Allah Resulü’nün (s.a.v.) Beşeriyeti
(4917)- İbnu’z-Zübeyr (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Ensar’dan bir erkek, hurma ağaçlarını suladıkları Harre’nin su arkı yüzünden Zübeyr (radıyallahu anh)’le ihtilafa düşüp Resulullah’ın huzurunda murafaa oldular. Resulullah (ihtilaflarını dinledikten sonra) Zübeyr’e:
“Ey Zübeyr (önce) sen sula, suyu sonra da komşuna sal!” buyurdular. Ensari bu hükme kızdı ve: “Böyle hükmetmen, o senin halaoğlun olmasındandır!” dedi. Resulullah bu söze çok kızdı, yüzü renk renk oldu ve: “Ey Zübeyr! Önce sen sula, sonra duvara ulaşıncaya kadar da suyu tut!” dedi. Zübeyr dedi ki: “Vallahi öyle zannediyorum ki şu ayet bu hadise ile ilgili olarak indi. (Mealen): “Hayır öyle değil! Rabbine and olsun ki, onlar aralarında kimi oraya kimi buraya çektikleri (kavga ettikleri) şeylerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar” (Nisa 65).
[Buhârî, Şirb 6, 7, 8, Sulh 12, Tefsir, Nisa 12; Müslim, Fezail 129, (2357); Ebu Davud, Akdiye 31, (3637); Tirmizî, Ahkâm 26, (1363); Nesâî, Kudat 26, (8, 245).]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste ismi zikredilmeyen ensarinin kim olduğu biraz ihtilaflıdır: Sa’lebe İbnu Hatib, Sabit İbnu Kays İbni Şemmas… Önceki olması daha kuvvetli ihtimal. İtirazcılığı sebebiyle, münafık olabileceğini söyleyen olmuştur. Ancak bu davranışın kasıtsız olarak vukua geldiği, nifakın mevzubahis olmadığı ifade edilmiştir. Nitekim Hâtib İbnu Ebî Beltea, Mistah ve Hamnâ’dan da nifaka nisbet edilmeyen nahoş sözler sadır olmuştur.
2- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) önceki hükmünde, Zübeyr’e hakkını tam kullanmaya değil, sulhu temin için biraz fedakarlığa dayanan bir kullanmaya hükmetmiştir. Ancak adamın cehalet ve anlayışsızlığı sebebiyle, ikinci emrinde sulama hakkını tam kullanmayı emrediyor. Duvarın dibine ulaşıncaya kadar suyun oyalanması.
Hadiste geçen جَدْر kelimesi cidar demektir. Bununla duvarın dibi veya ağacın kökü anlaşılmıştır. Ağacın kökü’nün kastedildiğini söyleyenler, bazı rivayetlerde kelimenin جذر imlasıyla gelmesini gösterirler. Cezr, kök demektir. Ancak cedr kelimesi ile hurma ağaçlarından birini diğerinden ayıran ve suyu engellemek üzere vaz’edilen sedlerin kastedildiği de söylenmiştir. Bu durumda Resulullah Zübeyr’e her çukura sedlerin seviyesine çıkıncaya kadar su salmayı emretmiş olmalıdır. Vak’aya uygun gelen bir diğer açıklamaya göre, bu kelime ile hurma ağaçlarından her birinin dibine açılan sulama çukurları kastedilmiş, binaenaleyh (aleyhissalâtu vesselâm), bu çukurlar tamamiyle doluncaya kadar suyu tutmasını emretmiştir. Başka teviller de var. Hepsi netice itibariyle aynı manaya ulaşır ve suyun baş tarafında olana, yeterince ihtiyacını görecek kadar kullanma ruhsatının tanındığını gösterir.
3- Ayetin iniş sebebi ihtilaflıdır. Bu rivayette Hz. Zübeyr, kendisiyle ilgili olarak indiğini cezmetmeksizin ifade etmektedir. Ancak ayetin, Zübeyr’in mezkur hadisesiyle ilgili olarak indiği hususunda cezmeden rivayetler de var. Ancak Mücahid ve Şa’bi’ye göre bu ayet az yukarıdaki ayetin inmesine sebep olan kimse hakkında inmiştir. O ayette şöyle buyrulur (Mealen): “Sana indirilen kitaba ve senden önce indirilen kitaplara iman ettiklerini iddia eden o kimseleri görmedin mi ki onlar, tağutu reddetmekle emrolundukları halde, tağutun hükmüne müracaat etmek isterler. Şeytan da onları, haktan pek uzak bir sapıklıkla saptırmak ister” (Nisa 60).
