Allah’ın Bilmesi
On İkinci Fasıl
Kur’ân’daki eşsiz âyetlerden biri de Allah Teâlâ’nın “Ve onlara (olup bitenleri) tam bir bilgi ile mutlaka anlatacağız. Biz (olup bitenlerden) uzakta değiliz.” (Arâf, 7/7) mealindeki sözüdür. Bu âyet göstermektedir ki, her şey onun için hâzır olduğu gibi o da her şeyle birlikte hâzırdır. Bu nedenledir ki, hiçbir şey onun ilminden uzak değildir. “O ilmiyle her şeyi kuşatmıştır.” (Tâhâ, 20/98) âyetine gelince, bu âyette ilimle birlikte kuşatma (si’a) sözcüğünün kullanılması çok ilginçtir. Şöyle ki, varlıklar onun ilminden olmuştur. Onun ilmi de her şeyi kuşatır: Nitekim bir âyette şöyle denmiştir: “Allah’ın ilminin her şeyi kuşattığını bilesiniz!” (Talak, 65/12) Hakikat şu ki, aziz ve celil olan “Allah çok ve bütündür.
Onun dışındaki her şey de bir ve parçadır.” Hatta onun dışındaki her şey onun külliyetini ve kesretini izleyen yönü itibarıyla bir ve parçadır. Kendinde kapalı olan bu söze körlüğün ölçüşünce bir misal verelim. Bilesin ki, güneş her ne kadar bir de olsa, ondan çıkan ışıklar çoktur. Bu takdirde güneşin çok, ışıkların da bir olduğunu söylemek doğru olur. Bilinen nesnenin varlığından alınan ilim ki, bu mahlûkun ilmidir, ilim diye isimlendiriliyorsa bütün mevcudatın kaynağı olan ilâhı sıfat, nasıl olur da ilim diye isimlendirilmez?
Bilakis hakikat şu ki, ilim ancak İlâhî sıfat için kullanılır. Şayet başkası için kullanılmışsa bu, ârifler nezdinde, mahza mecaz, mânâyı genişletme ve sırf ortaklık yoluyladır; her ne kadar âlimler, ilim terimini Allah’ın ilmi ve mahlûkatın ilmi için benzerlik (teşâbüh) yoluyla kullanılacağına hükmetmiş olsalar da.
“Allah cüz’iyyâtı bilmez.” diyenlerin görüşü -ki Allah onların bu görüşünden münezzehtir- sanki “Bu cüz’iyyât geçmiş ve geleceğin kapsamında yer alır.” diye düşünmeleri itibarıyla varılmış bir kanaattir. Dolayısıyla onlar cüz’iyyâtın değişmesinden onlara ilişkin ilmin de değişmesinin gerekli olduğunu zannetmişlerdir. Tahkik ehline göre bu, kafa karışıklığıdır. Zira zaman var olanların bir parçasıdır ve hareketin ölçüsüdür. Hareket, özel olarak, cisimlerin niteliklerinden biridir.
Bilindiği üzere, cisimler ezelî ilmin mevcut kısımları içinde en aşağısıdır. Değerlisi olsun aşağısı olsun var olanların bütünü ondan kaynaklanır ve ezelî ilmin varlığı hiç bir şeyin varlığına bağlı değildir. Aksine her şeyin varlığı onun varlığına dayanır. Zaman, açıklandığı şekliyle, var olanların bir parçası ise “Mevcudattan birinin değişmesi, onun ilminin değişmesini gerektirir.” demek nasıl mümkün olur?
Bunu söylemek, “Onun ilmi mevcudatın varlığına dayanıyor.” olsaydı ancak o zaman doğru olurdu. Nitekim bu mahlûkatın ilmi için geçerlidir. Onun ilmi böyle olmayınca mevcudatın değişmesinden onu ihata eden ilmin değişmesi gerekmez.
OnÜçüncü Fasıl [Allah’ın Sıfatlarının Varlıkla İlişkisine Dair Bir Misâl]
Bir engelin -meselâ bulutun- dünyanın ışıkları alma istidadına mani olması gibi bir sebepten hareketle, ışıkların değişmesinden, onların kaynağı olan sıfatın da değişmesi gerektiğini zanneden kimse açıkça yoldan çıkmıştır. Elbette, güneşin değişmesi mümkündür ve onun değişmesinden ışıkların da değişmesi gerekir. Fakat bizim varsayımımız ışıkların değişmesinin, yeryüzünün güneşin ışığını almasına mani olan bir sebepten kaynaklandığı şeklinde idi. Yoksa “Bulut güneşin feyzine mani oluyor.” dememiştim. Çünkü güneş sıfatlarıyla birlikte olduğu gibidir. Bu engel sebebiyle onda hiçbir değişme olmaz. Engel sadece yeryüzünün güneş ışığını almasına mani olur.
