“Allah’ı bilmek varlığını bilmenin gayrıdır.”
Mühim Bir Sual:“Allah’ı bilmek varlığını bilmenin gayrıdır.” sözü ne anlama gelmektedir?
Allah’ın mahiyeti hiçbir mahiyete benzemez. Zira, Hâlık’ın hakikati başka, mahlukatın mahiyeti başkadır. Hiçbir eserin, ustasına benzemediği bilinen bir gerçektir. Meselâ, bir saat ne zâtı, ne mahiyeti, ne sıfat ve fiilleri itibariyle ustasına benzemez. Bunların her ikisi de mahlûk cinsinden oldukları halde, aralarında bu kadar büyük bir mahiyet farklılığı vardır. O halde, bütün varlıkların Hâlık’ı olan Cenâb-ı Hakk’ın kudsî mahiyeti, O’nun yarattığı hiç bir mahlukun mahiyetine elbette benzemeyecektir.
Allah, vehimlerin tasavvurundan ve zihinlerin takdirinden, yani akıl ve fikrin ihatasından münezzehtir. Zira Cenab-ı Hak, suret ve cisim olarak vasıflandırılamaz ve şekil olarak hayal edilemez.
Allah maddeden, zamandan ve mekândan münezzehtir; ezelî ve ebedî bir Zât-ı Akdestir.
“Yani, ne zâtında, ne sıfâtında, ne ef’âlinde nazîri yoktur, misli olmaz, şebîhi yoktur, şerîki olmaz. Evet, bütün kâinatı, bütün şuûnâtıyla ve keyfiyâtıyla kabza-i rubûbiyetinde tutup bir hane ve bir saray hükmünde, kemâl-i intizamla tedbîr ve idare ve terbiye eden bir Zât-ı Akdese, misil ve mesîl ve şerîk ve şebîh olmaz, muhâldir.”7
Allah’ın vücûdu vâcibdir. Yâni, varlığı Zâtındandır; olmaması muhaldir. Cenâb-ı Hakk’ın bütün sıfatları sonsuz ve mutlaktır. Allah Kayyûm’dur. Yani, Zâtında kâimdir. Bütün mevcudat ise, O’nun kudretiyle, iradesiyle ve ilmiyle ayakta durmaktadırlar.
Allah, “Ma’bûdün bilhak” tır; ibadete lâyık ve müstehak ancak O’dur. Allah, zâtında mutlak kadir, mutlak ganidir.
Allah-ü Teâlâ Hazretleri, yerin ve göğün hem Hâlık’ı, hem Ma’bûd’u, hem Hafîz’i, hem idarecisidir. Kudreti gayr-i mahdut, ilmi gayr-i mütenahî, sıfatları muhittir. O’nun mebde’ ve müntehası yoktur. Ezelî ve Ebedî’dir.
Allah Sameddir. Yani, her şey O’na muhtaçtır; O ise, hiçbir şeye muhtaç değildir. Her varlığın, her ihtiyacını bizzat O görür. O öyle bir Samed’dir ki, her şeyden müstağnidir, ama her şey ona muhtaçtır. Her mahlûk, vücuda gelmesinde, hayatının devamında ve bütün hallerinde her an O’na muhtaçtır. Her şeyin mülk ve melekûtu O’nun kabza-i tasarrufundadır.
Allah-u Teala, hayat sıfatıyla Hayy, ilim sıfatıyla Âlim, irade sıfatıyla Mürid, kudret sıfatıyla Kâdir, kelam sıfatıyla Mütekellim, emriyle Âmir, nehyi ile Nâhi, hüküm ve icraatında Âdil, in’amında Muhsin, gücü yettiği halde ceza vermeyen ve erteleyen olmasıyla Halîmdir.