Bu ayetin nüzul sebebi, bir münafıkla bir Yahudi arasında cereyan eden bir ihtilaftır. Şöyle ki: Bu iki kimse arasında bir ihtilaf çıkınca, Yahudi, münafığı Resulullah’ın huzurunda mürafaa olmaya çağırır. Sebebi Aleyhissalâtu vesselâm’ın rüşvet almayacağına, adilane hükmedeceğine olan inancıdır. Münafık da -rüşvet kabul edeceklerini bildiği için- Yahudiyi kendi hâkimleri önünde mürafaa olmaya davet eder. Bazı rivayetler o sırada Yahudi hakimin Ka’b İbnu’l-Eşref -veya henüz Müslüman olmayan Ebu Berze el-Eslemî- olduğunu belirtir. Münafık: “Ka’b İbnu’l-Eşref’e gidelim” derse de, Yahudi ağır basar ve Aleyhissalâtu vesselâm’a gelirler. Efendimiz Yahudiyi haklı çıkarır. Öbürü kabul etmez ve: “Bir de Ömer’e gidelim” der. Hz. Ömer’e gelip durumu anlatırlar. Hz. Ömer “Bekleyin hükmümü vereyim” diyerek içeri gidip kılıncını getirir ve “Resulullah’ın hükmüne razı olmayana benim hükmüm budur” diyerek herifin kellesini uçuruverir. İşte bu hadise bir taraftan Ömer İbnu’l-Hattab’ın “Ömeru’l-Faruk” diye tesmiyesine vesile olurken, diğer taraftan da sadedinde olduğumuz ayetin nüzulüne sebep olur.
Şarihlerin bazıları, bu iki vak’anın aynı zamanda vukua gelmiş olabileceğini söyleyerek arada ihtilaf olmadığını belirtirler. Zübeyr’le ihtilafa giren ensarinin Kays isminde biri olduğu da, gelen rivayetler arasında.
[İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/123-125.]
* * * * *
3637… Urve’nin Abdullah b. ez-Zübeyr’den rivayet ettiğine göre;
Bir adam (halkın) kendisi ile (hurma bahçelerini) suladıkları Harre arkı (içinden gelen su) yüzünden Zübeyr’den davacı olmuş. (Zübeyr’i dava eden bu) Ensarlı (zat Zübeyr’e):
Suyu bırak, (önünü kesme kendi haline) akıp gitsin! demiş. (Zübeyr onun bu isteğini) kabul etmemiş. Peygamber (s.a) de Zübeyr’e:
“Ey Zübeyr, (bahçeni) sula ve sonra suyu bırakıver, komşuna (gitsin)” buyurmuş. Bunun üzerine Ensarlı öfkelenip:
Ey Allah’ın Resulü! (Zübeyr) halanın oğlu olduğu için mi (böyle hüküm veriyorsun)? demiş. Resulullah (s.a)’ın yüzünün rengi atmış, sonra:
“(Ey Zübeyr! Sen kendi bahçeni iyice) sula, sonra suyu (bahçe) duvarın(ın) temeline (veya ağaçların köklerine) erişinceye kadar salma” buyurdu.
Zübeyr (sözlerine devam ederek) dedi ki: Allah’a yemin olsun ki,”Rabbin hakkı için, onlar aralarında vuku bulan her çekişmede seni hakem kılmadıkları sürece iman etmiş olmazlar”[203] ayetinin bu hâdise hakkında indiğini zannediyorum.[204]
Açıklama
Metinde geçen “cedr” aslında “duvar” demektir. Hadis sarihlerinin açıklamalarına göre burada “duvar temeli” anlamında kullanılmıştır.”Ağaçların kökü” anlamında kullanıldığını söyleyenler de vardır. Hafız İbn Hacer’e göre, bu kelime burada, bahçe sulanırken ağaçların arasına toprakların yığılmasıyla yapılan ark anlamında kullanılmıştır. Bu görüşe göre Hz. Peygamber Zübeyr’e, “Suyu toprak kanalları seviyesine çıkıncaya kadar bahçende tut. Ondan sonra komşunun bahçesine gönder” demek istemiştir.
