Allah’ın ipine “hep birlikte” sarılmak
Gerek Kur’an, gerekse Sünnet, mü’minlerin birlik ve beraberlik içinde bulunmasına büyük bir hassasiyet göstermiş, birlik ve beraberliğin kaybedilmesi halinde ortaya nasıl bir manzara çıkacağını çarpıcı ifadelerle dikkatlerimize sunmuştur.
Hepimizin çok iyi bildiği bir ayette, “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de 0, gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nimeti sayesinde kardeşleri olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız. ”(Al-i İmran,103) buyurulur.
Burada hep birlikte sarılmamız emir buyurulan “Allah’ın ipi” benzetmesi, Din’in temel kaynağı olan Kur’an başta olmak üzere onun hayat verdiği başka birçok kavramı ifade etmektedir. Elmalılı merhumu dinleyelim:
“(Ayette geçen, “Allah’ın ipi” anlamındaki) Hablullah, Allah Tealaya vuslat sebebi olan delil ve vasıta demektir ki, rivayetlerde Kur’an, taat ve cemaat, ihlas, İslam, Allah’ın ahdi, Allah’ın emri diye tefsir edilmiştir. Bu ayetin cemaat ve içtimaiyyeti emir buyurduğunda şüphe yoktur. Bununla birlikte burada “cemaat”, Hablullah’ın aynısı değil, ona sımsıkı sarılmasının neticesidir.” (Hak Dini Kur’an Dili 2/1153-1154)
Bu ayeti birçok kimse “önce birlik ve beraberlik içinde olun ve sonra hepiniz toptan Allah’ın ipine ‘’sarılın” tarzında anlamakta ise de, Elmalılı merhumun dikkat çektiği gibi bu, hatalı bir anlayıştır. Topluca hareket etmemiz bizi Allah’ın ipine sarılmaya götürmez, tam tersine, Allah’ın ipine gereği gibi tutunduğumuz zaman bir arada ve birlik içinde yaşamanın imkânını elde etmiş oluruz.
Elmalılı merhumun mezkûr ayetin tefsiri sadedinde altını çizdiği “cemaat” kavramı, meselenin özünü oluşturmaktadır. “Allah’in ipi”ne sımsıkı sarıldığımız takdirde oluşacak olan muhkem yapı, itikadımızı da, amelimizi de içine alacak şekilde bütün bir duruşumuzu ifade edecek kadar önemli ve kapsamlıdır. Mademki Allah’ın ipine sarılmak bizi bir arada yaşamaya götürecektir ve Allah’ın ipine sarılmaktan başka bir seçenek söz konusu değildir; o halde şunu söylemek durumundayız: Eğer bir toplumda fitne, ayrışma ve tefrika varsa, o toplum Allah’ın ipine gereği gibi sarılmamış demektir!
İtikatta Ehl-i Sünnet vel-Cemaat olduğumuzu söylerken aslında bu noktayı dile getirmiş oluruz. Rasul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in ve kutlu Sahabe’nin yolu üzere bulunmak ve onlardan tevarüs ettiğimiz değerler etrafında “cemaat” halinde, yani “toplanmış” olarak, hep bir arada yaşamak, Allah’ın ipine sarılmanın tabii bir neticesidir.
Burada aklımıza, “Peki Allah’ın ipine sarılmanın yolu-yöntemi nedir?” diye bir soru gelebilir. Bu yerinde sorunun cevabını da elbette yine Kur’an ve Sünnet verecektir:
“Allah’a ve Resulû’ne itaatten ayrılmayın ve birbirinizle çekişmeyin/ nizalaşmayın; sonra içinize korku düşer ve kuvvetiniz gider. Ve sabırlı olun; çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.“(Enfal,46)
Bu ayette birlik-beraberliğin, yani “cemaat” olmanın üç ilkesi verilmektedir:
Birinci ilke, Allah Tealaya ve Rasul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’e itaatten ayrılmamaktır. Kur’an ve Sünnet neyi nasıl emretmiş ise onu öylece tutmak, içimizde herhangi bir sıkıntı duymaksızın “teslim olmak”tır.
İkinci ilke, birbirimizle çekişmemektir. Bundan maksat aramızda çıkabilecek görüş ayrılıklarını birbirimizi hırpalaya’ rak, küstürerek ve birlik beraberliğimize zarar verecek şekilde davranarak çözme yoluna gitmemektir.
