Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının belli başlı olanları vardır ve bunların birincisi hayat sıfatıdır, öncelikle bilmelisin ki şimdi bahsedeceğim bu sıfatları Allah Teâlâ bize haber vermemiş, anlatmamış ve öğretmemiş olsaydı anlayamazdık. Çünkü yüceliğinden dolayı hiçbir dil Onu ifade edemez ve hiçbir beyan O’nu ortaya koyamaz. Allah’ın güzel isimleri (esmâü’l-hüsnâ) ve yüce sıfatları vardır. Biz O’nu ancak kendisini isimlendirdiği şeylerle isimlendirebilir ve kudsiyetini vasıflandırdığı sıfatlarla vasıflandırabiliriz. İsimlerinden her bir isim, sıfatlarından birini haber vermektedir. Yine her bir sıfatıyla rubûbiyetinin eserlerinden bir eseri mahlûkatında bulunmaktadır ve onlar kendilerinde tecelli eden bu sıfata uygun bir şekilde Allah’a kulluk etmekle mükelleftirler. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “O, diridir. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur.”16 O’nun diriliği ezel ve ebedde daimî ve sonsuzdur. Anâsırın desteğinden veya zahir ve bâtından yardım almaktan berîdir. Çünkü O Samed’dir, hiçbir şey O’na etki edemez; Kayyûm’dur, artma, eksilme ve değişme O’nun için söz konusu değildir. Çünkü artma gayeye ulaşılamadığında söz konusudur, eksilme de nihayete ulaşılamadığı içindir. O ise gayeleri ve nihayetleri yaratandır.
İkincisi ilim sıfatıdır. Bilmelisin ki Allah Teâlâ şu âyetlerde belirttiği üzere kendini “Alîm” ismiyle isimlendirince biz de O’nu kendini isimlendirdiği isimle isimlendirdik: “Gaybı da görünen âlemi de bilendir.”17\ “O, gizliyi de bilir, ondan daha gizli olanı da.”18 Allah Teâlâ bütün malumatı kadîm ve ezelî ilmiyle kuşatan Âlim’dir. “Ne göklerde ve ne de yerde zerre ağırlığında bir şey bile O’ndan gizli kalmaz.”19 Kum tanelerinin sayısını, dağların zerrelerini bilir. Olan şeyi olmadan önce bildiği gibi olacağı da bilir. Çünkü kâinatı mutlak, evvel, âhir, zâhir ve bâtın olarak sadece O bilir. Külliyatı bildiği gibi cüz’iyyatı da bilir. Alimliği ezelî ve uçsuz bucaksız olan, ilmiyle her şeyi kuşatan Allah ne yücedir. Sen âciz ve zayıf bir kul iken O’nun Alîm ve Hakim sıfatlarının kudretinden ortaya çıkan böylesine büyük bir meseleyi nasıl idrak edebilirsin ki?
Tenbih: Farz edelim ki sen bir avuç tohum alsan ve dar bir kaba bıraksan, kabın darlığından, tohumların sıkışıklığından ve idrakinin de eksikliğinden dolayı onları saymaya güç yetiremezsin. Şayet onları her bir tohumu tane olarak kalacak şekilde yaysan, göz bebeğinden yayılan ışığın azlığından dolayı onların az bir kısmını idrak edip sayabilirsin. Fakat ışık huzmesi çoğalırsa azını idrak edebildiğin gibi çoğunu da idrak edebilirsin. Yine eğer kap büyük olsaydı hepsini sayabilirdin. Allah’ın ilminde malumatın cüzî olanı da küllî olanı da en yayılmış haliyledir. Zira O’nun ilminin genişliği, malumatı en gizli halden çıkarmıştır ve O, malumattan olmuş olanı ve olacak olanı tek bir ilimle ihata eder. Dolayısıyla Allah Teâlâ mutlak olarak Âlim’dir; diğer ilimleri bahşeden ve yaratan da O’dur. Bakışlardaki niyetleri, sadırların gizledikleri ve kalbe gelen şeyleri bilir; yine güneş ışığında görünen toz zerreciklerini sayar. Allah Subhanehû ve Teâlâ Alîm ve Kadîr’dir.
