Alimler, bu hesaba çekilmenin nasıl olacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları, “Allah Teâlâ bizzat kendisi, tek bir defada mahlûkatı hesaba çeker ve O’nu, bir söz, diğer sözleri duymaktan alıkoymaz..” derlerken, bazıları da “Hayır, aksine Cenâb-ı Hak, meleklere emreder, bunun üzerine de her bir melek, O’nun kullarından her birini hesaba çeker.. Çünkü, Allah’ın bizzat kendisi, kâfirleri hesaba çekmiş olsaydı, onlarla konuşmuş olurdu. Halbuki, bu bâtıldır. Zira Cenâb-ı Hak, kâfirlerin durumu hakkında “Allah onlarla konuşmaz…” (Al-i İmran. 77)buyurmuştur.”
Bu muhasebenin izahı hususunda, hükemânın da görüşü vardır ki, bu da, şu iki mukaddimeyi sunmakla ancak ortaya çıkar:
Birinci Mukaddime: Fiillerin çok olması ve tekrarı, kuvvetli, köklü ve sabit melekenin hâdis (mahluk) olmasını gerektirir. Yapılacak tam bir “istikra”, söylediğimiz şeyin doğruluğunu ortaya çıkaracaktır. Baksana, amellerden bir amele (işe) devamı ve onu yapışı daha çok olan kimsede, bu amel hususundaki melekenin kök salısı daha kuvvetli olur.
İkinci Mukaddime: Bir amelin tekrar tekrar yapılışı, köklü bir melekenin meydana gelmesini sağladığına göre, bu amellerden herbirinin, bu melekenin meydana gelmesinde bir tesiri olması gerekir. Hatta herbir amelin herbir parçasının, bu melekenin meydana gelmesinde herhangi bir şekilde tesiri olması gerekir. Akıllı kimseler, bu konuda birçok misaller getimişlerdir:
Birinci Misal: Meselâ, yüzbin men (ölçek) bir şey yüklenmiş büyük bir geminin olduğunu farzetsek. Bu gemi suya bir karış batar. Eğer sadece bir buğday tanesi daha konulacak olsa geminin bu buğdayın ağırlığı nisbetinde batmasını gerektirir. Bu miktar, insan hissinin farkedemeyeceği kadar az olsa bile…
İkinci Misal: Hükemâya göre, “basit” varlıkların tabiî şekillerinin küre olduğu sabittir. Binâenaleyh suyun yüzeyinin de küre şeklinde olması gerekir. Tek bir merkez etrafındaki dâirelere benzeyen yaylar, birbirinden farklıdırlar. Çünkü büyük dairenin yayının kamburu, küçük dairenin yayının kamburundan daha az olur. Durum böyle olunca mesela su kabı su ile doldurulup, dağın altına konulduğunda; bu suyun yüzeyinin kavsi (kamburu), su kabının, dağın üzerine konulduğu zaman meydana gelecek kavsinden daha büyük olur.
Bu kavis, her ne zaman daha büyük olursa, kabın içinde suyun bulunma ihtimali de o nisbette çok olur. İşte bu da, su kabının dağın altında olması halinde, içinde su bulunma ihtimalinin, dağın üstünde olması halinde içinde su bulunma ihtimalinden daha fazla olmasını gerektirir. Fakat aradaki fark çok az olduğu için, insanın duyuları onu tam olarak farkedemez.
Üçüncü Misal: Biri diğerine yakın olan iki insanın her birinin ayakları, dünyanın merkezine başlarından daha yakındır. Çünkü ağır kütleler, fezadaki çevreden, dünyanın merkezine daralarak inerler. Fakat bu kadarcık farkı da, insanın duyuları anlayamaz. Sen bunları iyice anlayıp, fiillerin çok yapılışının, melekelerin hasıl olması neticesini verdiğini gördüğünde biz diyeceğiz ki: Hayır ve şer, az veya çok her fiil insanın üzerinde bir tesir meydana getirirler. Bu tesir ya saadet, ya şekavet babından olur.
İşte bu durumda, bu kesin aklî delil ile, Kim zerre ağırlığınca bir hayır yaparsa, onun (karşılığını) görecek; kim de zerre ağırlığınca şer yapar ise onun (karşılığını) görecek” (Zilzal, 7-8) âyetinin, gerçeğin ta kendisi olduğu ortaya çıkmış olur.
Fiillerin, melekelerin meydana gelmesini sağladığı ve elin işlediği fiillerin, o belli melekelerin meydana gelmesinde tesirli olduğu sabit olup, yine ayaktan çıkan fiillerin de aynı durumda olduğu bilinince, eller ve ayaklar Kıyamet günü insanın aleyhine şâhidlik ederler. Bunun mânası şudur: “Şüphesiz bu nefsânî tesirler, o uzuvlardan çıkan fiiller vasıtasıyla, nefsin cevherinde meydana gelir. Böylece de bu belli organlardan o fiillerin çıkışının, nefis cevherinde belli eserlerin (tesirlerin) meydana geldiğine şâhidlik ederler.
Hesaba gelince, bundan maksad, toplanan ve çıkarılandan geriye ne kaldığını bilmektir. Biz hayır ve şer olan her bir zerrenin, nefis (ruh) cevherindeki bu şekillerden birinin meydana gelişinde bir tesiri olduğunu beyan ettik. Bu şekiller, ya temiz ve pâk, ya da değersiz ve adî olur. Şüphesiz insanın amelleri farklı farklıdır. Binâenaleyh onların bazısı bazısının karşılığı olur. Bu karşılık oluşdan sonra geriye nefiste, güzel huya veya kötü huya dair bir miktar kalır.
Beden öldüğü zaman güzel huyun ve kötü huyun nisbeti ortaya çıkar. Bu da, bölünemeyecek kadar az bir anda meydana çıkar. Bu an, ruhun beden ile ilgisinin kesildiği andır. İşte bu hal, “en hızlı bir hesap” olarak ifâde edilmiştir. Bunlar, nebevi hikmetin, felsefî hikmete uygunluğu hususunda yapılmış izahlardır. İşlerin hakikatlerini tam manasıyla bilen ancak Allah’dır.
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 9/479-481
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…