Ayette bunun aksini yaptığımız zaman başımıza gelecekler hakkında da son derece önemli bir uyan yer alıyor: Birbirimizle didişecek olursak içimize korku düşecek ve gücümüz, kuvvetimiz dağılıp gidecektir. Bu noktada sözü fazla uzatmaya gerek görmüyoruz. Genel olarak dünya Müslümanlanın durumuna baktığımızda, küresel emperyalizm karşısında niçin bu kadar pasif, ürkek ve kompleksli bir İslam Dünyası gördüğümüz sorusunun cevabı buradadır. Aynı durumun ülkemiz için de söz konusu olmaması, hiç şüphe yok ki, yine yukarıdaki ayetin uyarısına kulak vermemize bağlıdır…
Ve ayetteki üçüncü uyarı: Sabredin! Cemaat (toplum) halinde ve birlik-beraberlik içinde yaşarken karşılaşabileceğimiz olumsuz durumlar, çeşitli sıkıntı ve meşakkatler olabilir. Toplumsal bünyeye fitne mikrobunun bulaşmasına vesile olmaktansa, sabretmemiz halinde Yüce Rabbimiz, yardım ve lütfuyla bizim yanımızda olacağını beyan buyurmaktadır.
Abdullah bin Ömer (r.a)’den şöyle rivayet edilmiştir: “Ömer (r.a) “Cabiye” mevkiinde bir konuşma yaptı. Bu konuşmasında orada bulunanlara şöyle dedi: “Ey insanlar! Allah Resulü burada şu bulunduğum yerde şöyle buyurmuştu. “Size ashabımı vasiyet ediyorum. Sonra onların ardından gelenleri; sonra onların ardından gelenleri. Bir de cemaat olun. Birbirinizden ayrılmayın! Şeytan bir kişiyle (tek başına hareket edenle) beraberdir. İki kişiden ise olabildiğince uzaktır. Cennetin ortasında yerleşmek isteyen cemaate bağlı kalsın. ”(Tirmizi,Fiten,7)
Konuyla ilgili olarak zikredilebilecek pek çok hadis-i şerif arasından seçtiğimiz bu rivayet meselenin ehemmiyet ve ciddiyetini yeterince açık bir şekilde anlatmaktadır. Yüce Allah’ın rahmeti de, lütuf ve ihsanı da birlik-beraberlik halinde bulunan toplumlaradır.
“Cemaatin anlamı
“Fırka-i nâciye” (Kurtuluşa eren fırka) de denen “Sünnet ve Cemaat Ehli” (veya Ehl-i Sünnet vel-Cemaat”) tabirindeki “Sünnet”in ne olduğu açıktır. Acaba buradaki “Cemaat” neyi anlatmaktadır? Gerek birisini yukarıda zikrettiğimiz hadisede, gerekse Akaid kitaplarında sıklıkla geçen bu kavramdan anlamalıyız? Bu sorunun cevabı konumuz bakımından son derece önemlidir.
Genellikle hatalı olarak bu kelime, “insanların ekseriyeti neredeyse orada olmak” ve “hangi esaslar üzerinde toplanmış olurlarsa olsunlar, çoğunluğun yanında yer almak” şeklinde anlaşılır. Oysa bu kelime “hakkın temsilcisi olma”yı ifade etmektedir. Her ne kadar tarih içinde “Fırka-i nâciye” taraftar- lan genellikle çoğunluğu teşkil etmiş ise de, bunun tersinin vaki olduğu durumlar da yok değildir.
Söz gelımı İslam tarihinde “mihne” diye adlandırılan “Halkul-Kur’an” fitnesinin ortalığı kasıp kavurduğu dönemde İmam Ahmed b. Hanbel’in tavrında kristalleşen “hak taraftarlığı” sayıca az bir kesimce üstlenilmişti. Bununla birlikte Ahmed b. Hanbel ve onunla aynı tavrı benimseyenler, “Ehlu’s- Sünne vel-Cemaa” tabirindeki “Cemaat”i oluşturuyordu. Dönemin Abbasi hükümdarı mu’tezile inancım benimsemişti ve avaneleri, zulümlerini haklı göstermek için ona şu telkinde bulunuyordu: Ey Mü’minlerin Emiril Sen, kadıların, valilerin, fakih ve müftülerin toptan batıldasınız da Ahmed b. Hanbel mi tek başına hakkı söylüyor?”