Üçüncüsü kudret sıfatıdır. Bilmelisin ki kâinat Allah’ın takdiridir. Bu hususta hiçbir şey Onu aciz bırakamaz ve Onun kudreti olmaksızın hiçbir şey meydana gelemez. Allah Teâlâ âlemi bütünüyle yok etmeye ve başka bir âlem vücûda getirmeye kadirdir. Aynı şekilde yerde, gökte, karada ve denizde bulunan her şey Onun hükmü altındadır. Takdir edilen şeyler (makdûrât) kudretiyle kâimdir ve emri altındadır. Kâinatı “ol” emri ile vücûda getirmiş ve olmuştur. Dileseydi kâinatı yok ederdi, o da yok olurdu, bekasım isteseydi bâkî kalırdı.
Dördüncüsü irade sıfatıdır. Bilmelisin ki Allah Teâlâ şu âyetlerde kendisini irade sıfatı ile vasıflandırınca biz de O’nu kendini vasfet- tiği sıfatla vasıflandırırız: “Eğer Allah sana herhangi bir zarar verecek olursa, bil ki onu, O’ndan başka giderebilecek yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse, O’nun lütfunu engelleyebilecek de yoktur.”[20] “Biz bir şeyin olmasını istediğimiz zaman sözümüz sadece, ona, “ol” dememizdir. O da hemen oluverir. ”[21] “Biz bir memleketi helak etmek istediğimizde, onun refah içinde yaşayan şımarık elebaşlarına emrederiz [de onlar orada kötülük işlerler. ]”[22] “Rabbin, onların olgunluk çağına ulaşmalarını istedi. ”[23] İrade sıfatı mutlak olarak Allah a ait olup mahlûkatından cinler, insanlar, melekler ve şeytanlardan hiçbirine ait değildir. İradeyi yaratan ve dileyen sadece O’dur. Allah’ın dilediği şey olur, dilemediği gerçekleşmez. O’nun iradesi ve dilemesinin dışında mülkünde küfür, iman, itaat, isyan, vermek, engellemek, kasıt, hata, yanılma, unutkanlık, yardım etme ve mahrum bırakma gerçekleşmez. O, bütün muradında ve hükmünde âdildir, mahlûkatına karşı hükümlerinde zulümle asla nitelendirilemez. Emrini reddedecek ve hükmüne mâni olacak yoktur.
Beşincisi işitme (semi’) sıfatıdır. Allah semî’dir. Yakarışları işitir ve dualara cevap verir. Herhangi bir açıklama, yorum ve izaha ihtiyaç duymaksızın kalpten gelen nidaları işitir. O’nun bir şeyi işitmesi başka bir şeyi işitmesine engel değildir [aynı anda her şeyi işitir]. Sesleri karıştırmaz, istekler O’nu yanlışa sürüklemez, bütün dilleri anlar. Kuşların ötüşünü, kayaların içindeki en ufak canlıların ve denizlerin derinlerindeki balinaların seslerini duyar.
