsidir.
Gördüğümüz madde âlemi sade karanlıktır. Öyle bir karanlık ki dışıyla beraber kalan insan Rabb’in şuhûdundan perdelenir. Çünkü madde bulut gibidir, mana güneşini perdeler. Kabın dışına bakıp durmak değil de kab iınçinde olan yemeğe bakmak lazım. Çünkü bedene güç, yeteneklere zindelik veren kap değil, yemektir. Maddiyatın yanında durup kalmak kâmil insanın kârı değildir. Bilakis kâmil insan, maddenin içerisindeki sırra gitmelidir. İnsana Allah’ı tanıtan varlıktaki sırdır, düzendir, kucaklaşmadır, hayatta durmak için yardımlaşmadır.
Bu itibarla bütün varlık karanlıktır. İçindeki esrarı bilmek ancak Yüce Allah’ın temiz kalbin aynasında tecellîsiyle olur. Kâinatın dışına bakan bir insan karanlık ve kirli bir varlığı görür. İçine nüfuz ederse melekût âleminde lâhûtî bir nuru müşahede eder. Yüce Allah (celle celâlüh) meâlen şöyle buyurur: “Allah, göklerin ve yerin nurudur.”[45]
Ayna ancak yüzü tozdan arınmış olursa görüntü verir, kirli olduğu zaman görüntü veremez. Ancak ağyardan arınmış olan kalbde İlâhî nurun tecellîsi olabilir, ağyar çamuru ile sıvanmış bir kalbin içinden yansıma mümkün olamaz.
Kalb yuvasını sadece nura bırakacaksın, ta ki huzura kavuşasın. İçi temiz olan kimsenin kalbine öyle nurlar uzanır, Öyle feyzler akar ki gelişlerinden ve akışlarından şaşakalmamak imkânsızdır. Bundan ötürüdür ki Yüce Allah meâlen; “Yerde ve göklerde olan şeye bakın.”[46] buyurur.
“Yere ve göğe bakın.” dememiştir, yerde ve göklerde bulunan sırra bakın, hikmeti anlayın, demek istemiştir. Yoksa hâzinenin dışına bakmışsın, içindeki incilerden vazgeçmişsin, böyle bir bakışın kıymeti ne olabilir? Bundan dolayı denilmiştir ki Yüce Allah (celle celâlüh) arzın ehlinden perdelendiği gibi göğün sakinlerinden de perdelenmiştir. Sizin gibi, en yüksek âlemin ehli de Yüce Allah’ı taleb etmektedir. O (celle celâlüh) hiçbir şeye girmemekle hiçbir şeyden de gâib değildir. Bu manalar zevki ve rûhânîdir, akıl onlara kavuşamaz ki idrak edebilsin ve kitapların yapraklarından nakil de edemezsin, çünkü balın tadını bilen ancak balı tarifle değil tatmakla bilir.
Bilelim ki bu hakikatlere ulaşmak bütünüyle sünnet-i seniyyeye bağlı, kalbi Allah’ın zikriyle mamur olmuş, düşüncesi hakikatlerin idrakine varmış kâmil bir mürşidin terbiyesiyle olabilir. Çünkü, “Hilali görmediğin takdirde hilali gözüyle gören insanlara teslim olmalısın.” denilmiştir.
Varlığı görüp varlıkta ya da onun yanında ya da öncesinde ya da onun sonrasında Yüce Allah’ı müşahede etmeyen kimse, nurları kaçırmış, marifetlerin güneşleri, eserlerin bulutlarıyla ondan perdelenmiştir.
Bekâ ehli sadece varlığı görmekle hakkı ve hakikati müşahede edebilir. Onlar Allah’a bakarak varlıkları ispatlarlar. Bundan ötürüdür ki hiçbir varlık, ne kadar önemli ve büyük olursa olsun, Yüce Allah’ın ululuğuna, yüceliğine ve kudretine engel olamaz. Nasıl engel olabilir ki ayna görüntü içindir, görüntü olmayınca neye yarar? Kâinat lâhûtî kudretin eseridir; eserde kudret, rahmet yansımayınca perde olmaktan başka ne olabilir? Bundan dolayı imanın gözünü temizle ki her şeyin yanında, her şeyle, her şeyin önünde, her şeyin arkasında, her şeyin üstünde, her şeyin altında, her şeyden yakın ve her şeyi kapsayan Yüce Allah’ın kudretini ve varlığını müşahede edesin. Kaptan yemeğe git, bardaktan suya git, çitten bahçeye gir, varlıkların mesafelerini geride bırak, ta göresin ki ancak evvel, ancak âhir, ancak ilk, ancak son, ancak açık, ancak gizli olan O’dur. O vardı, hiçbir şey yoktu; şimdi de olduğu gibidir.