Abdullah b. Mes’ûd (r.a), öğrencisi Anır b. Meymûn’a “Cemaati açıklarken şöyle der: “İnsanların çoğunluğu bugün cemaatten ayrılmıştır. Cemaat, tek başına da kalsan, benimsemekten geri kalmadığın “hakka uygun tavır”dır.” Bir diğer rivayette, “Cemaat, Allah Tealaya taate uygun olan tavırdır şeklinde nakledilmiştir.(Ebû Şâme, el-Bâ’is, 27.)
“Cemaat” ve “Sünnet” kavramları arasındaki lazım-melzum ilişkisi (bunların birbirini gerektirmesi) de bu noktada karşımıza çıkmaktadır. Zira “hakkın temsilcisi” anlamında “cemaat taraftan” tabiri tek başına kullanıldığında, içinden çıkılmaz bir “görecelikle karşı karşıya gelmemiz kaçınılmazdır: Neye ve kime göre hak?
Ebû Şâme’nin yukanda verdiğim yerde tesbit ettiği gibi “hak”, asr-ı saadette Hz. Peygamber (s.a.v) ve ilk “cemaat” olan Sahabe’nin üzerinde bulunduğu yoldur. Dolayısıyla “Sünnet ve Cemaat Ehli” terkibindeki “Cemaat”, Sahabe cemaatinin ik- tida ettiği “Sünnet”in temsil ettiği değerler manzumesinin ifadesidir ki, bunlar “hakk”ın ta kendisidir. Böylece “hak” kavramının izafiliği üzerine bina edilebilecek iddialar da geçerliliğini yitirmektedir. Bir şeyin hem “hak” olması, hem de herkese göre değişebilen muhtevalara bürünmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Îslamî metinlerde oldukça sık rastlanan “Ehl-i Hak” tabirinin de bu anlamda “Sünnetin temsil ettiği hakikati idrak edip benimseyenleri anlattığını söyleyebiliriz.
Her bid’at bir tefrika unsurudur
Tabiun döneminde ve sonrasında zuhur eden itikadı fırkaların, itikadın belirlenmesinde Sünneti ölçü olarak görmemeleri, dolayısıyla Sünnetle sabit olmuş hususları -çeşitli gerekçelerle- dışlayarak “nevzuhur” (asr-ı saadette izine rastlanmayan) itikadı tavırlar benimsemeleri, “Ehl-i bid’at” olarak tavsif edilmelerinin temel sebebidir. Bu bağlamda “bit’at”in “Sünnet” karşıtı bir tabir olarak kullanılmasının esprisi de burada yatmaktadır. Bid’atler üzerine eser yazan ulemanın “bid’at”i, “Hz. Peygamber (s.a.v) ve Sahabe döneminde bilinmediği halde sonradan ihdas edilen şeyler” olarak tarif etmesi boşuna değildir.
Temel itikadı meselelerde Cemaat’in, yani Sünnetin karşısında yer alan bu firkalar, tarih boyunca fitnenin ve tefrikanın merkezinde yer almış, İslam toplumunun kan ve enerji kaybetmesine sebep olmuştur. Hz. Ömer’in şehid edilmesiyle başlayan, Hz. Osman’ın şehadetiyle daha da büyüyerek devam eden toplumsal fitne ve tefrika, Ümmet-i Muhammed’in bugün bile ortadan kaldıramadığı ayrışmaları, bölünmeleri ve parçalanmaları netice vermiştir.
Bu noktada çoğunlukla yaşadığımız bir yanılgı haline dikkat çekmemiz gerekiyor: Bid’at fırkalardan bahsedildiğinde, sadece bin küsur yıl öncesinde kalmış bazı oluşumlardan bahsedildiği düşünülür. Oysa Ehl-i Sünnet çizgiyle, onun ilke ve kabulleriyle bağdaşmayan her oluşum “bid”at” kavramının içindedir ve bugün yaşadığımız pek çok fikrî ve toplumsal hadisenin doğru açıklaması ancak bu temelde yapılabilir.
Adlarının herhangi bir ideolojik, fikrî, itikadı ya da siyasî çağrışım yapması, Ehl-i Sünnet dışı oluşumların “Ehl-i bid’at” olmasını engellemez. Tıpkı tarih içinde zuhur etmiş Ehl-i bid’at fırkalar içinde iddia ve söylemleri Din’in çizdiği çerçevenin dışına çıkanlar bulunduğu gibi, aynı durum günümüzde de söz konusu olabilir. Dolayısıyla adı ne olursa olsun günümüz Ehl-i bid’atı da iddia ve söylemlerinde hem dünyevî, hem de uhrevî bakımdan bizim için büyük tehlikelerin adresidir.
Ebubekir Sifil-Hikemiyat