Altıncısı görme (basar) sıfatıdır. Allah basîrdir. Siyah karıncaların zifiri karanlık gecede yürüyüşlerini görür. Yine karanlık gecede küçük böceklerin hareketlerini, gidip gelmelerini görür. Allah Teâlâ “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir ’24 âyetinde olduğu üzere kendini semi* ve basar sıfatlarıyla vasıflandırmıştır
Yedincisi kelâm sıfatıdır. AIIah, dili en güzel şekilde kullanan insanların benzerini ortaya koymaktan ve söz ustalarının bir âyeti dahi meydana getirmekten aciz kaldıkları ezelî bir kelâm ile konuşur, “O’nun ne önünden ne de ardından batıl gelemez. O, hüküm ve hikmet sahibi, övülmeye lâyık olan Allah tarafından indirilmiştir.”25 Allah Teâlâ’nın kelâmı azimdir; çünkü sözün büyüklüğü konuşanın büyüklüğünden ileri gelir. Dolayısıyla Hakk’ın kelâmı azîmdir. Yine O, celâli ile yüce, kibriyâsı ile büyüktür. Va’d ve va’îdi ile yakın, künhü ve gayesi ile uzaktır. Şam büyük, hakimiyeti üstün, nuru ve ziyası parlak, rütbesi üstün, bereketi büyüktür. Zâtının büyüklüğünü anlatma hususunda şu âyet sana yeter: “De ki: Andolsun, insanlar ve cinler bu Kur’ân’ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar yine onun benzerini getiremezler.”26
Kur an’ın şehâdet âlemindeki örneği güneştir. Yaratılan her şey onun ışığından ve sıcağından faydalanır. Ancak bir yolu olsa bile hiçbir kimse ona yaklaşmaya güç yetiremez. İnsanlar Allah’ın kelâmı hakkında iki yol takip etmişlerdir. “Herkesin yöneldiği bir yön vardır. ”27
Aslında en mükemmel ve en doğru yol, tartışmaları bir kenara bırakıp Kur anı gece gündüz okumak, gerek yalnız gerekse insanlarla iken manasındaki nurların ve sırların ortaya çıkması için onu tefekkür etmektir. Çünkü Kur an Allah’ın sana gönderdiği kitabı ve sana karşı delilidir. Onun kitabıyla ilgili tartışmalar şu kimselerin hâline benzer ki; içinde sultanın emirleri ve yasaklan bulunan bir mektup onlara gönderilmiş, fakat onlar bu mektuba uymak yerine hattı nasıl, harfle mi yazılmış yoksa sesle mi irâb olunmuş gibi konularla veya ibaresine dair yahut ne kadar fasih ve belîğ olduğu hususunda benzer şeylerle kitabı tartışmışlar da davet edildikleri veya va’d ve va’îd olundukları meselelere uyma konusunda gayret sarf etmemişlerdir. Allah’ın insanları doğruya iletmesini dilerim. Hiç kuşkusuz Cenâb-ı Hak çok bağışlayıcı, merhametli ve daima lütufkârdır.
Sekizincisi Allah’ın sıfatlarının kıdemi. Bilmelisin ki Allah Teâlâ kemâl sıfatıyla vasıflanmış olup her türlü noksanlıktan ve zeval bulmaktan münezzehtir. Onun sıfatları hiçbir yönden veya zaman zaman meydana gelen ve yok olan arazlar şeklindeki mahlûkatın sıfatlarına benzemez. Bilakis Allah’ın sıfatları kadîmdir, ezelîdir, evveli yoktur; bakîdir, ebedîdir ve âhiri yoktur. Bu bakış hak ehlinin yoludur. Diğer yandan zatî sıfatlarla fiilî sıfatlar arasında farklılığın bulunduğu hususunda ihtilaf olmuştur ancak burada onlar ayrıntılı olarak nakledilmeyecektir. Bizim benimsediğimiz görüşe göre zatî ve fiilî sıfatlar arasında farklılığın olduğunu söylemeye bile gerek yoktur. Zira bize göre tekvin ve benzeri sıfatların kıdemi hakkındaki delil —ki diğerleri bu sıfatların hâdis olduğunu söylemektedir— şu âyettir: “O, yaratan, yoktan var eden, şekil veren Allah”tır. ”28 Allah Teâlâ kendini âlemi yaratmakla methetmektedir. Zâtı ve kelâmı ezelîdir. Zira Onun yaratma (halk) ve yoktan var etme (tekvin) sıfatı hadis olsaydı, bu vasıfları taşımazdı. Şu halde Allah Teâlâ’nın bütün sıfatlarının kadîm, ezelî, bakî ve ebedî olduğu ortaya çıkmış oldu.