Ehl-i fenâ, Hak’tan başkasını göremezler, çünkü onlar o kadar İlâhî muhabbete, ilâhı marifete bağlanmışlar ki ağyarı görmek şöyle dursun, hatırlarından bile geçmez. Zira onlar hikmet denizine, aşk ateşine, nurların kaynağına kavuşmuşlar. Bu makama kavuşan kâmiller neyi görebilirler ki? Hicap ve perde ehli olanlar Yüce Allah’ın varlığına aklî delil getirirler, çünkü onlar hakikati göremedikleri için başkalarına kendi üslupları ile anlatırlar; hakikate varan insanlar ise onların delil getirmelerine gülerler. Gündüz açık bir havada güneşin varlığını delillerle ispatlamak ya boş şey ile uğraşmaktan, veyahut gözün körlüğünden ileri gelir.
Arındır kalbini kirden
Nuruyla sır zuhûr etsin
Şu ağyara gönül verme
Ki etrafa ışık saçsın
15
Kendisiyle beraber var olmayan, yok hükmünde olan bir şeyle seni kendisinden perdelemesi,
Yüce Allah’ın kahrının varlığına seni delalet eden delillerdendir.
Yüce Allah’ın bir ismi de Kahhar’dır. Yüce Allah’ın açık olmasında gizliliği ve gizli olmasında açıklığı kahrının ve azametinin belirtilerindendir.
Yüce Allah’ın arada perde olmadan perdelenmesi, yakınlık olmaksızın yakınlığı, yakınlıkta uzak olması, uzaklıkta yakın olması kahhâriyetini gösteren en büyük âmildir.
Anlaşılıyor ki birlik ancak Yüce Allah’a yaraşır. Zira beraberinde hiçbir şey olamaz. Yüce Allah meâlen şöyle buyurur: “Zâtından başka her şey yok olmaya mahkûmdur.”[47] “Ancak ilk ve son, açık ve gizli O’dur.”[48] “Nereye yüz çevirirseniz Yüce Allah’ın zâtı oradadır.”[49] “Nerede olursanız O sizinledir.”[50] “Hatırla o vakti ki sana, gerçekten Rabbin -bilgisiyle- bütün insanları kapsamıştır, dedik.”[51] “Attığın zaman sen atmadın, lâkin Allah atmıştır.”[52] “Gerçekten sana bey’at edenler, ancak Allah’a bey at ederler.”[53]
Bu âyetlerin her birisi Yüce Allah’ın bize çok yakın ve bizden haberdar olduğunu, bizim yaptıklarımızın da Onun egemenliğinde olduğunu göstermektedir. Hâl böyle iken her kula her yerde edebe uygun davranış gerekir, insanlığına ve
Müslümanlığına yakışır işler gerekir. Çünkü kul o yüce gözetimde edebin hakkını vermezse burnuna kahır kamçıları vurulabilir. O zaman geri teper. Dünya ve âhirette hirman sahrasında helâke uğrayarak her saadetten arınmış olur.
O hâlde bilmelisin ki baki ve kalıcı, Yüce Allah’tır. Gördüğün her şey her an yok olmaya mahkûmdur. Nasıl ki Lebid, “Allah’tan başka her şey bâtıldır ve şüphesiz her nimet mutlaka son bulacaktır.” demiştir.
Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
“Kıyamet gününde Yüce Allah buyuracak: ‘Ey âdemoğlu! Hasta oldum, beni ziyaret etmedin.’ Kul, ‘Ya Rabbi, seni nasıl ziyaret edeyim ki sen âlemlerin Rabbisin?’ deyince, Allah, ‘Bilmiyor musun, filan kulum hastalandı onu ziyaret etmedin. Onu ziyaret etseydin beni onun yanında görecektin.’ buyurur.
‘Ey âdemoğlu, yemek istedim bana yedirmedin.’ buyurur. ‘Ya Rabbi, nasıl yedireyim ki sen âlemlerin Rabbisin?’ der. ‘Bilmiyor musun, filan kulum senden yemek istedi de ona yedirmedin. Ona yedirseydin onu -o hizmeti- yanında görürdün.’ buyurur.