Aslında Resul-i Zişan Efendimiz, Zübeyr ile şikâyetçi durumunda olar kişi arasında ilk verdiği hükümde, iyi komşuluk münasebetleri açısından müsamahalı davranmış, kendi yakınının biraz feragat etmesini gerektirecek şekilde hüküm vermişti. Karşıdakinin bunu anlamadığını görünce Zübeyr’e: suyu bahçede ağaçların köklerine kadar iyice işleyinceye kadar bekletmek suretiyle hakkını son haddine kadar kullanmadıkça komşu bahçeye salmamasını emretti.Burada, Hz. Peygamber’in öfkeli anında bile olsa her zaman hakkı söylediğini [205] unutmamak gerekir.
Hz. Peygamber’in ilk hükmüne itiraz eden kişi şayet müslüman idiyse şüphesiz ki bu yaptığı iş şeytanın iğvâsına kapılmaktan başka bir şey değildir. Fakat bu kimsenin hakiki bir müslüman olmayıp münafıklardan biri olması ve kabilesi Ensar topluluğundan olduğu için Ensari diye anılmış olması ihtimali de vardır. Nitekim Resul-i Ekrem’in hükmüne uymayanların mümin olamayacağını bildiren Nisa suresinin 65. ayetinin bu olay üzerine inmesi de bu ihtimali kuvvetlendirmektedir. Bununla beraber belki de ayet daha önce inmiştir. Ensarinin Hz. Peygamber’in hükmüne rıza göstermemesi üzerine ayet kendisine okunarak Allah’ın buyruğu hatırlatılmış da olabilir.[206]
[203] Nisa,(4) 65.
[204] Buharı, tefsir (4) 12, sulh 12, müsâkât 6-8; Müslim, fadâil 129; Tirmizî, ahkâm 2( tefsir (4) 13; İbn Mâce, mukaddime 2, rühûn 20; Nesâî, kudât 19,27; Ahmed b. Hanbel, I, 166, IV, 5.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/236-237.
[205] Bk. 3646 nolu hadis.
[206] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/237.
* * * * *
İmam Nevevi, Sahih-i Müslim Şerhi:
“Yüzünün rengi değişti”den maksat nübüvvetin saygınlığı çiğnendiği için ve bu kişinin söylediği sözün çirkin olması nedeniyle öfkelenip yüzünün rengi değişti.
“Duvara dönünceye kadar” ise oraya varıncaya kadar demektir. Duvardan kasıt ise duvarın dibidir. İlim adamları bunun miktarını suyun arazinin tamamının üzerinde insanın ayak topuğunun ıslanacağı noktaya kadar ıslanmasıdır. Buna göre suyun hemen yakınındaki birinci arazinin sahibi bu sınıra varıncaya kadar arazisinde suyu tutması sonra da onu sonraki komşusuna salması hakkıdır. Zübeyr de birinci arazinin sahibi idi. Resulullah (S.a.v.) ona yol göstererek sula sonra da suyu komşuna sal dedi. Yani hakkından daha az, az miktarda bir şey sula sonra onu komşuna sal. Böylelikle Zübeyr’e nazı geçtiği için onun nispeten aleyhine bir yol göstermişti. (1)
* * * * *
Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed: O, kendisi için suni bir karizma üretilmesine hiç fırsat vermedi, buna ihtiyaç da duymadı. Her insan gibi üzülür ve sevinir, kızar ve sever, kederlenir ve neşelenir, şaka yapar ve şaka kaldırırdı. İşte onun kızmasına ilişkin ilginç bir örnek:
Abdullah b. Zübeyr aktarıyor: Ensar’dan bir adam (Humeyd) hurma suladıkları Harre su yolları hakkında Rasulûllah’ın huzurunda Zübeyr’den davacı olur. Ensar’dan olan zat “Suyu sal da gelsin” der, Zübeyir ise onun bu talebini yerine getirmez. Anlaşmazlık Rasulûllah’a intikal eder. Resulullah Zübeyir’e “Ey Zübeyir! Sen sula, sonra suyu komşuna sal” buyurur. Ensarlı kızar ve “Ya Resulullah! Bu adam halanın oğludur diye mi böyle yapıyorsun?” der. Bunun üzerine Hz. Peygamber’in rengi atar ve şöyle der: “Ey Zübeyir! Sula, sonra suyu tıka, ta duvara kadar geri dönsün!”7
Evet, melek peygamber tezini yere çalan bu ilginç örnek, “ben de sadece bir insanım” uyarısının başında yer aldığı şu haberle birlikte düşünüldüğünde, onun insanlığının diğer insanlara nisbetinin elmasın taşlara nisbeti gibi olduğu da anlaşılır: “Resulullah bir gün şöyle dua eder: “Allah’ım, Muhammed de bir beşerdir. Her beşer gazaba gelip öfkelendiği gibi Muhammed de öfkelenir. Allah’ım! Her hangi bir müslümana haksız yere lanet okur, sebbeder, beddua edersem, bunu onun için bir ecir, rahmet ve bağışlanma vesilesi kıl.”8
7. Buhari, Şırb 6, Müslim, Fedail 129.
8. Müslim, Birr 45.25, nu. 2600. (2)
* * *
Değerlendirme:
1-İslamoğlu’nun Zübeyr hadisi ile birlikte “…Allah’ım! Her hangi bir müslümana haksız yere lanet okur, sebbeder, beddua edersem, bunu onun için bir ecir, rahmet ve bağışlanma vesilesi kıl.” hadisini hatırlatması sanki Zübeyr hadisinde Resulullah’ın (s.a.v.) öfkesinde -haşa- ayarını kaçırdığı, Hz. Zübeyr’e (r.a.) fazladan bir hak verdiği şeklinde anlaşılmış gibi izlenim uyandırıyor. Oysa yukarıda da belirtildiği gibi:
Aslında Resul-i Zişan Efendimiz, Zübeyr ile şikâyetçi durumunda olar kişi arasında ilk verdiği hükümde, iyi komşuluk münasebetleri açısından müsamahalı davranmış, kendi yakınının biraz feragat etmesini gerektirecek şekilde hüküm vermişti. Karşıdakinin bunu anlamadığını görünce Zübeyr’e: suyu bahçede ağaçların köklerine kadar iyice işleyinceye kadar bekletmek suretiyle hakkını son haddine kadar kullanmadıkça komşu bahçeye salmamasını emretti. Burada, Hz. Peygamber’in öfkeli anında bile olsa her zaman hakkı söylediğini unutmamak gerekir…”Yüzünün rengi değişti”den maksat nübüvvetin saygınlığı çiğnendiği için ve bu kişinin söylediği sözün çirkin olması nedeniyle öfkelenip yüzünün rengi değişti…Buna göre suyun hemen yakınındaki birinci arazinin sahibi bu sınıra varıncaya kadar arazisinde suyu tutması sonra da onu sonraki komşusuna salması hakkıdır. Zübeyr de birinci arazinin sahibi idi. Resulullah (s.a.v.) ona yol göstererek sula sonra da suyu komşuna sal dedi. Yani hakkından daha az, az miktarda bir şey sula sonra onu komşuna sal. Böylelikle Zübeyr’e nazı geçtiği için onun nispeten aleyhine bir yol göstermişti.