ÜÇÜNCÜ KISIM: ALLAH TEÂLÂ’NIN FİİLLERİNİN İSBÂTI VE KONUYLA İLGİLİ ESASLAR
Birincisi: Bilmelisin ki Allah Teâlâ kullarının fiillerini, kâmil kudreti ve her şeyi kuşatan inayeti ile yaratandır. Çünkü bu durum O’nun iyiliği, ihsanı, rahmeti ve lütfudur. Yarattıklarına kudret vermesinin dışında onların herhangi bir kudretleri yoktur. Güç sahibini ve ondaki gücü yaratan O’dur. Kadirin kudreti, failin fiili gibidir. Güneşin sıcaklığıyla etki etmesi de buna benzer. Güneşi ve etkisini O yaratmıştır. Zira eğer etki eden (müessir) yaratılmışsa etkisi (eser) de yaratılmış demektir. Fail ve fiilde de durum aynıdır. Yine güneşin [yaratılmış olması gerçeğinin] aksine bir şeyi yapan kişinin (failin) irade sahibi olduğu zannedilmektedir. Halbuki insandaki bu irade, irade eden kirmenin iradesinin bir etkisidir. Bu durumda irade eden yaratıldığı gibi iradesi de yaratılmıştır. Yine irade bilmenin bir türüdür diye düşünülürse ilim [bizatihi kendisi ile değil] bir şeyin etkisi ile ortaya çıkar ve bilme bilen kişinin bir özelliğidir. Bilen kişi yaratıldığı gibi özelliği de yaratılmıştır.
Diğer taraftan “fiili yaratan Allah olduğuna göre kendi yaratmış olduğu şeyin yapılmasından dolayı kişiyi nasıl cezalandırır?” diye sorulursa, buna cevaben “yaratmış olduğu şeyin [yapılmasını] cezalandırdığı gibi cezalandım” denir. Yarattığı şeylerden dolayı cezalandırması, yarattığım cezalandırmasından farklı değildir. Allah dilediğini yapar ve “ O yaptığından sorumlu tutulamaz; onlar ise sorguya çekileceklerdir.29
Sonra kendisi için iman yaratılmadığı halde Allah kâfire imam emretmiştir. Ona imam emretmesi onu yükümlülük altında bırakmak içindir. Kâfir için imam yaratmaması ve yine onun için yaratmış olduğu küfür sebebiyle onu cehenneme atması kahr sıfatının tecellisidir. Çünkü O, Kahhâr’dır ve kahhâr sıfatı bunu gerektirir. Diğer yandan Allah mümini ve onun için imam yaratmıştır. Aynı şekilde itaat edeni ve itaat etmeyi yaratmıştır. Şu hâlde mümin ve itaat eden kimsenin iman ve itaat konusunda “ben yaptım, ben ettim” deme hakkı yoktur. Buna rağmen Allah Teâlâ’nın iman ve itaat etme işini kişiye izafe etmesi, sırf insanın şerefini yüceltmek içindir.
İtaat Allah’ın yaratmış olduğu bir şeydir; halbuki bunu yaratma zorunluluğu yoktur. Yine Allah kişiye gücünün yetmeyeceği şeyleri de yükleyebilir ve iyi insana azap da edebilir. En iyiyi yapmak O’nun için bir zorunluluk değildir.[30] Allah Teâla, mümini, sırf rahmeti ve fazlı sebebiyle cennete koymuştur. Çünkü O, çok merhamet eden, esirgeyen, bağışlayan, kullarını seven, her şeyi bilen hikmet sahibidir. Görmez misin insanoğlunu nasıl da mal sahibi yaptı ve sonra da onlara “Allah a güzel bir borç verecek olan kim var?” buyurdu.[31]
Aslında mal da mala sahip olan kimse de O’nun mülküdür. Bunun nasıl ve niçin olduğu şeklindeki kıyasın ve bu hususu zulüm olarak değerlendirmen, senin şuurunun darhğı ve anlayışının kıtlığındandır. Çünkü sana bunun sırrı açılmamıştır. Buna rağmen Cenâb-ı Hakk’ın konumunu (emir) mahlûkatına kıyas ediyorsun. O’nun emri yücedir, her türlü kıyastan münezzeh ve mukaddestir ve insanların anlayışlarının kuşatamayacağı kadar büyüktür. Bundan dolayı Allah Teâlâ anlaşılması çok zor olduğu için insanları, kudretinin sırrına dair kendilerine kapalı kalan hususlar hakkında konuşmaktan menetmiştir. Fakat Allah’ın ilimde derinleşmiş olanları (ulemâ-i râsih) buna muttali kılması hasebiyle bazen onlar için bu hususta bir ikram olabilir.