‘Ey âdemoğlu, senden su istedim bana içirmedin.’ buyurur. ‘Ya Rabbi, sana nasıl içireyim, sen âlemlerin Rabbisin.’ der. ‘Filan kulum senden su istedi, ona içirmedin. Dikkat et, gerçekten ona içirseydin onu -o hizmeti- yanımda görürdün.’ buyurur.”[54]
Hadis-i şeriften anlaşılıyor ki susamış bir kimseye bir yudum su içirmek, aç bir kimseye bir lokma ekmek yedirmek, hâsta olan bir kimseyi ziyaret edip derdine ortak olmak, insanı kurbiyet makamına götürür ve insanın mutluluğuna sebep olacak sevapları kazandırır, ama her şeyden önce edebli olmak, o gözetimin hakkını vermek esastır.
“Yüce Allah (celle celâlüh) nasıl her yerde insanla beraber olur?” denilirse cevaben denilebilir ki: “Yüce Allah bilgisiyle, yardımıyla, rahmetiyle insanın yanındadır. İnsan hiçbir zaman O’nun rahmet ve nimetinden ayrılamaz.”
Edebli ol, edebli ol
Şaha yakın makamdır bu
Dikkatli ol, dikkatli ol
Makam-ı imtihandır bu
O her şeyi izhar ettiği hâlde, herhangi bir şeyin
O’nu perdelemesi nasıl düşünülebilir?
Yerkürede karanlığı her şeyden kaldıran ve her şeyi aydınlatan güneşi nasıl bir şey perdeleyemez ise her şeyi yaratıp varlık nuruna erdireni de hiçbir şey perdeleyemez. Bulut güneşin önüne geçse bile güneşin ışığına engel olamaz. Sadece ışığı bulandırarak küçük bir bölgede gölge meydana getirebilir.
Bugüne kadar çok mağrur kimseler o Zât-ı Pâkin inkârına, perdelemesine gitmişler. Fakat kâinattaki düzen, hilkattaki dikkat, yaratılanlar arasındaki ihtiyaç ve kucaklaşma ağızlarına yumruk vurarak kendilerini ya hakikate ya hakikatin itirafına götürmüşler veyahut bir hakikate varmadan yorulup yerlerinde sayadurmuşlar.
O her şeyle zuhûr ettiği hâlde, herhangi bir şeyin
O’nu perdelemesi nasıl düşünülebilir?
Sinek kanadı güneşi perdelemediği gibi, sinek kanadı mesabesinde olan küçük akıl sahibi bir insan da o Zât-ı Pâk’in inkârına gidemez, gitse bile inadından- dır. İnat olmazsa cehaletindendir. Cahil değilse basiretinin körlüğündendir.
Ey cahil nefs! Yüce Allah varlığı yarattığından beri her şeyde tecellî etmiştir. Önemli olan düşünüp derinliğe inmektir. Deryanın derinliğine inmeyen bir insan incilere varamaz.
O her şeyde zuhûr ettiği hâlde herhangi bir şeyin
O’nu perdelemesi nasıl düşünülebilir?
Tüm kâinât Yüce Allah’a aynadır. Yüce Allah sıfatları ile her şeyde apaçık görünmektedir. Bu görüntüyü inkâr eden, ayna karşısında durup aynanın içindeki görüntüleri inkâr eden insan gibidir. Hatta aynada görünen görüntülerin inkârına uğraşan insan kendisini inkâr etmiş demektir. Çünkü aynadaki görüntülerin birisi de onun görüntüsüdür.
Her şey için O zâhir olduğu hâlde, herhangi bir şeyin
O’nu perdelemesi nasıl düşünülebilir?
Saat zamanın küçük bir dilimine ölçü olabilir. Ama bütün zamana ölçü olamaz. Çünkü saatin varlığından önce zaman var olduğu gibi, saat kırılıp yok olduktan sonra da zaman devam eder.
