Allah Resulü Savaşmaya Mecbur Bırakılmadıkça Savaşmamıştır

images-7 Allah Resulü Savaşmaya Mecbur Bırakılmadıkça Savaşmamıştır
Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet;

Gayri Müslimlerle İlişkiler

1- Müslümanların Müslüman Olmayanlarla İlişkilerinde Şiddete Başvurulmaz, Karşılıklı Menfaatlere Dayalı Barış Uygulanır;

Kur’an’ göre, müslüman olsun veya olmasın, insanlar arasındaki ilişkilerde daima barış esastır. Barış halinde iken gayrimüslimlere olan ilişkilerimizin nasıl olması gerektiği konusunda Kur’an, Hadis ve İslam tarihinde çok geniş uygulama örnekleri ve esaslarına sahip durumdayız. Şimdi sunacağımız ayetler incelendiğinde, İslam’ın ancak insanlar arasında, adil olan bir barışı sağlamak için geldiğinde hiç şüphe kalmayacaktır.

“Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir de dişiden yarattık. Sonra sizi, birbirinizle tanışmanız için kabileler ve milletlere ayırdık” [1]

“Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.”[2]

“Ey iman edenler! hep birden barışa girin. Sakın şeytanın peşinden gitmeyin. Çünkü o, apaçık düşmanınızdır.” [3] “Eğer (Düşmanlarınız) barışa meylederlerse sen de ona yanaş ve Allah’a güvenip dayan Çünkü O, işitendir, bilendir.” [4]

“O halde sizinle savaşmayı bırakıp bir tarafa çekilirler de sizinle savaşmazlar ve size barış önerirlerse, artık Allah onlara karşı (savaşmanız için) size bir yol bırakmamıştır.” [5]
Bilindiği gibi Peygamberimiz Medine’ye hicret edince yaptığı ilk iş; oradaki Ensar, Muhacir, Müşrik ve Yahudi gibi farklı toplumlar arasında karşılıklı hak ve vazifeleri bildiren bir barış ittifakı kurmak olmuştur. Bu ittifak, “Medine Anayasası” olarak da bilinir. Hz. Muhammed hicretten sonraki seneler içinde, müslümanların güç ve hakimiyetleri gelişip, karşı konulamaz büyük bir güce ulaştıkları halde, birçok Hristiyan ve müşrik kabilelerle barış antlaşmaları yapmış, yine mecbur kalmadıkça savaşmamıştır. Yine Hudeybiye antlaşmasından sonra, iki sene de olsa müslümanlara her çeşit işkenceleri uygulayan Mekkeli müşriklerle de barış halinde yaşadılar. Ayrıca Hulefa-i Raşidin, Emeviler, Abbasiler, Selçuklular ve en nihayet Osmanlılar zamanında Anadolu ve Rumeli’de Kitap Ehli gayrimüslimlerle çok uzun sürelerde barış halinde iken en güzel komşuluk örneklerini görmekteyiz.

İki senelik Hudeybiye barışı esnasında inen vahiyler içinde bize bu konuda ışık tutacak ayetler görüyoruz: “Allah sizi, din uğrunda sizinle savaşmayan/ara ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilikle muamele etmenizi ve adaletle davranmanızı menetmez. Şüphesiz ki Allah, adaletle davranıp insaf ölçülerine bağlı kalanları sever.[6] Rivayete göre bu ayet Hz. Ebu Bekir’in kızı Esma’nın henüz müşrik olan annesi tarafından ziyaret edilmek istenmesi üzerine inmiştir. Esma getirilen hediyeleri kabul etmediği gibi O’nu eve almak da istememiştir. Durum Peygambere intikal edince bu ayet iner ve barış halinde iken müşriklerle iyi ilişkiler kurulabileceği hükmü böylece konmuş olur. Buna göre, dinlerinden vazgeçirmek veya yurtlarından çıkarmak için müslümanlarla savaşmayan, bu konuda başkasına yardımda bulunmayan gayrimüslimlerle iyilik ve adalete dayanan ilişkiler kurulabileceği açıkça anlaşılmış ve uygulanmaya konmuştur. [7] Durum böyle olunca; farklı dinlere mensup olanlarla ilişkiler “uzak komşu” [8] anlayışı ile sürdürülmelidir. Buna göre onların can, mal, din, namus ve nesil güvenlikleri ihlal edilemez. Buna göre Ehi-i Kitâb ile alış-veriş yapılır, kestikleri hayvanlardan yemek müslümanlara helaldir, [9] fakirlerine yardım eli uzatılır, hastaları ziyaret edilir. Bilindiği gibi Peygamberimiz s.a.v. Yahudi komşularının hastalarını ziyaret etmiş, onlarla borç alış-verişinde bulunmuştur…