Sonra bilmeksin ki yaptığın fiil uzvunun hareketi ile meydana gelir. Uzuv da ancak kalpten kaynaklanan bir irade ile harekete geçer. Şayet kalbin iradesi olmasa bu uzuv, belli bir yer ve işte belirli bir harekette bulunamaz ve cansız gibi olurdu. Dolayısıyla fiil ancak kalbin iradesiyle fiil hafine gelmektedir. Eğer kalp olmasaydı uzuvlar cansız olurdu. Şu hâlde iradenin durumu ve fiilin Allah Teâlâ’ya nispet edilmesi, iradenin kalbe nispet edilmesine benzer. Şayet irade kalpte yer almasa ve Allah onu yaratmasaydı aynı şekilde kalp de cansız olurdu. Fakat [Allah’ın lütfuyla] uzuv fiile, kalp de ilahî iradeye kavuşmuş oldu. Nitekim Cenâb-ı Hak iradeyi yaratmış ve kalbe yerleştirmiştir.
Bu nedenle fiil kalbin iradesiyle meydana gelmektedir. Şayet bir kimse “Peki, o halde işlenen suçların diyetleri ve had cezalarının uygulanması, bu suçları yaptığından dolayı kişiye nasıl izafe edilir?” diye sorarsa ona şöyle cevap verilebilir: Haddizatında fiili Allah yaratmış olmakla birlikte kul da onu işlemiştir (kesb). Çünkü Allah Teâlâ âlemi hikmetle yaratmış ve onu sebepler, vasıtalar ve araçlarla idare etmiştir. Aslında her şeyi yaratmış ve onları bir şeye bağlamıştır ve dolayısıyla her şey [sebepler de müsebbib de] Ondan ve O’nunladır. Dolayısıyla sakın bir şeyin kendi başına ve zorunlu olarak meydana geleceğini kabul edip de dar görüşlü olma! Varlıkları lütfeden zâtın (vâcibu’l-vücûd) sana verdiğinden başka hangi varlığın ve fiilin var?
Aslında insan fiilinde seçme hakkına sahiptir. Allah Teâlâ kullarına ilminin feyzinden de bilgiyi, işitme feyzinden duymayı, basar feyzinden de görmeyi bahşettiği gibi kulun fiili işleme konusunda ona kendi ihtiyarının feyzinden bir tercih hakkı vermiştir. Aynı şekilde varlığının feyzinden varlık da vermiştir. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın hikmetindeki kudretinin nurunu göremeyen kişinin bakışıyla seçme (ihtiyar) vasfı kendi başınalık (istiklâl ve istibdâd) gerektiren bir sıfat olunca bu kişi zanneder ki fiiller ihtiyarîdir ve tamamen kuldan kaynaklanmaktadır. Nitekim Mutezile’nin bakışı böyledir. Yahut kudretin nurunun ortaya çıkmasında hikmetinin nurunu göremeyenler de fiilin kulun kesbi olmaksızın sadece Allah’tan sâdır olduğunu zannederler ki Cebriyye de bu görüştedir. Basireti açık olan ârif ise Allah’ın hikmet sahibi ve gücünün her şeye yettiğini, hikmetinin sebeplerin tertibini, kudretinin de bu sebepleri ortadan kaldırıp [sebepsiz yapmayı] gerektirdiğini, dilediğini işleyip dilediği şekilde de hüküm verdiğini bilir.