Allah, kalpleri dilediği gibi evirip çevirendir. istediğini izzetle şereflendirir ve dilediğini de zilletle rezil eder. Bütün enbiya ve evliyanın kalplerini hikmet ve marifetle doldurur. Bütün müminler bu ilim ve irfan pınarından kana kana içtikleri halde asla doymazlar ve bıkmazlar.
Cenab-ı Hak’ın ilmi, alemin her tarafını ihata etmiştir. Her an bir çok alemi götürüp başka nice yeni alemleri getirir. Bir anda yazı kışa, kışı yaza çevirir. Yoğu var, varı yok eder.
Bir kişi, Allah’ı ne kadar tanırsa, o nispette O’na muhabbeti artar. Çünkü, bütün güzellikler, lütuf ve ihsanlar O’ndandır. Zaten insanın yaratılış gayesi de Allah’ı tanıyıp O’na iman edip kurbiyet kesbederek muhabbet ve ibadet etmektir. Bediüzzaman Hazretleri bu hakikatı şu veciz sözleriyle ifade eder.
“Kat’iyyen bil ki: Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi iman-ı billahtır. Ve insaniyetin en ulvi mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billah içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki “muhabbetullah”8 dır.
İnanma ihtiyacı insanın fıtratında dercedildiğinden, insanın marifetullah ve muhabbetullahtan müstağni kalması mümkün değildir.
Yukarıdaki ifadelerden de anlaşıldığı gibi, bir mümin için en yüksek mertebe, marifet ve muhabetullahdır. Marifet olmadan muhabbet olamaz. Kalbi marifet ve muhabbet ile dolan bir insanın derecesi pek yüksektir.
Marifetullah bir nurdur ki, hangi arif-i billahın kalbinde tecelli ederse, o kalp nazargâh-ı İlahi olur. Zevk-i iman, feyz-i irfan, şevk-i şuhud ve sırr-ı esma bu sayede inkişaf eder. Bârigâh-ı Bâri’ye (Allah’ın kapısına) bu yoldan gidilir. Lütuf ve ihsan kapıları bu yolun kara sevdalısı olan ariflere açılır.
Koca zemin yüzünde yazılan ve her bahar sahifesinde teşhir edilen san’at-ı İlâhiyyeyi ve binlerce mucizeli ve hikmetli eserleri, onlarda parlayan tevhid sikkelerini ve hârikalarını okuyan bir insan, her bir mevcudatta Cenabı Hakk’ın varlığına, birliğine, kudretine ve eşsiz şefkat ve merhametine deliller ve işaretler bulunduğunu idrak eder ve böylece mârifetullahın nihayetsiz ufuklarında kanat açıp gezebilir. Zaten bütün bu harika eserler insanı daima tefekküre sevkeder ve ders verir. İlim ve tefekkür ile kazanılan marifetin zevki bütün maddi zevklerin çok fevkindedir.
Cenab-ı Hakk’ın varlığı ma’lum, mahiyeti ise, meçhuldür. Yani, her mahlukta O’nun sıfat-ı mukeddesesi ve esma-i ilahiyesi tecelli ettiğinden bu tecelliler ile bilinir. Hiçbir aklın O’nun hakikat ve mahiyetini ihata etmeye asla muktedir olamaması cihetiyle de mahiyeti meçhuldür. Cenab-ı Hakk’ın bir ismi ‘Zahir” dir. Yani O’nun varlığı her şeyden daha aşikardır. Diğer bir ismi de “Batın” dır. Yani mahiyeti beşerin idrakine sığmaz. Çünkü:
“Hakikat-ı mutlaka, mukayyed enzar ile ihata edilmez.”
Akıl ve marifette en ileri, Cenab-ı Hakkı tanımada en mükemmel bir bahr-i kemalat olan Peygamber Efendimiz (s.a.v) bile, mi’raçta Cenab-ı Hakk’ı gözü ile gördüğü halde
“Subhâneke ma arefnake hakka marifetike ya maruf” (Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben seni tam bir marifetle bilemedim)
buyurarak, hayretini ve acziyetini itiraf etmiştir. Evet, bütün nebiler, arifler ve melekler Cenab-ı Hakk’ı hayretle tesbih ve tazim ettikleri halde, O’nun mahiyet ve hakikatini ve şan-ı kudsiyyetini tam bir marifetle bilememişlerdir.