Duvar ustaya, masa marangoza, kitap yazara, nakış nakkaşa delalet ettiği gibi, bu âlemde bulunan her şey de Yüce Allah’ın varlığına bir göstergedir, bir delildir. Fakat anlayan anlayabilir. Düşünen hakikate varabilir. Sır budur ki Yüce Allah (celle celâlüh) meâlen buyurur: “Gerçekten yerin ve göklerin yaratılmasında, gece ve gündüzün değişmesinde Yüce Allah’ın varlığını ispat eden öz akıl sahiplerine kuvvetli deliller mevcuttur.”[55]
Her şey birer aynadır. Kendisine özgü olan durumuna göre Yüce Allah’ı sıfatlarıyla gösterir. Mesela bir gül bahçesi Yüce Allah’ı cemâliyle, bir dağ Yüce Allah’ı celâliyle, bir deniz Yüce Allah’ı zenginliği ile, bir gezegen Yüce Allah’ı nuruyla, bir sülük, bir karınca Yüce Allah’ı rezzâkiyetiyle, bir insan Yüce Allah’ı kemâl sıfatlarıyla, gökteki yıldızların süratle gezip çarpışmamaları Yüce Allah’ı hikmetiyle gösteren en belirgin delillerdir. Bunun dışında iddiada bulunan kimsenin herhâlde idrakinde noksanlık mevcuttur.
Her şeyin varlığından önce O zâhir olduğu hâlde,
herhangi bir şeyin O’nu perdelemesi nasıl düşünülebilir?
Yüce Allah zâti sırlarıyla ve sıfatî nurlarıyla her şeye açıktır. Hatta bütün varlıklar O’nun eseri olduğundan apaçık kudretini, zâti ve fiilî bütün sıfatlarını göstermektedir. Atomdan tutun kitleye kadar her şey bu kudretinin şuurun- dadır. Sır budur ki her şey, yerel olsun göksel olsun O’nun teşbihi ile, tenzihi ile, hamdi ile, şükrü ile uğraşmaktadır. Yüce Allah (celle celâlüh) mealen şöyle buyurur: “Ancak her şey şükrü ile meşgul olup O’nu tenzih ederler.”[56]
Her şey hâl dili ile “Allah vardır, kudret sahibidir, bütün kemâlât ile muttasıf- tır, her türlü zevalden ve eksiklikten münezzehtir.” deyip durur. Fakat bu hakikatin varlığını ancak ârifler idrak edebilir. Gâfiller ise derin bir uykuda olup, bu varlıkların düzeninden, teşbihinden, vazifelerinden geri kalmadıklarından zerre kadar haberdar değildirler.
Görünen her şey O’ndandır ve O’nadır. Ezelde kendi kendine zahir idi. Ebette de aynı zuhûr devam eder. Yüce Allah zuhûr edebilmek için hiçbir şeye muhtaç değildir. Zira O sameddir, her şeyden müstağnidir. Ezel ve ebedin, kıdem ve bekanın O’nun varlığında ve zuhûrunda rolleri yoktur. Bunlar ancak başlangıçta küçük, ortada büyük, sonunda ihtiyar ve yok olmaya mahkûm olan, sonradan meydana gelen varlıkların özelliğidir.
Her şeyden daha ziyade O zâhir olduğu hâlde, herhangi bir şeyin O’nu
perdelemesi nasıl düşünülebilir?
Ebü’l-Hasen eş-Şâzelî (kuddise sirruh) şöyle demektedir: “Biz Yüce Allah’a iman ve tasdik gözüyle bakmaktayız. Artık varlığına delil getirmemize ihtiyacımız kalmamıştır. İman ve tasdikte öyle bir merhaleye kavuşmuşuz ki varlıkta Yüce Allah’tan başkasını bile göremiyoruz. Görsek bile yanımızda, havadaki toz gibi değersizdir. Tüm varlıkları, her an yok olmaya mahkûm olduklarından hiç sayabilirsin.”
Kâinat Yüce Allah’ın eseri olduğundan Yüce Allah’ı basiret gözüyle gören bir insan esere hakikat gözüyle bakamaz. Zira çok düzenli bir duvarın yanında ustası bulununca, artık bu duvar ustaya delalet eder, demek beyhudedir.
Hiçbir şey O’nunla beraber olmayıp ancak O tek olduğu hâlde,
herhangi bir şeyin O’nu perdelemesi nasıl düşünülebilir?
Yüce Allah’ın birliği ezelîdir, birliğine ön yoktur. Ebedîdir, birliğine son yoktur. Geçmişte kendisiyle beraber hiçbir şey olmadığı gibi şimdi de hiçbir şey O’nunla beraber olamaz. Yüce Allah ile hiçbir ilah beraber olabilir mi! Yüce Allah şirk koşmalarından münezzehtir. Gözle görünen her şey O’nun iradesiyle varlık bulmuştur. Yüce Allah (celle celâlüh) zâtında, sıfatında ve fiillerinde birdir. O’ndan önce, Ondan sonra, O’nunla beraber hiçbir şey yoktur.