2-İslamoğlu, acaba bu hadisin neresine takılmıştır? Resulullah’ın kızmasına ise Allah Resulünün kızmadığını hiç kimse iddia etmemiştir. Öte yandan Nübüvvetin saygınlığının çiğnenmesine müsaade etmemesi ve sırf bu sebeple bile olsa yeri geldiğinde kızması çok normaldi. Ve hatta gerekliydi. Bunun bir benzeri şudur: O nefsi için intikam almaz ancak Allah’ın koyduğu hududun çiğnenmesi durumunda O’ndan Allah için intikam alırdı. [Gayetü’s- Seûl fî Hasais’ir-Resul, c.ı, s. 102] Burada da öfkelenmesinin altında yatan sebep şahsi-beşeri yönüne bakan bir saygısızlık değil Risalet ve devlet yöneticiliği makamına yapılan saygısızlık idi. Bu halde kişinin tevazulu davranması övülmüş bir husus değildir:
Mesela, büyük bir memurun, memuriyet makamında bulunduğu vakit bir şahsiyeti var ki, vakar iktiza ediyor, makamın izzetini muhafaza edecek etvar istiyor. Mesela, her ziyaretçi için tevazu göstermek tezellüldür, makamı tenzildir. Fakat kendi hanesindeki şahsiyeti, makamın aksiyle bazı ahlakı istiyor ki, ne kadar tevazu etse iyidir. Az bir vakar gösterse, tekebbür olur. Ve hakeza…(3)
Eğer itirazı Hz. Zübeyr’e (r.a.) ilkinden daha fazla su kullandırması ise ona tavsiye ettiği husus ilk durumda feragat ettiğinden başkası değildi. Demek ki burada da bir haksızlık-ilginçlik yok. Geriye kalıyor şu: İslamoğlu’nun bu hadisi “ilginç” kategorisine alması “ilginç”. Zira ben ilginçliğine dair bir sebep bulamadım. Bazı şeyleri ifade edemeden kaldırdığı tozun arkasından okuyucuya ‘sen tasvir et’ demesi şeklinde mi yorumlamalıyız?
Sonuçta İslamoğlu’nun Hz. Zübeyr (r.a.) ile ilgili rivayeti niye aldığı ve bu hadisle “Allah’ım! Her hangi bir müslümana haksız yere lanet okur, sebbeder, beddua edersem” hadisi arasında nasıl bir bağlantı kurduğu meçhul. Ama ne yazık ki kitabı okuyan hadis-sünnet-siret konularında yeterince altyapısı olmayan cahil okuyucuları bu iki hadisin birleşiminden Allah Resulü’nün (s.a.v.) öfke ile beraber orantısız kararlar verdiği ve adalete sığmayan kararlar aldığı fikrine zehap edebileceklerdir.
Allah Resulü’nün beşeriyetinden hareket ederek onu anlamaya çalışmak ta zaten başlı başına problemli bir yöntemdir. Beşeriyetini risaleti ve Allah katındaki yüce makamının yanına koyup manevi şahsıyla beraber ele aldığında azametli büyüklüğü ortaya çıkacaktır. Tabir-i caizse beşeriyeti onun nurani azametinin küçük bir gölgesi gibidir. Gölgeye değil muazzam kametine bakmaya cesaret edemeyenler hakikati ıskalayacaktır.
Gerçi o dünyaya bir beşer olarak gelmişti ama..!
Gerçi o dünyaya bir beşer olarak gelmişti. Etiyle, kemiğiyle, yiyip içmesiyle, kederi ve neş’esiyle, bir beşerdi; bizden hiçbir farkı yoktu. Fakat âlemlerde onun gibisi de yoktu. Sadece insanlık değil, melekler ve cin, şuurlu ve şuursuz varlıklar, canlılar ve cansızlar da onunla çok yakından ilgiliydiler. Ay onun işaretiyle bölünüyor, kurumuş ağaç onun ayrılığından ağlıyor, taşlar onu selamlıyor, dağ onu seviyor, melekler ona hizmetkâr oluyordu. Bütün bir kâinat, nasıl olur da bir beşerle bu kadar alakadar olur?