İkincisi: Peygamberimiz Muhammed Mustafa’nın (sallallahu aleyhi ve sellem) peygamberliğinin isbatı ve onun apaçık mucize ve delillerle desteklenmesidir. Bilmelisin ki Allah Teâlâ kendi içimizden Peygamberimiz Muhammed Mustafa’yı (sallallahu aleyhi ve sellem) bize göndermiştir. ** Allah, müşrikler hoşlanmasalar bile dinini, bütün dinlere üstün kılmak için, peygamberini hidâyetle ve hak dinle gönderendir ’32 Aynı şekilde Cenab-ı Hak, Peygamberimizi apaçık mucize ve delillerle desteklemiştir. Örneğin; ay yarılmış, taş kendisine selam vermiş, isyankâr cin taifesinden bir kısmı ona tâbi olmuş, şeytanın uşakları onun risâletiyle ezilmiş, zehirlenmiş koyun dile gelip onunla konuşmuş, duası sebebiyle bulutlardan yağmur yağmış, deve kendisiyle konuşmuş, kuyu suyu onun tükürüğüyle tatlılaşmış, parmaklarının arasından sular fışkırmış, yardımına koşmak için gökten apaçık bir şekilde melekler inmiş ve sayılamayacak kadar çok diğer mucize ve işaretler bahşedilmiştir. Elbette bu mucizelerin en büyüğü ve en yücesi Kur an-ı Kerîm’in indirilmesidir. Fakat onun mucizevi yönü ancak iman ve irfan feyzinden kana kana içen kimselere keşfolunur.
Yine Allah Teâlâ, Hz. Peygamber in (aleyhisselam) kalbini ilhamın mernbaı, dilini ahkâmın kaynağı kılmıştır. Bu nedenle o asla kendi Revasından konuşmaz ve yalnızca takvayı emreder. Getirdiği din ile diğer inanç ve dinler geçerliliğini yitirmiş, kendisine indirilen kitapla da daha önce gelmiş diğer tüm kitapların hükmü ortadan kaldırılmıştır. Biz bütün nebilere, resullere ve meleklere iman eder ve göklerin meleklerle dolu olduğuna inanırız. Bunların arasında yere inen melekler, kerûbiyyûn, ruhâniyyûn, hamele-i ‘arş, kirâmen kâtibin, insanlarla görevlendirilenler, Cebrâil, Mikâil, İsrâfil, ruhları kabzeden Azrâil, cennetin muhafızları, cehennemin zebânileri, Mâlik ve Rıdvân vardır. Hepsine inanır, gerçek olduklarını ikrâr ederiz. Bu imandan sonra Peygamberimiz Mu- hammed Mustafa’nın (sallallahu aleyhi ve sellem) son peygamber ölduğuna, onunla nübüvvet kapısının ve perdesinin kapandığına ve onun nübüvvetinden sonra başka bir nübüvvetin olmayacağına inanırız. Dolayısıyla diğer inanç ve dinlere mensup olanlar onun getirdiklerine itaat etmek» boyun eğmek ve daha önce inandıkları şeyleri de terk etmek zorundadırlar. Zira Resulullah’ı takip etmeyen bütün yollar kapalı ve risâletinin dışındaki bütün davetler reddolunmuştur. Selam onun, ailesinin, ashabının ve soyundan gelenlerin üzerine olsun.