Konuyla ilgili başka bir ayette de müslümanlar farklı inançlarla alay etmemek ve tanrılarına hakarette bulunmamak, diğer bir ayette ise haklı sebepleri bile olsa bir topluma karşı duyulan kin ve nefretler onlara karşı adaletsizliğe sevk etmemesi konusunda uyarılmıştır:

“Ey İman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adil davranmamaya sevk etmesin..” [10].

“Allah’tan başkasını ilah edinip (onlara) tapanlara sövmeyin, sonra onlar da bilgisizce sınırı aşıp Allah’a söverler. Her ümmete böylece amelleri süslenmiştir.” [11] Ayetlerden açıkça anlaşıldığına göre bir müslüman hiç bir zaman Kitap Ehlini dini, mezhebi ve farklı inancından dolayı küçümseyemez, onlarla alay edemez, önceden kendilerine karşı işledikleri suçlardan dolayı zulümde bulunamaz. Asgari müştereklerde onlarla birleşip güzel bir şekilde komşuluk ilişkilerini sürdürür.Çünkü bütün semavi dinlerin kaynağı aynıdır ve bu sebeple temel değerlerlerde de bir benzerlik ve asgari müşterekler vardır. Bu sebeple müşterek değerleri bir tarafa bırakıp, birtakım ihtiras ve hasetlerden dolayı dinlere sonradan katıştırılan detaylar [12] için düşmanlığa gerek yoktur.Dolayısıyla bu müşterek değerler etrafında birleşip fikrî tartışmalar yaparak anlaşmak varken kavga ve gürültüye hiç de gerek yoktur:

“Dini ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin” diye Nuh’a tavsiye ettiğini, sana vahy’ettiğimizi, İbrahim’e Musa’ya ve İsa’ya tavsiye ettiğimizi Allah size de din kıldı… De ki: Ben Allah’ın indirdiği bütün kitaplara inandım ve aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz de sizedir. Artık aramızda sürtüşme, tartışma ve iddialaşmaya gerek yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar, dönüş de O’nadır.” [13]

Bilindiği gibi Mekkeli müşriklerle yapılan savaşlarda saldırıyı ilk defa başlatanlar müslümanlar değildir. Müslümanlar bu savaşları, Müşriklerden gelen saldırılara karşı başta can güvenliği olmak üzere, temel hak ve hürriyetlerini korumak için yapmışlardır. Temel hak ve hürriyetlere saldırının olmadığı toplumlarda gayrimüslimlerle ilişkilerin karşılıklı menfaatlere dayalı iyilik ve barış olduğu ayetlerde açıklanmaktadır:

“Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara adil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adaletli olanları sever. Allah, yalnız sizinle din(inizi terk etme) uğrunda savaşanları, sizi yurdunuzdan çıkaranları ve çıkarılmanız için onlara yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlara dost olursa işte zalimler onlardır.” [14] Ayetten açıkça anlaşıldığı gibi müslümanların inanç özgürlüğü ve kendi ülkelerinde yaşama hakları ihlal edilmediğinde barış ve dostluk tavsiye edilmektedir.