Âlemlerde bir toz zerresi bile etmeyen bir yıldızın peşine takılmış bir küçük gezegenin milyarlarca senelik ömründen bir kısacık ân içinde gelip geçiveren bir insan, bütün bu âlemler için nasıl bu kadar önem taşır? Daha da ötesi, bu insan, tek başına nasıl “sebeb-i hilkat-i âlem” olur
Akıllar almasa da, gönüller bu hakikati hissediyordu. Fakat özellikle zamanımızda bazı zihinleri tesiri altına alan maddeci bakış, zaman zaman bu hakikate karşı itiraz seslerini yükseltmekten geri durmuyordu. Bediüzzaman, veraset-i Nübüvvet sırrını taşıdığında şüphe olmayan o keskin ferasetiyle, bu büyük hakikati anlayamayanların nerede hataya düştüklerini teşhis etmekte gecikmedi:
Onlar yanlış yerden, yanlış yere bakıyorlar
Onlar yanlış yerden bakıyorlar, yanlış yere bakıyorlar ve Yüce Peygamberin manevi şahsiyetinin büyüklüğünü maddi şahsiyetinde arıyorlardı. Bu durumu, Bediüzzaman Hazretleri tavus kuşu yumurtası örneğiyle açıkladı:
Eğer elinizde tavus kuşunun yumurtasını tutup, sonra tavus kuşunun özelliklerini bir güzel tasvir edip, ondan sonra da “İşte bu yumurta bütün bu özelliklere sahip harikulade bir kuştur” diyecek olsanız, pek çok kimse bunu anlamayabilir. Ve yumurtada saydığınız özellikleri göremediği için sizin sözlerinizi reddeder. Ancak bir tavus kuşunu gösterip de onun bu yumurtadan çıktığını anlatabilirseniz, bu takdirde yumurta hakkındaki sözlerinize inanmamak için bir sebep kalmayacaktır.
Lakin bu, onun manevi şahsiyetinin sadece çekirdeğidir
Âhirzaman Peygamberinin (a.s.m.) bu dünya üzerindeki beşerî hayatı da, içinde tavus kuşunun programını saklayan bir yumurta gibidir. Maddi bir bakışla o hayatta bu harikulade büyüklüğün özellikleri görülmez. O tıpkı bizim gibi yiyip içmiş, alışveriş yapmış, uyumuş, konuşmuş, açlık çekmiş, çeşitli ıztırapların içinden geçmiş, acı ve tatlı günler yaşamış, sonra da, oldukça kısa bir hayatı geride bırakarak dünyamızdan ayrılmıştır. Lakin bu, onun manevi şahsiyetinin sadece çekirdeğidir. O çekirdekten çıkan ağaç dal budak salmış, âlemi kaplamış, gönüller üzerinde taht kurmuş, akıl ve kalpleri cezb etmiş, âlemin medar-ı iftiharı olan milyarlarca insan yetiştirmiştir.
O, bizzat sebep olduğu iyiliklerin, faziletlerin, sevapların, ibadetlerin tamamında hisse sahibidir. Onun Kur’ân’ı insanlara okumaya başladığı andan itibaren, ümmetinden hangi bir fert bir ayet okuyacak, bir zikir sözü söyleyecek, bir iyilik yapacak, ardında güzel bir eser bırakacak olsa, bütün bunlardan hasıl olan sevabın bir misli de onun defterine yazılır.
İsterseniz, sadece Kur’ân okuyanların durumunu tasavvur edin: On dört asırdır yeryüzünde her saniye milyonlarca kişinin okumakta olduğu Kur’ân’dan nasıl bir yekûn onun payına düşer, hesaplayabilir misiniz? On dört asrı bir yana bırakın, sadece şu cümleyi okumaya başladığınız ân ile bitirdiğiniz an arasında geçen zaman, onun hasenat defterine kaç bin insan ömrünün mahsulatını katmıştır dersiniz? Eğer hayretten düşünebilecek haliniz kaldıysa, bir de buna, ümmetinden ona gönderilen rahmet dualarını, salâvatları, meleklerin salât ve selâmlarını ve her an üzerine yağmakta olan Yer ve Gökler Rabbinin rahmetlerini ilave edin. (4)Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ahvâl ve evsafı, Siyer ve Tarih suretiyle beyan edilmiş. Fakat o evsaf ve ahvâl-i galibi, beşeriyetine bakar. Halbuki o Zat-ı Mübarek’in şahs-ı manevisi ve mahiyet-i kudsiyesi o derece yüksek ve nuranidir ki; Siyer ve Tarihte beyan olunan evsaf, o bâlâ kamete uygun gelmiyor, o yüksek kıymete muvafık düşmüyor. Çünki اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sırrınca: Her gün, hatta şimdi de, bütün ümmetinin ibadetleri kadar bir azim ibadet sahife-i kemalâtına ilave oluyor. Nihayetsiz rahmet-i İlahiyeye, nihayetsiz bir surette, nihayetsiz bir istidad ile mazhar olduğu gibi, her gün hadsiz ümmetinin hadsiz duasına mazhar oluyor. Ve şu kâinatın neticesi ve en mükemmel meyvesi ve Hâlık-ı Kâinat’ın tercümanı ve sevgilisi olan o Zat-ı Mübarek’in tamam-ı mahiyeti ve hakikat-ı kemalâtı, Siyer ve Tarihe geçen beşerî ahval ve etvara sığışmaz.