Üçüncüsü: Velilerin velayetlerinin isbâtı ve onların keramet ve keşiflerle desteklenmeleridir. Bilmelisin ki Peygamberimiz Muhammed Mustafa’nın (sallallahu aleyhi ve sellem) ümmetinden velâyet mertebesine ulaşan kişiler vardır. Onların keramet ve icabet sahibi [duaları kabul edilen] kimseler olduklarına inanırız. Aynı şekilde her peygamberin döneminde kendisine tâbi olan kişilerin kerametleri ve harikulade halleri vardır. Kerametler peygamberlerin mucizelerini tamamlayan olaylardır. Kendisinden kerametler görülen veya harikulade şeyler ortaya koyan kimse şeriatın ahkâmına, helâl ve haramın sınırlarına uymuyorsa bu kişinin zındık ve ondan sâdır olan hallerin de mekr ve istidrâc olduğuna inanırız.
Yine velilerin gökten gelen sesleri ve bâtınlarından gelen nidaları işitmek gibi çeşitli kerametleri vardır. Ayan onlar için değişir, gönüllerde gizli olanlar onlara keşfolunur, yeryüzü onlar için dürülür ve bazı olayları olmadan önce* bilirler. Bütün bunlar Resulullah a (sallallahu aleyhi ve sellem) tâbi olmalarının bereketiyledir. Nitekim bir kimsenin Resulullah’a tâbi olmada ne kadar nasibi varsa o oranda Hakka yakınlık (kurbiyet), kulluk ve O’nunla olma hususunda nasibi fazla olur. Zira Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin.”33 “Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi de size yasak ettiyse ondan vazgeçin.”34
Öte yandan görülen kerametler kişinin doğruluğuna delalet etmediği gibi bir kimseden keramet türü hâllerin görülmemesi de onun doğru olmadığım göstermez. Aksine bazen kendisinden kerametler görülmeyen kişi, kerametleri bulunan kişiden daha faziletli olabilir. Bu meselenin sim, kerameti bulunmayan kişinin yakininin güçlü oluşuna, keramet sahibinin de yakîninin zayıflığına işaret [edebilir.] Bu durum Allah Teâlâ’dan bir rahmettir. Ancak bu iki sınıfın üstünde kalplerinden örtülerin kaldırıldığı topluluklar vardır. Onların bâtınları ruhu l-yakînle irtibat halindedir ve hakku’I-mübînle marifetin ötesine geçmişlerdir. Dolayısıyla böyle kimselerin olağanüstü şeylerden medet beklemeye ve Hakk’ın kudretini ve âyetlerini [görmek için özel bir hale] ihtiyaçları yoktur. Bundan dolayı Peygamberimizin ashabından çok azının dışında bu tarz harikulade haller nakledilmemiştir.
Halbuki önceki zatlardan ve doğruluk üzere olan kimi şeyhlerden nakledilen kerametler ise daha fazladır. Çünkü sahabenin bâtınları Peygamberimizle yaptıkları sohbetin bereketi, vahye yakınlıkları ve meleklerin sık sık gelip gitmeleriyle nurlanmıştı. Bu nedenle onlar ahireti görür [gibi yaşamış] ve dünyaya karşı zühdü tercih etmişlerdi. Bunun sonucunda da nefisleri zayıflamış, alışkanlıkları kaybolmuş ve kalplerinin aynası cilalanarak pırıl pırıl olmuştu. Bu durumda da kerametler görmeye ve Hakk’ın kudretinin izlerini başkasından dinlemeye ihtiyaçları kalmamıştı.
Yakînde böyle bir mertebeye ulaşan kimse, hikmet âleminin cüzlerini de başkalarının gördüğü İlahî kudreti de görür. Yine ilahî kudreti hikmet perdesinin ardından yahut bilakis apaçık şekilde görür. Şayet Hakk’ın kudreti onun için tecelli eder ve keşfolunursa yabancılık çekmez. İlahî kudretin [tecellilerine alışık olmadığı İçin] yabancılık çeken kimsenin ise bu tecellileri görmekten dolayı yakîni artar. Çünkü bu kişi hikmetin [örtüleriyle] Hakk’ın kudretinden perdelenmiştir.