Kur’an, bütün insanları, farklı inançları ve ırklarına bakmaksızın, insan olarak saygıya layık görür ve Yüce Allah’ın insanoğluna verdiği vazgeçilmez ve başkasına devredilemez haklarını kabul eder.

“And olsun ki biz Ademoğullarını şerefli kıldık, onlara karada ve denizde (kendilerini) taşıyacak vasıtalar ve güzel güzel rızıklar verdik, Onları yarattıklarımızın pek çoğundan üstün kıldık” [15] Yine Kur’an, insanoğullarını fıtratları gereği sahip oldukları vazgeçilemeyen ve başkasına devredilemeyen hak ve vazifelerinde eşit kılmış, bu konuda şöyle buyurmuştur.

“Ey insanlar, doğrusu biz, sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık, birbirinizle kolayca tanışasınız diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Şüphesiz Allah katında en şerefliniz, takva bakımından en üstününüzdür.”[16]

Bu ve bu konudaki diğer ayetlerden anlıyoruz ki Kur’an, din, ırk ve rengi ne olursa olsun, insan haklarına hürmet etmeyi emretmiştir.İnsan haklarına saygı da ancak barış ortamında sağlanabilir. Bu sebeple beşerî münasebetlerde barış her şeyin başında gelir.[17]

İnceleyin:  Nefsin İlk Fıtrat Üzre Bulunması

2- Kâfirler, Müşrikler ve Ehl-i Kitapla Dostluğu Yasaklar gibi Görülen Ayetlerin Kapsamı ve Amacı:

Kur’an’ın bazı ayetlerinde kafirlerle dostluğun yasaklandığı ifade edilmektedir:

“Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyan’ları dost edinmeyin. Zira onlar birbirlerinin dostudurlar. İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez… Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine Kitap verilenlerden dininizi alay ve oyun konusu edinenleri ve kafirleri dost edinmeyin, Allah’tan korkun; eğer müminler iseniz.” [18]

Ayetlerde geçen “veli/evliya” kelimesi ve türevleri dost manasına geldiği gibi, ittifak kurmak, müttefik olmak manalarına da gelmektedir. [19] İlk bakışta bu durum İslam’ın toplumlar arası ilişkilerde barışı esas aldığı tezimizin tutarsızlığını ortaya koyar gibi görünmektedir. Fakat bu ayetlerin iniş sebebi, bilhassa o zamanki siyasi durumla ilgili tarihî şartları incelediğimizde ayetlerin genel değil, özel durumlar için hüküm ifade ettiği anlaşılır:

Bilindiği gibi Peygamberimiz Medine’ye geldiğinde Ensar, Muhacir, müşrik ve bütün Yahudi kabilelerini içine alan vatandaşlık antlaşması yapmıştı. Buna göre ümmeti oluşturan her toplumun hakları ve sorumlulukları vardı. Bu meyanda Medine’ye dışarıdan gelebilecek saldırılara hep beraber karşı koyup şehri savunacaklardı. Müslümanların Bedir savaşındaki başarılarına kıskanan Yahudiler Mekke müşriklerini kışkırtarak müslümanlara savaş açtırmışlar, hatta onları bu savaşlarda açıkça destekleyerek, Medine’yi koruma matuf bu antlaşmaya ihanet etmişlerdir. Böylece Yahudi kabileleri, birbiri ardınca vatandaşlık antlaşmasını bozup Mekkeli müşriklerle beraber Peygambere karşı savaş durumuna geçtiler. Müslümanların, bilhassa eskiden beri Yahudilerle dostlukları/ittifakları olan Evs ve Hazreçten meydana gelen Ensarın, bu yeni durum karşısındaki tavırlarını açıklayıp kimden yana olduklarını bildirmeleri gerekiyordu:

Rivayetlere göre Ensar’dan Ubâde b. Sâmit (r.a.) bu maksatla Peygamberimize gelip şöyle der:

“Ya Resulullah! Benim bu yahudilerden pek çok dostum/müttefikim var, fakat ben bunların dostluklarından (vazgeçip) Allah’a ve Resulüne sığınıyor, Allah ve Resulü ile ittifak kuruyorum” der. Abdullah b. Übeyy ise: “Ben öyle bir adamım ki (Yahudiler galip geldikleri takdirde başımıza gelebilecek) felaketlerden korkarım, dostlarımdan vazgeçmem.” Diyerek kaypak bir tavır içine girer. Buna göre münafıklar müslümanlardan yana görünmekle beraber, yenilgiye uğradıkları taktirde düşmanlardan bir zarar görmemek için onlarla olan eski dostluk ve ittifaklarını da sürdürmek istiyorlardı. Ayetler Bu olaylar üzerine inmiştir. Münafıkların bu ihanet ve bozguncu tutumlarını gözler önüne seren başka bir ayet de şöyledir: “Münafıklara, kendileri için acı dolu bir azap olduğunu müjdele. Müminleri bırakıp da kafirleri dost edinenler, onların yanında izzet (güç ve şeref) mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet yalnızca Allah’a aittir.” [20]

Şu halde Ehli Kitapla dostluğu yasaklayan bu ayetlerin hükmü, sadece müslümanlarla savaş durumuna geçen toplumlar için geçerlidir. Zaten bu ayetin, devamında “dininizi alay ve oyun konusu edinen Kitap ehli” kaydı da ayetin genel olmadığını açıklamaktadır. [21] Muhacirlerden Hatip b. Beltea’nın, bazı zaafları yüzünden Mekke’nin Fethi ile ilgili hazırlıkları Kureyş’e bildirmeye teşebbüsünden bahseden Mümtehine Suresinin ilk ayeti de böyledir. Nitekim aynı surenin devamında hangi toplumlarla iyi ilişkiler kurulabileceği ve hangilerle iyi ilişkilerin yasaklandığı açıkça ifade edilmektedir. Bunun yanında Peygamber (s.a.v.)’in de, Mekke’li müşriklerle ve Necrân Hristiyanları ile yaptığı barışlar da, dostluğu yasaklayan ayetlerin mutlak olmadığını gösterir. Şu halde diğer toplumlarla dostluğu yasaklayan ayetler bu tür özel ve geçici durumlar için söz konusudur genel değildir. Fakat devletin güvenliği gibi, gizli ve önemli işlerde onları istihdam etmenin doğru olmadığı da ayrı bir gerçektir. “Hz. Ömer (r.a.)’a Hristiyan bir genci kâtip olarak tavsiye ettiklerinde, “müslümanlarda başkasını gizli ve önemli işlerde sıkı fıkı dost mu edineyim? Diyerek reddetmiştir, [22] Ancak ilimde, fende ve sanatta herkesten istifade edilebilir. Bağdat ve diğer şehirlerde kurulan felsefi ve teknik okullarda gayri müslim öğretmen ve bilginler istihdam edilmiştir. [23]

Reşid Rıza’nın ifade ettiğine göre, Zemahşeri ve Beydavî’nin, selefin nüzul ortamı ile ilgili bu sahih rivayetlerini incelemeden, ayetlerin hükmünün genel olduğunu ifade etmeleri ve onlardan sonraki müfessirlerin de buna uymaları, İslam âleminde yanlış anlama ve uygulamalara sebep olmuştur. [24]

Ancak şu da ayrı bir gerçektir Kur’ân, Ehl-i Kitâb veya diğer toplumlarla ilişkilerde daima dikkatli olmamızı, çünkü içlerinde müslümanlara karşı iyi niyet beslemeyen, ön yargılı, verdikleri söz ve antlaşmalarına uymayan kimselerin bulunduğunu ikaz etmektedir:

“Kitap Ehlinden öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet bıraksan, onu sana noksansız iade eder. Fakat onlardan öylesi de var ki, ona bir dinar emanet bıraksan, tepesine dikilip durmadıkça onu sana iade etmez. Bunun sebebi de onların, “ümmilere karşı yapılarımızdan dolayı bize vebal yoktur.” demeleridir. Allah adına bile bile yalan söylüyorlar.” [25]

3- Gayri Müslimleri Dine Davette İlim, Hikmet, Öğüt ve Fikri Tartışma Esastır; Baskı, Kaba Kuvvet ve Şiddet Uygulanmaz.