Hz. Ali’ye (r.a) Allah hakkında sual sorulduğunda şöyle cevap vermiştir:
“Allah’ı kalbine gelen, tahayyül, tasavvur ve tevehhüm ettiğin bütün ahvâlin maverasında bilmektir.”
Yine, bu mânâyı te’yiden şöyle buyurmuştur:
“Allah, fehimlerde tasavvur, zihinlerde tahayyül olunan her şeyin mâverasıdır.”
Yani, insanın kalbi, zihni, aklı, hayâli, hep mahlûk olduklarından, onlara gelen her şey de mahlûktur. Allah ise, zâtında sıfatlarında, fiillerinde mahlûkata benzemez. Akla, zihne, hayâle gelen her şey mahluk olduğuna göre, onlara ulûhiyet isnad etmek apaçık şirktir.
Evet, Allah’ın zat, sıfat ve mahiyetini anlama hususunda akl-i beşer aciz kalır. Nitekim Hz. Ebu Bekir (ra):“Allah’ı bilmede aczini bilmek, Allah’ı bilmektir.” buyurmaktadır. Allah’ı hakkıyla ancak kendisi bilir. Cenab-ı Hakkın azamet ve büyüklüğü sonsuzdur. Şu nihayeti olmayan uçsuz bucaksız kainat, O’nun azamet ve ilmi yanında bir zerre kadardır.
Şu ibretli misali de nazarınıza sunmak istiyorum. Talebeleri bir gün Victor Hugo’ya bize Allah’ı anlat demişler. Bunun üzerine o
“Siz benden öyle bir şey soruyorsunuz ki, uçsuz bucaksız bir denizin kenarında çakıllarla oynayan bir çocuğa, denizden sorulsa ne cevap verebilir?” demiş.
Cenab-ı Hakk’ı böyle bir itikatla tanıyan bir marifet sahibi, her şeyde olduğu gibi bir yumurtada ve bir çiçekte de O’nun mührünü okur, onlarda “ve hüve alâ külli şeyin kâdir” cümlesinin yazılı olduğunu görür. Yani “Her şeye kadir olamayan bu yumurtayı ve bu çiçeği yaratamaz.” der ve bu sayede sarsılmaz bir imana sahip olur.
Arif-i billah, başka insanların duymadığı, görmediği veya idrak edemediği bir feyiz ve şevk ile dünyanın gürültülü dağdağalarından ve hadisatın dağlarvari dalgalarından uzaklaşarak, vahdet aleminin derinliğine daldığı zaman, ezel ve ebed sahibi Fatır-ı Zülcelal’in bütün mükevvenattaki şaşaa-i tecelliyatını hayretle temaşa eder.
Kâinatta olan bu nizam ve ahenk içindeki deveran ve hakimane fiiller, bir Kadir-i Mutlak’ın varlığını ve birliğini, hudutsuz sıfat ve isimlerini, mutlak ilim ve kudretini güneş gibi göstermektedir. Marifetullah’ın delillerini derin bir düşünce ile mutala eden bir mütefekkir, yerleri ve dağları, denizleri ve bağları ve bütün galaksileri kudretine ve iradesine musahhar eden bir Zat-ı Celili görür, onu sever ve sevdirir. Böyle bir arifin aklında zerre kadar şek ve şüphe kalmaz. Artık marifette mertebeler kateden o mütefekkir insan, Cenab-ı Hakk’ın isimlerini rengarenk çiçeklerde, meyveli ve meyvesiz ağaçlarda büyük bir iştiyakla okur; ruhunda ebediyen sönmeyen bir sürur uyanır ve vecde gelir. Lütuf ve keremi alemi ihata eden şefkatli bir Rahim-i Zülkemal’in varlığına müştak olur.
