Allah’ın İradesi
İradî eylemler, istem (irâde), bilgi (ilim), güç (kudret), yöneliş (kast) ve yapma (icâd) ile gerçekleşir. Buradaki ilmin ne olduğu bellidir. Zira bilmeden bir işe yönelmek mümkün değildir. İrade ise, yapmak istemeyle gerçekleşir.
İrade, düşünen insanların rahatlıkla bilebileceği bir durumdur. Herhangi bir insan, bir eylemi gerçekleştirmeden veya terk etmeden önce kendisinde iki durumdan birisini tercihe yönelik bir yöneliş hisseder.
İhtiyar, iradeye anlam bakımından yakındır. İrade olmaksızın öteki tarafı da düşünmek anlamındadır. Kudret, kasıt, icad terimlerinin anlamları açıktır. Aralarındaki fark ise ilim, iradeden öncedir. Kudret de kastın Önündedir. Kasıt da icaddan evveldir. Bu üçü ile Öncekiler arasındaki fark açıktır. Bu beşe de çıkarılabilir ki o da gerektiricidir (dâiye).
Gücü yeten tarafından iki taraftan birisinin seçilmesinde, onun tercihini cazipleştirecek bir etken, gerektirici de bulunmaktadır. İşin özünde ilim ile irade arasında rütbe farkı vardır. Bu olmayabilir de. Özgür hareket ortaya çıktığında herhangi bir üstünlük olmaksızın iki taraftan birisi seçilebilir.
Mu’tezile ulemasından bir kısmına göre irade, söz konusu gerektiricidir. Oysaki bu iki açıdan yanlıştır:
Birincisi: Susuz kalan bir kimse, su içme arzusu varken, iki eşit bardaktan birine yönelecektir. Hâlbuki bu anda onu bilinen veya sanılan yararlarının eşit olmasıyla birlikte, onlardan birisine yönelir. Oysaki buradaki tercihte bir gerektirici yoktur.
İkincisi: Dâiye (gerektirici), iradeden öncedir. Zira bilgi oluştuktan veya zan olduktan sonra eylem, terk yönünde ağırlık basar ve bundan sonra da birey buna yönelir. Bu böyle bilindikten sonra deriz ki:
Alimlerin büyük çoğunluğu, Allah’ın irade sahıbı oldugu konusunda oy bırliğine varmışlardır. Ancak onlar iradenin anlamı konusunda farklı gorüşlere sahip olmuşlardır. Ancak onlar iradeyi bazıları vücudî olarak kabul ederken, bir başka kesimde onu mürekkep olarak değerlendirmiştir.
Onun varlıksal olduğunu ileri sürenlerden bazıları şöyle demiştir: İrade, zâtın aynısıdır. Bu Ferrâ’nın (6. 458/ 1066) görüşüdür. Bir kısmı da iradeyi ilmin dışında artık (zâit) bir nitelik olarak değerlendirmiştir. Bu görüşü benimseyenler bazı Eş’arîler ve Mu’tezile âlimleridir.
Bir başka kesim de iradeyi, Allah’ın ilmi olarak kabul etmiştir. Zira onlara göre fıilin gerçekleştirilmesini gerektirici bir takım yararlar gözetilmektedir. Bu Ebü’l-Hüseyin el-Basrî’nin (6. 436/ 1044) görüşüdür. Ka’bî (6. 319/931) gibi düşünen bazıları da iradenin Allah’ın fiillerinde, ilmi de o iradesinde olduğunu söylemişlerdir. Bu, başkalarının fiillerinde ise irade, emir şeklinde tezahür eder.
İradenin olmadığını ileri sürenler, Allah’ın yenilemeyeceği (mağlup) ve kerih görülemeyeceği (müstekreh) tezinden hareket etmişlerdir. Bu yaklaşım Neccârîlere aittir. İlahi iradenin mürekkep olduğunu ileri süren filozoflara göre ise irade, Allah’ın ilmidir. Allah’ın ilmi olan irade onda ortaya çıkmıştır. Bunun sadır olmaması ise Allah hakkında söz konusu olamaz.
Tüm bunlardan anlaşılmaktadır ki bu konuda uzlaşma sadece lafızda gerçekleşmiştir.
İradenin Allah’ın zâtına artık olup olmadığı tartışma konusu olmuştur. Eş’ariler bu konuda irade sıfatının kadim olduğu görüşündedirler. Kerrâmiyye ise, Allah’ın zâuyla kâim hâdis bir niteliktir şeklinde düşünmektedirler.