Yine şiddetin tarifinde geçen:

“İkna etmek, inandırmak veya uzlaşmak yerine kaba kuvvet kullanmak” ifadeleri açısından Kur’an’ı incelediğimizde şu gerçekleri görürüz:

Öncelikle şu gerçeği hemen vurgulamak gerekir ki Kur’an, farklı inançlara sahip fert ve toplumların varlığını bir vakıa, bir realite olarak kabul edip onları kaba kuvvet ve şiddet kullanmadan medeni ölçüler içinde (ilim, hikmet, öğüt, fikrî tartışmalar yaparak) Hak Din’e davet eder. Yukarıda da belirtildiği gibi bütün peygamberlerin metodu budur. Buna göre Dine davet, uyan, ve irşat faaliyetlerinde daima ikna ederek inandırmaya çalışmak, edep, terbiye, nezaket sevgi ve hoşgörü esastır. [26] Karşı taraftan temel hak ve hürriyetlere yönelik saldırı olmadıkça kuvvet kullanılmaz.

İslam tarihi ve ayetlerin nüzul sebeplerini dikkate alarak, konuyu incelediğimizde Kur’ân’ın İslam’ı zorla kabul ettirmek için değil; Temel hak ve hürriyetleri korumak ve insanlarla bu dinin arasına giren engelleri kaldırmak için savaşmayı emrettiğini görürüz. Aslında dini kabul veya reddetmede her ferdin hür iradesi ve kendi beyanı esastır.

“Size ne oluyor da Allah yolunda ve “Rabbimiz! Halkı zalim olan şu ülkeden bizi çıkarıp kurtar ve kendi katından işlerimizi düzene koyacak bir sahip ve kendi tarafından bize bir yardımcı gönder” diyen (haklan çiğnenmiş) zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz.” [27]

“Dinde zorlama yoktur, zira doğru eğriden (yani Hak batıldan, hidayet dalaletten, Hayır serden, iman küfürden) tamamen ayrılıp açıkça ortaya çıkmıştır. Artık kim Hakka yönelir de Putları inkâr edip Allah’a inanırsa, gerçekten o, hiç kopmayacak olan bir kulpa tutunup yapışmıştır. Allah her şeyi işitir ve bilir.” [28]

İnceleyin:  Şecaat Hakkında

a- Bütün Peygamberler Dine Davette İlim, Hikmet, Öğüt ve Fikrî Tartışma Metodunu Kullanmıştır.

Bütün peygamberler dine davette bu metodu kullanmışlardır. Mesela Zulüm, şiddet ve zorbalığın sembolü olan Firavun’a karşı gönderilen Peygamber Hz. Musa ve Harun’un tatlı sözle tebliğ yapmaları istenmiştir:

“(Ey Musa!) Sen ve kardeşin açık belgelerimle (Firavun’a) gidin, beni anmak hususunda gevşeklik göstermeyin.

Firavun’a gidin; çünkü herhalde o azmıştır. Ona, yumuşak söz söyleyin; ola ki öğüt alır, ya da (âlemlerin Rabbına saygı duyup) korkar.” [29]

b- Hiçbir Peygamber, İçinde Bulundukları Toplumun Yönetimini Yıkıp Ele Geçirmek İstediklerine Dair En Ufak Bir Söz Söylememiş, Bu Doğrultuda Hiçbir Girişimde Bulunmamışlardır.