Her şeyde İlahi isimlerin tecellilerini gören bir arif, dehşet verici gök gürültüsünde Cenab-ı Hakk’ın celal ve azametini, bülbüllerin ahenkli ve sürurlu nağmelerinde de O’nun cemal ve rahmetini müşahede eder. Böylece saadet anahtarı olan imanı kuvvetlenir ve maddî ve manevî terakkiyatın anahtarı olan mârifeti ziyadeleşir.
İnsan marifetin şahikalarına yükselmek için bu İlâhî vecdin kucağına atılmalıdır. Dağların vakur sükûneti, semanın derinliklerine sokulan galaksilerin heybetli duruşu, kudret-i ezeliyenin tecellileridir. Bir an bile susmayan denizlerin celaldarane dalgaları ve ormanların uğultusu, insanların yazmış olduğu hiçbir kitapta görülmeyen bir fesahat ve belağat ile insana Allah’ın varlığını, birliğini, güzel sıfat ve isimlerini okutur ve kainatın sırlarını ona açar. Marifet aşığı bir arif, kainattaki her mahlukun bir şefkatperverin terbiyesinde olduğunu idrak eder. Dünyada bunlardan aldığı marifet aşkı ile yaşar ve ahirette de ebediyen saadet ve huzur ile rüyatullaha müşerref olur.
Bakınız! Üstad Bediüzzaman rahmeti ilahiyeyi ne kadar güzel anlatıyor:
“Hem zemin sofrasında Kerîm-i Mutlak olan Rahman-ı Rahim’in misafirlerine, rahmet tarafından ihzar edilen hadsiz taamların ayrı ayrı ve güzel kokularına ve muhtelif, süslü renklerine ve mütenevvi, hoş tatlarına ve her zihayatın zevk ve sefasına yardım eden cihazlara bak, ikram ve kerimiyyet-i Rabbaniyyenin gayet şirin cemalini ve gayet tatlı güzelliğini gör.”
“Hem Fettah ve Musavvir isimlerinin tecellileriyle başta insan olarak bütün hayvanatın, su katrelerinden açılan pek çok mânidar suretlerine ve bahar çiçeklerinin habbe ve zerreciklerinden açtırılan çok câzibedar sîmalarına bak, fettahiyyet ve musavviriyyet-i İlâhiyyenin mu’cizatlı cemalini gör.” 9
Evet, ibret alan akıl sahipleri için, bu kainat, kudret ve azamet-i ilahiyyeyi ilan eden antika ve harika sanat eserlerinin teşhirgahıdır. Marifet ve tefekkür erbabı için bir seyrangah ve bir temaşagahtır. Ezeli bir aşkın cezbesiyle kendinden geçen bir insan, nurlar saçan yıldızların birinden diğerine fikren seyahat eder ve oralarda şevk ile dolaşır. Nazarına açılan esrarengiz marifet hazineleri, kalbinde inkişaf eden aşk-ı ilahinin cezbeleri durmadan onu marifet aleminde seyran ettirir.
Marifet sahibi bir insan, kendi mahiyetinin ulvîyetini hayretle tefekkür, yaratılışındaki hakikatleri ibretle ve dikkatle temaşa ettikçe, “Sübhanallah” der ve Halıkına şükür ile mukabele eder. İbadete layık ma’budun ancak O olduğunu bilir, yalnız O’na ibadet eder ve ancak O’ndan yardım ister.