Mu’tezile ulemasından Ebü Ali (6. 303/916) ve Ebu Haşim (6. 321/933) ile Kadi Abdülcebbar (ö. 415/ 1025) ise, “bir yerde olmaksızın hâdis olarak vardır” görüşünü benimsemişlerdir.
Bunlar arasında Ferrâ’nın (6. 458/1066) görüşü bozuktur. Zira Allah’ın sıfatı onun zâtının aynısı olamaz. Irade zâtın bekâsıyla birlikte icattan sonra ortadan kalkar. Çünkü sıfat zâtın ötesinde irade edilene (murad) tabidir.
İradeyi, ilim ile yorumlayanların yaklaşımı da yanlıştı: Zira bu durumda ilme bağlı olur ve onun dışında bir başka şey olur. Neccar’ın sözü ise gene doğru değıldır. Zıra cansızlar ve uykuda olanlar da irade olmaksızın mağlup edilemezler.Kerrâmiyyenin yaklaşımı, hâdis varlıkların Allah’ın zâtıyla var olmasının imkânı olmadığı için geçersizdir: Nitekim bu konu ileride ele alınacaktır.
Mu’tezile âlimlerinin görüşü de böyledir. Çünkü bir şeyin sıfatı onun zâtıyla Var olamayacağı için zorunlu olarak aklen imkânsızdır.
Doğrusu şudur: İrade varlıksal bir sıfat olup zâtına izafi olarak Allah’a aittir. Zira Allah, iradesiyle hareket edendir.
Bunu şöyle açıklayabiliriz: İnsan iradesiyle gerçekleşen eylemler, iradeden bağımsız olamaz. İrade, daha önce geçtiği gibi zât üzerine zâittir ve kadimdir. Zira Allah’ın zâtında hâdisler bulunamaz. Bu nedenle Allah, ezelde irade edendir. Hâdis ise, uygun ve belirli bir zamanda gerçekleşendir. Söz konusu bu zaman dilimi gelince irade, hâdisi ortaya çıkarır.
Ehl-i Sünnet’e göre iradenin Allah’a nispet edilmesi gerekir.
Şöyle ki: Bazı fiillerde, diğerlerine öncelik tanınır. Oysaki bu sonraya da kalabilirdi. O eylemi Öne almayı gerektiren kudretin dışında bir etken vardır. Zira bu eylemler zamana nispet edildiğinde, gerçekleşmesi eşit olabilirdi. Yani zaman onlara eşit düzeydedir. Bu fiili oluşturan ilim de olamaz. Çünkü bir eylemin meydana gelmesi iradeyle olur. İlim maslahata yönelik değildir. Zira Allah’ın fiili için bir muallel (nedenlendirici) olamaz. Hayat için de bu aynı konumdadır. Yani yaratmada etkin faktör değildir. Zira hayat, kudret gibi nispeti denktir.
Sem’ ve Basar sıfatları, tabi olmakta İlim gibi olduğu için bir varlığin meydana gelmesinde etkinliği yoktur. Kelâm da böyledir. Kelâmın yaratmayla bir bağlantısı yoktur. Bir şeyin meydana gelmesinde rol oynayan ayrı bir sıfat var olup, irade şeklinde adlandırılmaktadır.
Bu yaklaşıma iki şekilde itiraz edilmiştir.
Birincisi: İrade diğer vakitlerde icat etmeye uygun değilse, eylem sahibi özgür iradesiyle hareket etmez ve zorunlu olmuş olur. Zira diğer bir vakitte fiili gerçekleştirmeye imkân bulamaz. Eğer uygun olursa, bazı vakitlerle özel bağlantısı eğer bir tercih ediciye bağlı olmazsa, mümkün konumuna düşer ve tercih edici olmaz. Böylece delilin aslı ortadan kalkan Eğer bir başka tercih ediciye gereksinim duyarsa, bu durumda ayrı bir iradeye ihtiyaç duyar. Bu durum zincirleme devam eder gider.
İkincisi: Eğer irade hâdis olursa, bu durumda hâdisin Allah’ın zâtıyla var olması gerekir. Eğer bu kadim olursa, buna göre de kadimin bitip tükenmesi lazım gelir. Çünkü var ettikten sonra (icad) varlığını sürdüremez. Bu doğrultuda cisimlerin sonradan oluşu ekseninde kanıtlarınız geçerliliğini yitirdi. Zira cisimlerin hâdis olduğu ile ilgili kanıtlarınızın özü, kadimin tükenmesinin mümkün olmamasıdır. Nitekim şöyle dediniz: Eğer sûkün ezeli olursa, bunun tükenmesi aklen imkânsız olur.