O sana her şeyden ziyade yakın olduğu hâlde,
herhangi bir şeyin O’nu perdelemesi nasıl düşünülebilir?
Yüce Allah meâlen şöyle buyurur: “Yemin olsun ki, elbette biz insanı yarattık, kendi kendine konuşmalarını biliriz. Biz ona can damarından daha yakınız.”[57]“Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz göremezsiniz.”[58]“Sözünü açık net söylersen Yüce Allah ondan haberdardır. Çünkü gerçekten O, sırrı da daha gizli olanı da bilir.”[59]
Buradaki yakınlıkla, ilmiyle kapsamayı ifade eder, mesafe yakınlığını değil. Çünkü insanla Allah’ın arasında mesafe yoktur. Can damarından daha yakın olan için yakınlık ve uzaklık düşünülebilir mi?
Bir eserde şöyle geçmektedir: “Yüce Allah (celle celâlüh) hiçbir şeye girmediği gibi hiçbir şeyden gâib de değildir. Misal olarak dört duvarda dört ayna olduğunu farzet, sen hiçbir aynaya gâib olmadığın hâlde hiçbir aynaya girmiş de değilsin.”
İmam-ı Ali (radiyallahu anh) şöyle buyurur: “Hak bir şeyden, bir şeyde, bir şeyin üstünde, bir şeyin altında değildir. Çünkü bir şeyden olursa yaratılmış olacak, bir şeyin üstünde olursa taşınmış olacak, bir şeyde olursa kuşatılmış olacak, bir şeyin altında olursa yenilmiş olacak. Yüce Allah (celle celâlüh) bütün bu anlamlardan münezzehdir.”
O olmasaydı hiçbir şey olmayacak olduğu hâlde,
herhangi bir şeyin O’nu perdelemesi nasıl düşünülebilir?
Yüce Allah her şeyi yaratmış ve ölçüp biçmiştir.[60] “Gerçekten biz her şeyi kader ile, ölçüp biçmek ile yaratmışız.”61
Görünen âlemde bulunan her şeyin akışı gayb âlemindendir. Melekût âleminde zuhûr eden her şey ceberût denizinden akmıştır. Her şeyin varlığı ve hayatı ancak O’nunladır. Her şey O’na nisbeten yok sayılır. Her şeye varlık ispat edilse bile her an yok olmaya mahkûmdur. Hülasa geçici olan varlık, kalıcı olan varlığın yanında hiç saydır derecededir.
Çok acayiptir, yokluktan varlık zuhûr eder mi? Ezeliyet vasfı kendisine
sabit olan zât ile sonradan meydana gelen hâdis beraber olur mu?
Varlık ve yokluk birbirine zıt olup bir araya gelmedikleri gibi, hâdis ve kadîm de birbirine zıttırlar ve bir araya gelemezler. O zaman hiçbir şeyin varlığı Yüce Allah’ın varlığı ile mukayese edilemez, belki her varlık o Yüce Varlığın yanında yok hükmündedir, varlıkları bile düşünülemez. Yüce Allah (celle celâlüh) mealen şöyle buyurur:
“İşte O Allah’tır. Hak ve gerçek olan Rabbinizdir. Gerçekten sonra her şey sapkınlıktır.”[62]
Bazı insanların hulûlden konuşmaları bilgi zayıflığından veyahut düşünce körlüğünden ileri gelmiştir. Çünkü hiçbir yumurta kocaman bir dağa kap olamaz.
Cüneyd-i Bağdâdî’nin (kuddise sirruh) yanında birisi “Elhamdülillah” deyip “Rabbilâlemîn” demedi. Cüıieyd ona; “Kardeş, bu O’nun işaretidir, sözünü tamamla.” dedi. Adam; “Âlemlerin O’nun nezdinde ne değeri vardır ki zikretmeye değsin?” dedi.Cüneyd şöyle dedi: “Rabbilâlemîn de, zira hâdis -daha sonra meydana gelen- kadîm ile beraber olunca eriyip yok olur.”
Hâşâ Yüce Allah hulûl ve ittihaddan münezzehtir. Çünkü kadîmdir, ezelîdir. Bâkidir, ebedîdir. Zaman, mekân ve içinde var olan hiçbir şey olmadığı hâlde O vardı, var olduktan sonra da O’nun birliği, yegâneliği olduğu gibi devam etmektedir.