Mesela: Hazret-i Cebrail ve Mikâil, iki muhafız yaver hükmünde Gazve-i Bedir’de yanında bulunan bir Zat-ı Mübarek; çarşı içinde, bedevi bir arabla at mübâyaasında münazaa etmek, bir tek şahid olan Huzeyfe’yi şahid göstermekle görünen etvarı içinde sığışmaz. İşte yanlış gitmemek için; her vakit mahiyet-i beşeriyeti itibariyle işitilen evsaf-ı âdiye içinde başını kaldırıp, hakiki mahiyetine ve mertebe-i risalette durmuş nuranî şahsiyet-i maneviyesine bakmak lazımdır.Yoksa, ya hürmetsizlik eder veya şüpheye düşer. Şu sırrı izah için şu temsili dinle:
Mesela, bir hurma çekirdeği var. O hurma çekirdeği toprak altına konup, açılarak koca meyvedar bir ağaç oldu. Hem gittikçe tevessü’ eder, büyür. Veya tavus kuşunun bir yumurtası vardı. O yumurtaya hararet verildi, bir tavus civcivi çıktı. Sonra tam mükemmel, her tarafı kudretten yazılı ve yaldızlı bir tavus kuşu oldu. Hem gittikçe daha büyür ve güzelleşir. Şimdi o çekirdek ve o yumurtaya ait sıfatlar, haller var. İçinde incecik maddeler var. Hem ondan hasıl olan ağaç ve kuşun da, o çekirdek ve yumurtanın âdi küçük keyfiyet ve vaziyetlerine nisbeten, büyük âlî sıfatları ve keyfiyetleri var.Şimdi o çekirdek ve o yumurtanın evsafını, ağaç ve kuşun evsafıyla rabtedip bahsetmekte lazım gelir ki; her vakit akl-ı beşer, başını çekirdekten ağaca kaldırıp baksın ve yumurtadan kuşa gözünü tevcih edip dikkat etsin. Ta işittiği evsafı onun aklı kabul edebilsin. Yoksa “Bir dirhem çekirdekten bin batman hurma aldım.” ve “Şu yumurta, cevv-i asumanda kuşların sultanıdır.” dese, tekzip ve inkâra sapacak.
İşte bunun gibi Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın beşeriyeti; o çekirdeğe, o yumurtaya benzer. Ve vazife-i risaletle parlayan mahiyeti ise, Şecere-i Tuba gibi ve Cennet’in Tayr-ı Hümâyûnu gibidir. Hem daima tekemmüldedir. Onun için çarşı içinde bir bedevi ile niza eden o zatı düşündüğü vakit; Refref’e binip, Cebrâil’i arkada bırakıp, Kâb-ı Kavseyn’e koşup giden Zat-ı Nuranisine, hayal gözünü kaldırıp bakmak lazım gelir. Yoksa ya hürmetsizlik edecek veya nefs-i emmaresi inanmayacak. (5)
devamı: Allah Resulü’nün (s.a.v.) Beşeriyetine Dengeli Bakış
***
(1) İmam Nevevi, Sahih-i Müslim Şerhi, Polen Yayıncılık, c: 10, s: 158.
(2) Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, Düşün Yayıncılık, s: 291.
(3) http://www.sorularlarisale.com/kulliyat/129/ikinci_mebhas.html
(4) http://www.yazarumitsimsek.com/peygamberimizin-beseriyeti-ve-manevi-sahsiyeti/
(5) http://www.risale-inur.org/yenisite/moduller/risale/index.php?tid=81