İlkini şöyle yanıtladılar: İrade, aynı zamanda bir şeyin belirli bir zamanda meydana gelmesi amacıyla taalluk etmenin zorunlu durumudur. Bu nedenle taalluk, zâtı itibarıyla vacip olduğunda bir başka iradeye gereksinim duymaz. Onlar bahsi geçen iradesiyle hareket edeni (muhtar), zorunlu (mücib) konumuna düşürmek şeklindeki kuşkuyu uzaklaştırmak amacıyla bunu zikretmektedirler.
Bununla ilgili bizim cevabımız şudur: İrade, bir tercih edici olmaksızın bir şeyin oluşmasına yönelme niteliğidir. Zira iradesiyle iş gören (muhtar), iki eşit iradesiyle bir tanesini yaptığı bilinmektedir. Burada bir tercih edilen vardır.
İkincisi ise, irade kadimdir. Zeval, o iradenin bağlantılı olduğu durumla o vakitte alakalıdır. İradenin bağlantılıları ise hâdistir.
Bu, itiraz edilebilir bir görüştür. Zira irade yok olabilir. Murad olmaksızın irade gerçekleşmez. Kadimin yokluğu ise mümkündür. Çünkü sözgelimi Zeyd’in var olacağını Allah ezelde bilmektedir. Oysaki Zeyd, var olduktan sonra ölecektir. Biz cisimlerin hâdis olduğunu, bu tür bir başlangıca ihtiyacı olmaması şekliyle delillendirmekteyiz. Bu konu ileride gelecektir.
Filozofların Allah’ın mürîd olmamasıyla ilgili dayanakları şunlardır:
Birincisi: Eğer bu fiili gerçekleştirmek daha iyi olursa, bununla zâtındaki eksiklik tamamlanmış olmaktadır. Aksi takdirde anlamsız olur.
Bunun yanıtı dördüncü sayfada (bölüm) geçmiştir. İradesiyle iş yapan (muhtar) bir şeyi seçerken onunla yetkinlik kazanmak için yapar. Bunu da ya işin aslında en iyiyi oluşturmak için yapar ya da bir başkası için yapar. Onun yetkinlik için harice ihtiyacı yoktur. Eğer ikinci şekle göre iş yapacak olsa, bu durumda yetkinleşmeye gereksinimi olmadığı gibi, anlamsızlık da ortaya çıkmaz. Çünkü kendisine en uygun gelen durum eğer kemale erdirmek anlamında olmazsa, bu anlamsız (abes) olmaz. Çünkü abes, asla daha iyi olma özelliği taşımaz.
İkincisi: Irade eğer kadim ise, irade edilenin de (murâd) kadim olması gerekir. Eğer irade hâdis olursa, bu durumda onun bir başka iradeye gereksinimi olur.
Bu da kısır döngü içerisinde zincirleme devam edip gider.
Bunun cevabı şudur: İrade kadimdir. İradenin bağlantısı içerisinde olduğu nesneler ise belirli ve sınırlı zamanla ilişkilidir. Çünkü irade, irade edilenden öncedir. Sözgelimi birisi hacca gitmek istese, bir-iki sene sonra vakti gelince,irade o konuda kararlılık gösterir.
Zamanın yaratılmasıyla taalluk olur veya o belirli zamanın sona ermesiyle bağlantılı olur. Hâdislerin yaratılması zamanın dışında olabilir mi? ön sorusunun cevabı olarak düşünüldüğünde, Allah’ın zamanı, şu zamanda yarattığı düşünülemez. Zamanın yaratılmasıyla ilintili olarak, zamanın bittiği an durumu, Allah’ın ezeli bilgisinde belirgindir. Bu durumda ikinci bir zamana gereksinim duyulmaz.
Üçüncüsü: Allah’ın iradesi eğer hâdis olursa, bir başka iradeye gereksinim duyar. Eğer irade kadim olursa, tüm gerekleriyle birlikte eylem de zamanında oluyorsa, bu göstermektedir ki, onun yaratıcısı özgür iradesi olmayan zorunlu bir konumdadır.
Bunu şöyle cevaplandırırız: Bir şeyin ihtiyacının irade ile ortaya çıkması onu yapanın özgür irade sahibi olmadığı anlamına gelmez.
Şemseddin Semerkandî – es-Sahâifü’l İlâhiyye,syf.184-188
Hazırlayan/Çevirmen: Ramazan Biçer
Turkiye Bilimler Akademisi