Aynı şekilde biz sâlih rüyanın nübüvvetin kırk altı cüzünden biri olduğuna inanırız.35 Nitekim velilere ve sâlih müminlere uykularında melekût aleminden tecelliler (levâih) ve parıltılar (levamı) keşfolunur. Uykunun ne olduğunu düşündüğünde onun çok ilginç bir şey olduğunu görürsün. Zira uyku Allah’ın apaçık âyetlerinden ve en belirgin kudretlerindendir. Bazen rüyada bir sene sonra veya yıllar sonra —ki bunun sınırı kırk yıldır— olacak şeyler görülür. Böylece Hz. Yusuf’un, Hz. İbrahim ile diğer büyük nebi ve yüce velilerin [rüyayla ilgili] yaşadıkları olayları anlarsın. Bazen de rüyada bir seneden az veya çok daha fazla zaman diliminde olacak şeyler görülür.
Bu husus kişinin manevî basiretle ilgili kabiliyetinin gücüne veya zayıflığına yahut da Allah’ın dilemesine ve iradesine göre değişir. Nitekim Allah Teâlâ Peygamberimize şöyle buyurmuştu: “Hani Allah sana anları uykunda az gösteriyordu. Eğer sana onları çok gösterseydi elbette gevherdiniz ve o iç hakkında kirkitinizle çekilirdiniz. Fakat Allah (sizi bunlardan) kurtardı .”[36] Şu hâlde sana gereken Resulullaha güzel bir şekilde tâbi olmaktır. Böyle yaparsan hidâyetin en üst noktasına ulaşmış olursun. Henüz var edilmemiş olan bir şeyi Allah var etmeden önce sana bildirir ve bu sayede sana Halik, Kadir, ilâh ve Kâhir sıfatlarına sahip, gaybı bilen, gönülde ve kalplerde gizli olanlara muttali olan bir Rabbinin olduğunu gösterir. Ben yalnızca O’na sığınır, O’ndan af ve bağışlanma dilerim.
Abdüllatif Kudsi · – Hadi’l-Kulub İla Likai’l-Mahbub(Kalplerin Allah İle Buluşması) – ,syf:31-43
Dipnotlar:
16 Mü’min, 40/65.
17 Haşr. 59/22.
18 Ta-Hâ, 20/7.
19 Sebe.34/3.
[20] Yunus, 10/107.
[21] Nahl, 16/40.
[22] İsra, 17/16.
[23] Kehf, 18/82.
24 Şûra, 42/11.
25 Fussüet, 41/42.
26 İsra, 17/88.
27.Bakara,2/148
28.Haşr,59/24.
29.Enbiya,21/23
[30] Abdüllatîf Kudsî burada Mutezile nin teklif-i mâ la yutak ve aslâh alallah görüşlerine karşı cevap vermektedir. Nitekim Mutezile’ye göre, Allah’ın kullarım mükellef kılındıkları şeyleri yapabilecek güçte yaratması; onlar için iyi, doğru ve en faydalı olanı gözetmesi O’nun için vâcib/zonınlu- dur. Ehl-i sünnet ise bu tür zorunlulukların Allaha yüklenmesinin O’nun Kâdir-i Mutlak oluşuyla çelişeceğini söyleyerek aslah ve salah kelimeleri yerine âdetullah ve sünnetullah tabirlerini kullanmış ve vücûb/zorunluluk fikrini şiddetle tenkit etmiştir. Dolayısıyla onlara göre Allah’ın kişiyi güç yetinmeyeceği şeyle yükümlü tutması fiilen olmasa da aklen mümkün/ caizdir. Zira Allah her şeyin yarancısı, tek maliki ve mu t lak irade sahibidir.
[31] Bakara, 2/245.
32 Tövbe, 9/33.
33 Âl-i İmrân, 3/31.
34 Haşr, 59/7.
[35] ‘‘Müminin sâdık rüyası nübüvvetin kırk altıda biridir.” Buharı, Tabir, 5;
İbn Mâce, Tabir, 1.
[36] Enfal, 8/43.
0 Yorumlar