Allah’a Kur’an’ın bildirdiği gibi inanan mü’minler, Cenâb-ı Hakk’ı bütün âlemlerin Rabbi olarak bilirler. Âhiret gününün yegane Mâliki’nin O olduğunu, şeksiz ve şüphesiz kabul ederler. Bütün fiillerinde, sözlerinde, hâllerinde Kur’an’ın gösterdiği Sırat-ı Müstakim üzere olurlar. Allah-ü Teâlâ’nın,
“Her şeyin dizgini elinde, her şeyin hazinesi yanında, her şeyin yanında nâzır, her mekânda hâzır, mekândan münezzeh, acizden Müberra, kusurdan mukaddes, nâkıstan muallâ bir Kadir-i Zülcelâl, bir Rahîm-i Zülcemâl bir Hakîm-i Zülkemâl,..”10
olduğuna itikad ederler. Bütün hayırları O’ndan bilirler. Güneşi, yağmuru ve baharı rızık için, rızkı da hayatın devamı için birer sebeb olarak kabul ettikleri gibi; peygamberleri, mürşidleri, âlimleri de hidâyete ve ilâhî feyze birer vesile olarak bilirler. Her türlü şirkten âzâde, bütün hurafelerden müberrâ, akıl ve hikmete muvafık olan İslâmî hakikatlar etrafında toplanırlar.
Bu hakikatları gören bir insanın, kendisine akıl, ruh, istidat, vicdan, aşk, şevk ve iman gibi manevî ve cihanbaha latifeleri ihsan eden Halık’ını bilmemesi mümkün müdür?..
Kendisinin bir damla sudan yaratıldığını ve ona verilen zahirî ve batınî duyguların menfaatlerini düşünen akıl sahibi bir insanın, Rabbine karşı marifet ve muhabbeti her an ziyadeleşir ve kendi aciz kudretinin üstünde merhamet ve inayet sahibi bir kudret-i kâmilenin mevcut olduğunu idrak eder. Bir insanın ruhunda ve vicdanında marifet ve muhabbet tecelli ederse, artık o insan hiçbir mahluka perestiş etmez.
Bir arif-i billah’ın nazarında bu kâinat, nizam ve intizamıyla, Cenab-ı Hakkın varlığını ve birliğini ilan eden mücessem bir delil ve bir hüccettir. Kâinatın her bir eczasında, çiçeğinde, ağacında, meyvesinde, bağında ve bostanında insanı vecde getirici bir cazibe vardır. İnsan bunların letafet ve ziynetlerini temaşa ettikçe, azamet-i subhaniyenin ulvîyetine hayran olur. Erbab-ı kemal için bundan daha büyük bir zevk ve aşk mı olur? Aşk-ı hakiki ile dolu olan gönülleri hangi keder ve üzüntü mahzun edebilir? İnsan en sevdiği bir şeyden dahi usanabilir, ancak marifet ve muhabbetten asla usanmaz ve bıkmaz. Nitekim Alman asıllı şair ve mütefekkir Goethe ölüm döşeğinde iken yanında bulunan talebeleri, “Bir arzunuz var mı?” diye sorduklarında; onlara şu çarpıcı cevabı vermiştir: “Bir avuç marifet! Bir avuç marifet!”
Marifet sahibi bir insan, Allah’ın kâinattaki saltanat-ı rububiyetini, yani bütün eşyayı en mükemmel şekilde terbiye ettiğini düşünür ve bütün hayatını O’na itaat ve ibadetle geçirir.
Kâinatın güzel ahengini, aşikar görünen muhteşem nizamını ve hayatın sırr-ı hakikatını hakkıyla anlamayan tabiatperest bir insan ise, kâinata sathi bir nazarla bakar ve onu tabiata isnat eder. Ondaki sırları anlayamaz, ne kendini ne de kâinat kitabını okumadan geçip gider. Hem dünyada hem de ahirette azap içinde yaşar. Ömrünü ubudiyet ve bu tefekkürle geçiren müminler, cennette nihayetsiz nimetlere mazhar olurlar. Tefekkür ve marifet sahasında mertebeler kateden arif ve mürşitler ise, Allah’a dost olurlar.
Dipnotlar:
7 Lem’alar.
8 Mektubat.
9 Şualar.
10 Sözler.
Mehmed Kırkıncı