Bütün Peygamberler tebliğlerine, Kur’an’ın ifadesiyle “karye” denilen toplumların merkezlerinden başlamışlar, oranın ileri gelenleri ve yöneticileri ile tartışmışlardır. Fakat hiçbir peygamber, her şeye rağmen içinde bulundukları toplumun yönetimini yıkıp ele geçirmek istediklerine dair en ufak bir söz söylememiş, bu doğrultuda hiçbir girişimde bulunmamışlardır. Bunun yerine Peygamberler daima onlara; zulmün, anarşi ve şiddetin kaynağı olan çok tanrıcılığı bırakıp, insanlar arasında adalet ve eşitliğin temeli olan tek tanrıya inanmalarını istemişler ve bu konuda daima medeni ölçüler içinde fikrî tartışma yolunu seçmişledir. Fakat peygamberlere muhatap olan bu liderler saltanatlarını, haksız yollarla elde edip zulüm esası üzerine kurduklarından, halkına zulmetmekten, yani temel hak ve hürriyetleri çiğnemekten vazgeçmeye yanaşmayınca sonunda adalet ve eşitlikten yana olanlarla zalim yöneticiler arasında, kurtuluş amacı güden harpler meydana gelmiştir.

Bütün peygamberlerin, bu meyanda son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.)’in yapmak mecburiyetinde kaldıkları bütün savaşlar bu gaye iledir.Yoksa onları zorla müslüman etmek için değildir. Tebliğe muhatap olan toplumlar, yeni dini kabul etmedikleri takdirde, eğer ortada zulüm yoksa savaş yapılmaz, kendileriyle antlaşma yapılır, karşılıklı menfaatlere dayalı iyi ilişkiler kurulur. Kur’an’da bunun en güzel örneği Al-i İmrân Suresinde konu edilen Necrân Hristiyanlarıyla yapılan ve günlerce süren fikrî tartışmalardır.Sonunda Necrân’lılar İslam’ı kabul etmeden, bir antlaşma yaparak serbestçe geriye dönüp gitmişlerdir. Bundan sonra da İslam tarihi boyunca, onlardan herhangi bir tehdit gelmediğinden başta Necrân olmak üzere Güneydeki ülkelere karşı her hangi bir sefer düzenlenmemiştir. Burada çok önemli olan başka bir hususa da işaret etmek gerekir:

O da şudur, aslında Necrân’lılar kendilerinden emin bir şekilde Medine’ye gelip Hristiyanlığı müslümanlara tebliğ etmek istemişlerdir. Buna rağmen peygamberimiz onları Mescitte ağırlamış, kendi inançlarına göre ibadet etmelerine izni vermiş, onların Tevrat ve İncil’den okuyup öne sürdükleri delillerini dinleyip Kur’an ayetleriyle cevaplar vermiştir.

Ayrıca, aslında süresi on sene olduğu halde, Mekkeliler tarafından iki sene içinde bozulan Hudeybiye barışı esnasında, komşu toplumların liderlerine gönderilen İslam’a davet mektuplarında tehdit manasına gelen ifadelerin yer almaması da bunun bir delilidir… Bu tarihî olaylar Peygamberlerin esas hedeflerinin iktidarları yıkmak olmadığını ve İslam’ın diğer inançlara sahip fert ve toplumlara karşı olan hoşgörüsünün çok açık bir göstergesidir.

Son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.)’e de, daha Mekke devrinin ilk dönemlerinde riyaset veya zenginlik teklif edilmişti. Fakat O, bunları elde etmek için gelmediğini ifade ederek reddetmişti.