On Dördüncü Fasıl [Sıfatların Tecellîsi Alan İçin Kemâldir]
Malûm olsun ki, güneş aydınlatma sultasında bizzât yetkin olup, herhangi bir kemâli elde etmede hiç bir şeye muhtaç değildir. Her kim ki, onun bir cisimle karşı karşıya gelip, ışığı onda açığa çıktığı ve etkisini onda gösterdiğinde bunu onun hakkında bir kemâl zannederse fahiş bir hata işlemiş olur. Çünkü her bir şeyin kemâli güneşle karşılaşıp onun aydınlatmasından belli bir pay almasıyla olur. Fakat güneşin bir şeyin karşısında o bulunarak kemâl elde etmesi mümkün değildir. Umumi bakış itibarıyla bu, maksadın anlaşılmasında açık bir misaldir, lüb(1) sahipleri için ise kemâlin kemâli, özün özüdür.
Bu sözlerin gerçek anlamlarının akıl basiretine açılması oldukça uzaktır. Bunların kavranması aklın dışındaki bir tavra dayanır. Aklî tavrın ötesinden bir şey senin batınında bulunduğunda, bütün makulat bir defada sana verilse bile, bu senin derdine derman olmaz. Nitekim açlık talebi suyla, susuzluk talebi de ekmekle dindirilemez. Akıl ötesi tavırla özelleşen ârifın talebinin, ma‘kûlâtla teskin edilmemesi de böyledir.
1- Lüb, vehmin ve tahayyülün telkinlerinden uzak olan ve mukaddes nurla nurlanmış akıldır. Cürcânî, Tâ‘rîfât> Dersaadet 1318, 128.
On Beşinci Fasıl [Allah’ın Cüz’iyyâtı Bilmesi]
Varlıkların tamamının Allah’a nispeti birdir. Şimdiki zamanın, geçmiş ve gelecek zamanın ona nispeti eşittir. Akıl gözüyle varlıklara bakıldığında bir sıra düzeni vardır. Tek olanın bileşik olandan önce olması gibi, birinin diğerine önceliği vardır. Fakat varlıklar ona izafe edilip hakikat yoluyla ona nispet edildiğinde bu, eşit bir nispet olur. Şöyle ki o her şeyi içine alır. “O ilmiyle her şeyi kuşatmıştır.” (Tâhâ, 20/98). Yani o, bir şeyin varlığını bilmemiş olsaydı o şey var olmazdı. Var olan ve olmayan, onun kuşatıcı ilminin altında eşit bir şekilde yer alır ki, onun kuşatıcı ilmini anlamaktan halkın idraki âciz; hakikatini anlamada akılları yetersiz; herhangi bir eserine ulaşmada kuvveleri zayıftır. Avamın yetindiği hissi bir örnekle, güneşin özünün herhangi bir ışığa benzemeyişi gibi, onun ilmi de halkın ilmine asla benzemez. Nasıl benzesin ki? Onun ezelî ilmi, zamandan önce mevcut olduğu gibi, tüm varlıklardan da önce mevcuttur. Nitekim o şimdi de böyledir.
Onun cüz’iyyâtı bilmesini zayıf akıllarımız gerektiği şekilde idrak edemez. Ancak akıl bunu idrak etmekte âciz olduğunu idrak eder. Tıpkı, vehmin, âlemin ne içinde ne dışında, ne ona bitişik ne de ondan ayrı olan bir mevcudun hakikatini idrak etmekte âciz olduğunu idrak etmesi gibi.
Ezelî ilmin hakikati ilim yoluyla ifade edilemez. Bu ancak burada kastedilen mânâ dışında bir mânâ için vazedilmiş bir ifadeyle mümkün olabilir. Akılların ve anlayışların onu idrak etmede yaşadığı karışıklık bundan ileri gelir. Onu idrak etmede aklı, anlayışı ve ilmi yetersiz olan kişi onun gücü ve kudreti karşısında âcİzliğini bilsin; sürekli onu anlamaya çalışsın. Belki o zaman ondan ona bir kapı açılır. Onu hakiki bir şekilde idrak etmeye mani olan örtüleri kalbinden temizlemesinde muvaffak olması için ondan yardım dilesin. Üzerinde durmadan hemence onları yalanlamaya kalkışmasın!
Zira bu, bir kavmin/ekolün, ezelî ilim konusunda diğer sapkınların inancı gibi inandıkları bir itikattır. Nihayet Allah bu ekole, hak ettikleri ya da gerektirdikleri için değil, kendisinden bir lütuf ve iyilik olarak nuruyla hidayet etmiş ve ilâhı konuları idrak etmede akıllarının acizliğine dair mârifetlerini artırmıştır. Oluştan önce ve “önce”den Önce mevcut olan “(Allah’ın) ilminin Hakikatini” -ki bu ilim varlıkların sebebi ve daha ötesi tasavvur edilemeyen bir ihata ile her şeyi kuşatır- aklı ve ilmi ile ihata etmeye tamah eden kimse olmayacak duaya âmin diyen kimse gibidir. Hakikat itibarıyla o, akıl garîzasından çıkmış demektir. Fazilet erbabı nazarında onlar mecnun sayılmaya daha layıktır. Dolayısıyla aklımız ezelî ilmi idrak etmekte karıncanın hatta cansızların bizim ilmimizi idrak etmelerinden bile daha âcizdir.
O’nun ilminin bizim ilmimize nispeti, kudretinin kudretimize olan nispeti gibidir. Nitekim bizim kudretimizde bir şeyi “ihtira etmek”, yani herhangi bir şeyi, yokken var etmek muhâldir. Fakat bu, O’nun ezelî kudreti için muhâl değildir. Çünkü O yerin ve göklerin “ibda” edicisidir”, yani O, bir şeyi yokken yaratan ve var edendir. Yine, bilinenin değişip de bunun bilgimizde değişikliği gerektirmeyişi imkânsızdır. Çünkü bizim bilgimiz bilinenden kaynaklanmıştır. Fakat bilinenin değişmesiyle, bütün varlıkların kendisine isnat edildiği Allah’ın ilminin değişmesi muhâldir.
Evet, akıl ilk bakışta iki kudret arasındaki farkı kavrıyor fakat iki ilim arasındaki farkı kavramıyor olunca hüküm verirken hataya düşüyor. Dolayısıyla bu karışıklık ortaya çıkıyor ve bu tuzağa düşüyor. Allah Teâlâ aklın ötesinde ve onu ihata edendir. Hâl böyleyken aklın, Allah’ı ve sıfatlarını ihata etmesi nasıl tasavvur edilebilir? Akıl ondan meydana gelen zerrelerden bir parça iken parçanın bütünü ihata etmesi nasıl tasavvur edilebilir?
Esasen biz, tümüyle varlıkların ezelî ilmi kuşatamayacağını belirtmiştik. Dolayısıyla aldın onu idrak etmeye tamah etmesi doğru değildir. Bu acizliği anlamada yetersiz kalan kişi sadece cehaleti ve âcizliğini kavramadaki yeteneğinin azlığı dolayısıyla yetersiz kalmıştır. Onun yetersizliği aklın havsalasının darlığına dayanır.
Madenlerinden kafiyeler dizmektir işim.
Sığırlar anlamazsa ben neyleyim?
Hz. Muhammed’i bütün halka elçi olarak gönderen ve onların dili üzere hakkı konuşan Allah her şeyden münezzehtir. Allah şöyle buyurmuştur: “Nereye dönerseniz Allah’ın zâtı oradadır. Şüphesiz Allah (zât ve sıfatlarında) sınırsızdır, her şeyi bilmektedir.” (Bakara, 2/115). Kur anda bu âyet dışında başka bir âyet olmasa bile ezelî ilmin cüz’iyyâtı ihata etmesini inkâr edenlerin cehâletini göstermeye bu âyet yeterdi. Hem nasıl olmasın ki? Her bir harfi bile onların körlüğüne şâhid olmaktadır. Şöyle ki, bu âyette Allah alîm sıfatıyla birlikte vâsi‘ sıfatını da zikretmiş ve “Nereye dönerseniz işte Allah’ın yüzü oradadır.” diyerek birbirine bağlamıştır. Bu âyet her bir varlığın Allah’ın vechine bir nispeti olduğuna dair açık ve latif bir işarettir.
Bu nispet olmasaydı o varlık mevcut olmazdı. Çünkü O, onu bilir, zira Onun vechi ona dönüktür. Allah’ın cüz’iyyâtı bilmesinin mânâsı işte budur.
On Altıncı Fasıl [Ezelî ilmin Hakikatinin Tasdiki]
Önermeler tertip ederek ezelî ilmin hakikatini tasdik etmeye dair arzun sürdüğü müddetçe soğuk demiri dövmüş olursun. Bunun hakiki tasdiki, içini ferahlatan ve havsalanı genişleten bir nurun batında ortaya çıkışına bağlıdır. Bu nur sayesinde Allah’ın ilminin insanların ilmine benzemediği idrak edilir ve ilim yoluyla kazanılan imâna olan arzun o zaman biter ve kesin olarak anlaşılır ki, bâtında bu nur ortaya çıkmamışsa bir kimsenin ilim sıfatına ve diğer ezelî sıfatlara gerçekten iman ettiği düşünülemez.
İmanın hakkı, daha başta ezeli sıfatlar konusunda konuşmayı bırakman ve tasarrufta bulunmaya tamah etmekten vazgeçmendir. Böyle olmadığın takdirde imanın hakikatine ermeye tamah etme!
Aynulkudat el-Hemedani Zübdetü’l-Hakaik(Hakikatlerin Özü)-Şekva’l Garib(Garibin Şikayeti),syf:76-86
Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başk.