Ebû Hasen-i Niverî’den (kuddise sirruh) soruldu: “Varlıklara nisbeten Yüce Allah nerededir?” Cevabında şöyle dedi: “Yer ve varlıklar yokluk okyanusunda iken Cenâb-ı Allah var idi. Bugün de vardır. Fakat varlığı hiçbir zamana ve mekâna bağlanamaz. Yüce Allah (celle celâlüh) apaçık bir azamet sahibidir. Mutlak bir güç sahibidir. Tüm varlıklar O’nun lütfü ile oluşmuşlar ve O’nun irade ve kudretiyle var olmuşlar. Varlıklar ne O’na yapışıktır, ne de O’ndan ayrıdırlar. Bütün varlıklar, bütün hâlleriyle O’na muhtaç olup O ise hiçbir şeye muhtaç değildir. Samed ismi apaçık bunu gösterir.” Sonra Ebü’l-Hasen (kuddise sirruh) ona şöyle dedi: “İnsanların fırkalara ve milletlere ayrılmalarının sırrı nedir?” Yine kendisi cevap verdi: “Kudretini belirtmek için, hikmetini aldatmak için, lütfunu göstermek için, adalet ve ihsanını uygulamak için mahlukatı şuna buna ayırmıştır.”
Anlaşılıyor ki Hak tecellîleri üçe ayrılır:
- İhsan ve lütfunu izhar etmek için bir kısım varlıkları yaratmıştır. Bunlara ihsan ve taat ehli denilir.
- Afvını ve hilmini göstermek için başka bir kısım yaratmıştır. Bunlar da ehl-i imandan olan ehl-i isyandır. Yani imanlılardan olan ehl-i isyan.
- Bir kısmı da yaratmış ki azab ve gazabı onlarda tahakkuk etsin. Bunlar da aşırılık ve küfür ehlidir.
Hülasa ustayı görmesek dahi düzenli bir duvar onun varlığını gösterir. Engin manalı düzenli bir yazı, yazar olmasa dahi yazara dalâlet eder. Yüce Allah (celle celâlüh) ululuk perdesiyle gözlerden ve gönüllerden uzaktır. Akıl füze olsa dahi Zât’ın künhüne kavuşamaz. Fakat meydandaki düzenli her varlığın ferdi ve toplumu O’nun varlığını konuşurlar, birliğini söylerler, mutlak kudretine karşı, kırılmaz iradesine karşı koyduğu kanunlara kerhen ya da isteyerek boyun eğmeye mecburdurlar. Örneğin güneş kendi kanununa, toprak kendi kanununa, bulut ve yağmur kendi kanunlarına bağlıdır. Kendilerine tayin edilen kanunlardan milim bile şaşmazlar, öyle ise ancak O egemendir. Diğer her varlık ancak O’nun koyduğu kanuna uygun yaşar, yaşamlarını sürdürürler.
Ataullah İskenderi – Hikem-i Ataiyye Şerhi,syf:61-78
Şerh:Hüsnü Geçer
Dipnotlar:
[39] Bkz. Beyhakî, Şuabü’l-Imân, III, 392, r. 1859.
[40] Beyhakî, Şuabü’l-Itnân, II, 62,63, r. 519-520.
[41] Tirmizî, “Tefsir”, 75, r. 3334; îbn Mâce, “Zühd”, 29, r. 4244; Ahmed b. Hanbel, II, 297, r. 7952.
[42] el-Ahzâb, 33:4.
[43] en-Nisâ, 4:43.
[44] Bkz. Dârimî, “İlim”, 380, r. 394; Ebû Nuaym el-tsfahânî, Hilyetul-Evliyâ, VI, 163; Aclûnî, Keşful- 1 Hafâ, II, 312, r. 2542.
[45] en-Nûr, 24:35.
[46] Yûnus, 10:101.
[47] el-Kasas, 28:88.
[48] el-Hadîd, 57:3.
[49] el-Bakara, 2:115.
[50] el-Hadîd, 57:4.
[51] el-İsrâ, 17:60.
[52] el-Enfâl, 8:17.
[53] el-Fetih, 48:10.
[54] Müslim, “Birr”, 43; Ahmed b. Hanbel, II, 404; Beyhakî, Şuabü’l-îmân, XI, 412, r. 8752; Taberânî, el-Mu’cemul-Evsat, VI, 119, r. 5979.
[55] Âl-i îmrân, 3:190.
[56] el-İsrâ, 17:34.
[57] Kâf, 50:16.
[60] el-Furkân, 25:2.
[61] d-Kamer, 54:49.
[62] Yûnus, 10:32.
0 Yorumlar