Şu halde Yukarıda da ifade edildiği gibi Peygamberler iktidarları yıkmak için, devleti ele geçirmek için gelmiyor. Fakat iktidarı adaletle yönetmeyen kimseler, halkın inancını kaba kuvvetle önlemek isteyip vatandaşlarına zulmetmeye devam edince, meşru müdafaa durumunda kalan peygamberler ve onlara inananlar sonunda galip geliyor ve böylece zalimler yıkılmış oluyordu. İsrailoğullarının en üst seviyeye ulaştıkları bir dönemde, hem bir peygamber ve hem de bir devlet reisi olan Hz. Süleyman’ın durumu da bununla izah edilir. Demek ki İlahî dinlerin toplumlara kazandırdığı insani değerler sayesinde, o devleti, o toplumu ve fertleri eğitip yücelterek uyumlu ve mutlu bir yönetim ortaya çıkıyor. [30]

4- Kur’an’a Göre Savaş İzni, Ancak Temel Hak Ve Hürriyetlere Yapılan Saldırıları Durdurmak İçin Verilir:

İslam’ın gayesi insanların sürekli olarak barış halinde yaşamalarını sağlamaktır. Fakat tarih boyunca hırs, haset vb sebeplerle savaşların eksik olmaması gerçeğinden hareketle, barışın sağlanması ve sürdürülmesi için de, daima savaşa hazırlıklı olmak gerekmektedir. Bu yüzden Kur’an, müminlerin savaşa hazır ve bu konuda daima uyanık ve tedbirli olmalarını istemiştir. Bunun yanında meşru müdafaa, yeryüzünde insan hakları ihlallerini durdurmak, zulmü, baskıyı kaldırmak, gerçek manada din ve vicdan özgürlüğünü sağlamak için savaşa izin vermiş ve gerektiğinde müslümanları Allah yolunda cihada çağırmıştır. Bu gayeyle müslümanlar daima savaşa hazır olmalı ve bu konuda kullanılacak araçları üretmekten geri durmamaları gerektiği hatırlatılmıştır. [31] Fakat meşru sebep bulunmadıkça da savaşa girmemeleri konusunda da ikaz edilmişlerdir. [32]

[1] Hucurat: 49/13
[2] Enbiya: 21/107
[3] Bakara: 2/208
[4] Enfal: 8/61
[5] Nisa: 4/90.
[6] Mümtehine: 60/8.
[7] İbni Kesir Tefsir, IV, 349; Elmalılı, Hak Dini, VII.4904 vd.
[8] Nisa: 4/36; “uzak komşu” için bkz. Elmalılı, Hak dînî, 11,1355.
[9] Maide: 5/5
[10] Maide: 5/8.
[11] En’am: 6/108.
[12] Şûra: 42/14; Beyine: 98/1-5.
[13] Şûra: 42/13, 15.
[14] Mümtehine: 60/8-9.
[15] İsra: 17/70
[16] Hucurat: 49/13
[17] Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 103-109.
[18] Maide: 5/51,57.
[19] Feyyûmî, Misbâhu’l-Münir, 11,150; Mu’cemu’l-vasît, İbrahim Mustafa “v I y” mad. Diğer manaları için bkz. Remzi Kaya, Kur’an’da Dostluk İlişkileri. İst. 2000. s. 28 vd.
[20] Nisa: 4/138-139. Ayrıca bkz. 4/344; Ali İmrân: 3/28,118; Tevbe: 9/23; Mücadele: 58/14,22.
[21] Bkz. İbnu Kesir, Tefsir, II, 68; R. Rıza, Tefsir, VI, 423 vd.; Elmalılı, Hak Dinilir, 1713.
[22] İbnu Kesir, age. Aynı yer.
[23] Ateş, Süleyman, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, II, 100 vd.
[24] R. Rıza, Tefsir, VI, 423 vd. Ayrıca bkz.Ateş, Süleyman, Yüce Kur’an’ın Çağdaş tefsiri, 11,33 vd.
[25] Ali İmrân: 3/75. Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 109-113.
[26] Nahl: 16/125.
[27] Nisa: 4/75.
[28] Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 114-115.
[29] Tâ Hâ: 20/44. Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 115-116.
[30] Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 116-118.
[31] Enfal: 8/60; Nisa: 4/71. Bu konuda daha geniş bilgi için bkz: Zeki Duman; Kur’ânı Kerim’de Muharebe ve Zafere Götüren etkenler, E.Ü İlahiyat Fak. Derg. I, 181-183..
[32] Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 118-119.

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir