“Allah, Mahlukatı Niçin Yarattı?” Sorusu ve Hakim Sıfatı [Kitabü’t-Tevhid’den]
Paylaş:

kainat-e1595482419142-300x200 "Allah, Mahlukatı Niçin Yarattı?" Sorusu ve Hakim Sıfatı [Kitabü't-Tevhid'den]

 

1

(İmam Matüridi)

[Matüridi’nin), kelam sisteminde hikmet tasavvurunun kurucu bir rolü vardır. Buna göre varlıkların yaratılmasında gözetilen temel ilke salt fayda-zarar, iyi-kötü, güzel-çirkin değil, hikmettir. Hikmet bir yandan Allah’ın, kulları için en uygun olanı yapmak zorunda olduğu anlayışını savunan öğretileri yumuşatırken; di­ğer yandan sorumlu tutulan insanın iradesini elinden alan cebri düşüncelere karşı bir reddiye mahiyeti taşır. Hikmet felsefesi, in­ san için en uygun olanın yapılmasının zorunluluğunu değil, her şeyin yerli yerine konulmasını ifade eder.]

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki: İnsanlar, birinin şu sorusuna verilecek cevap hakkında ihtilaf ettiler: «Allah, mahlukatı niçin yarattı?»

i. İnsanlardan bir grubu şöyle diyor: Bu soru batıl ve fasittir. Böyle bir soru sorulmaz. Çünkü Allah-u Teala Hakimdir. Her yarattığını bir hikmete binaen yaratır. Devamlı olarak Alimdir, her şeyi bilir; Gani’dir, kimseye muh­taç değildir, bütün mahlukat O’na muhtaçtır. O’nun fiilinin, hikmetinin dı­şında bulunmasına imkan ve ihtimal verilmez. Çünkü böyle olmamış olsaydı hikmetsiz olan fiilin meydana çıkması, hikmetin bilinmemesinden ileri gelir­di. Veyahut hikmetin yolu korunmuş olsaydı faydanın yok olmasından kor­ kardı. Allah-ü Teala ve Tekaddes Hazretleri Alim olup kendisine asla ve kata cehalet arız olmayınca ve müstağni olup gidermesiyle faydalandığı bir ihtiyaç kendisinde bulunmayınca onun fiilinin hikmet haricinde bulunması batıldır.

“Allah, Mahlakatı Niçin Yarattı?”

« N i ç i n ? » s o r u s u n d a h i ç b i r h i k m e t y o k t u r . B u n u n i ç i n d i r k i , A l l a h – u Te a l a ‘ y ı kendi fiilinin bir eğlenceden ibaret olduğu şeklindeki bir vehmi nefyederek şöyle buyurmuştur: «Biz, gök ile yeri ve aralarındaki şeyleri boş bir eğlence için yaratmadık. Eğer bir eğlence edinmek isteseydik, elbette onu katımızdan edinirdik. Yapacak olsaydık öyle yapardık. Hayır, biz, hakkı, batılın tepesine atarız da, o, onu parçalar. Bir de bakarsın, o anda mahvolmuştur. Allah’a isnad ettiğiniz vasıflardan ötürü size yazıklar olsun. Göklerde ve yerde olan bütün varlıklar, Allah’ındır, O’nun katındakiler (melekler), kendisine ibadet etmek­ten ne çekinirler, ne de yorulurlar. Gece-gündüz, hep Allah’ı teşbih ederler, usanmazlar. Yoksa, kafirler bir takım ilahlar edindiler de yerden ölüleri on­lar kim diriltecekler? Eğer yer ile gökte Allah’tan başka ilahlar olsaydı ikisi de muhakkak fesada uğrardı; yok olurdu. O halde Arş’ın Rabb’i olan Allah onla­rın vasfetmekte oldukları şeyden beri ve yücedir. Allah, yaptığından sorumlu olmaz; kullar ise sorumlu olurlar.» [Enbiya/21: 16-23] Elhak yazıklar olsun ol kimseye ki, Allah’ın bir şeye muhtaç olduğunu veyahut Allah’ın fiilinde bir hikmet bulunmayıp yararsız olduğunu sanmıştır.

ii. Mu’tezile mezhebinden bir zümre ise, şöyle der: Allah daha iyi olanı gör­dü ve öylece yaptı. O’nun fiilinden daha iyi olanı sorulmaz.

Allame Ebu Mansur (r.h.) der ki: Bu söz, daha iyi olanı ile hikmetin mu­rad edilmesinden hali kalmaz. Eğer hikmet murad edilmişse, bu durumda ilk şıkla aynı olur. Eğer bu sözden kendisinden başka bir mana murad edildi ise, daha iyiyi bilme hakkında ortaya atılan söz niçin söylendi, diye denilen söz gibidir. Yani ikisi de eşdeğerdedir. Bununla beraber fiil hakkında Allah’ın da­ ha iyi yapmasının şart olduğu, nereden, nasıl vacip olur, diye sorulur. Oysaki bu gibi sözden haya duymaya, insanlar içinde onlar daha layıktır. Çünkü hiç bir şey yoktur ki, daha iyi olan için şart kılınsın da onun aynısının bir şeyin fesada uğraması için şart kılınması daha mümkün olmasın.

Bu ise daha büyük bir fesada uğramadır. Bir şeyin hikmet olup sonra onun hikmetsiz ve yararsız olması caiz değildir. Çünkü daha iyi olmanın te’vili baş­ kası için daha iyi olmaktır. Bu ise onların katında fesada uğrama olur. ‘Hik­metin te’vili ise yapılanda isabettir. Bu da her şeyi kendi yerine koymak, ve her şeyi yerli yerinde yapmaktır, ki, bu adaletin manasıdır. Allah-u Teala’nın fiili bunun dışına çıkmaz. Ve sonra şöyle diyor: Gerçekten Allah-u Teala, bi­zatihi yaratıcıdır. Çünkü «Halık» ismi öğme ve büyüklük ifade eden bir isim­dir. Allah-u Teala’nın kendisinden gayri ile buna müstahak olması mümkün değildir. Çünkü bunda kendisine yararı icabettiren husus vardır. Kim ki fii­linin vasfı bu olursa o kimse muhtaçtır. Ve Allah-u Teala’nın bizatihi yaratı­cı olması sabit olunca muhakkak yaratıcı olmaması caiz olmaz. Bu soruya ce­vap vermek mümkün değildir. Tıpkı Allah, «niçin alimdir, niçin kadirdir?» sorusuna cevap vermek mümkün olmadığı gibi. Kuvvet ancak Allah’tandır.

İnceleyin:  Bilgi

iii. Bir grup insanlar ise şöyle der: Allah-u Teala, Kerim, çok cömert olunca kendisine cömertlik izafe etmekle vasfolunması lazım gelir. Bunun için mu­ hakkak bir şey yaratmak gerekir ki, bu yaratması ile yaratılana çok nimetler versin, cömertliğinin eseri onun üzerinde bol bol görünsün. Hem de O, kadir­dir, fiil meydana getirmeyen bir kudret ise yok demektir. İşte O, bunun için yaratmıştır. Tevfik Allah’tandır.

iv. Başka bir grup insan da şöyle diyor: Soru sormak mümkün değildir. Çünkü soru sormak, yaratılan için bir illetin geçmesini icabettirir. İllet ise ya yaratılmış olur ki, ondan sormak mahlukatın tümünden sormanın aynısıdır. Veyahut ta illet, yaratılmış olmaz. O zaman ezel de ilahsız kalmış olur. Hat­ ta açıklaması geçtiği gibi yaratma fiilinin bizatihi kendisi yarattığı ifade edi­lir. Tevfik edici Allah’dır.

v. Bir grup da şöyle diyor: Mahlukatın yaratılışından sormak şu manalar­ dan öteye geçmez. Ya şöyle sormamız gerekir; Allah-u Teala, başkasını yarat­madı da niçin bu alemi yarattı? Kendisi hakkında bu soruyu sormak, bunun hakkında soru sormaktan ibarettir. Allah-u Teala bulunduğu zamandan önce olması için niçin mahlukatı yaratmadı? demek de böyledir. Oysa ki yaratmak vaktinin gayrinde vuku bulmamıştır. Bilakis o, var olduğu vakitte olmasını ifade eden var olmayı haber vermekten ibarettir.

Veyahut bu alemin hakikatinden sorulur; ve suali de kendisinden olur. Güya o, sorup şöyle der: Ben niçin soruyorum? Niçin ben sormayı düşünebil­dim? Niçin ben akılsız değilim? Bunların hepsi fasit ve batıl sözlerdir. Çünkü o, kendisinden suali men ediyor. Tevfik Allah’tandır.

Bazı insanlar da alemin yaratılışının sebebi hakkında şöyle der: Allah-u Teala, alemi illetlere binaen yaratmıştır ki, alem; o illetlerden, o illetlerin için­ de ve o illetlerden sonra olan şeyde olur. Bu da bütün feylesoflardan makul olarak işitilen sözdür ki, onlar, alem maksatlara binaen yaratıldı ki, yaratan onu takip eder. Yapmış olduğu işi niçin yaptığını o işin, hikmete binaen ya­pılmadığını bilmiyerek yapmış olduğu işin akibetlerini bilmiyen her fiil böy­ledir. Sonra alemin yaratılmış olduğu mana hakkında da ihtilaf olundu. Ba­zı kimse şöyle der: Alemin hepsi, alemde imtihan olunmak için yaratılmıştır. Çünkü hikmet kendilerinde zahir olur. Ve yine böylece kendilerinde yücelik, sultanlık, yükseklik, celal zahir ölür. Kendileriyle hikmet ve hikmetsizlikten ibaret olan sefeh zahir olur. Yaratmaktan maksud olan da onların kendileri­dir. Mahlukattan başkaları kendileri için ve onların menfaati onlarla imtihan olunmaları ve Allah’ın varlığına delalet etmeleri için yaratıldılar; ve kendile­rine musahhar kılındılar, imtihan olunanlar ise, Allah’a ibadet için’4 yaratılmışlardır. Veyahut kendi menfaatleri için yaratılmışlardır ki, övünülecek ve zem olunacak hususların sonuçlarını elde etmek için çaba harcarlar. Bunların hepsi kendilerinde vaki olur. Onları yaratanın her iki vecihten de yüce ve beri olması zaruridir. Çünkü mahlukat, muhtaç olarak yaratılmıştır. Kendilerinde ihtiyaçlarını bildiren ve onun giderilmesinde yapacak oldukları şeyi öğreten husus, kendilerinde var edilmiştir. Kuvvet ancak Allah’tandır.

İnceleyin:  Risale-i Nur'da Hüsn ve Kubh

vi. Bazıları da şöyle diyor: Allah-u Teala, bütün mahlukatı illet için yarat­madı. Çünkü her şeyin ötesinde illet olacak bir şey yoktur. Bazı mahlukatı ise illet için yarattı. Bu tıpkı bütün mahlukatı bir mekanda yaratmadığı gibidir. Çünkü mekan mefhumu bütün mahlukatın hepsinde vardır. Allah-u Teala, mahlukatın bazısını da bazısının yararına yaratmıştır. İşte meydana gelmeler, sonra ceza ve mükafat ve mihnet, musibet, bunun üzerine cari olur.

vii. Bu sualin cevabında Hüseyin Neccar şöyle der: Allah-u Teala, mahlukatı sebeblere binaen yaratmıştır ki, o sebebler, alamet ve delil olmakta, sonra ibret ve öğüt, sonra nimet ve rahmet, sonra besin ve kuvvet ve hacetlerin giderilme­ sinde rol oynayan varlıklar halinde çoğalmıştır. Sonra mahlukattan bazısını, biri için nimet ve rahmet olarak yarattığı halde diğeri için de bela ve musibet olarak yaratmıştır. Sonra devamla şöyle dedi: Eğer Allah-u Teala, mahlukatı başlangıçta maslahatlar ve yararlar için yaratıp da başka bir şey için yaratma­mış olsaydı bir şeyin takdim edilmesi ve aynı şeyin ertelenmesi caiz olmazdı. Ve yine bir şeyin mükellef olarak yaratılandan önce yaratılmazdı. Bir emrin bir halden diğer bir hale dönüşmediği gibi fazlalık ve noksanlık da kendisin­ de bulunmazdı. Allah-u Teala, mahlukattan zihinlerin ve fikirlerin onları an­lamak bakımından kendilerini kuşatmıyan ve mahlı1kahn yardımından giz­lenen şeyi yaratınca, yaratma işinin bu adı geçen hususlar gibi olmadığı sabit olur.- Fakat Allah-u Teala, mahlukatı hikmetine binaen yaratmış ve her şeyi yerli yerine koymuş, bütün işleri fayda ve zarar, zarar ve fayda yönlerine sarf ederek yaratmıştır. Kuvvet ancak Allah’tandır.

Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki: Bu bölümün hülasası şudur ki, onların sözüne göre yaratma için fiilen gayri olmayınca onun inlinden hiç bir şey üs­ tün görülmüş olmaz. Çünkü o, her fiili ile zulüm sıfatını baki bırakmıştır. Ya­pacak olduğu şey için de kendisi muhtar olmazdı. Zira eğer kendisinde bunun gayri bulunmuş olsaydı müfsit olurdu. Başkasında düzeltme ve doğrultmayı yerine getirmekten aciz kalırdı. Bu ise, zem sıfatının son noktasından ibaret­ tir. Tevfik Allah’tandır.

Eğer onun fiilinden gayrisini yapması caiz olmamış olsaydı; kendi fiili ile kendisi yararlanmış olurdu. Ve böylece o fiili ile övülmesi ve onun üzerine se­na olunması için o fiile muhtaç olurdu. Çünkü hamd-ü senaya, ancak başkası ile müstahak olan kimse, kendisine senanın vuku bulması ve onunla yararlan­masına muhtaç olurdu. Zira onların söyledikleri sözlerden bazısı da şöyledir: Gerçekten onun fiili, kendisinin dışındadır. Ve onu o terkedemez. Onun fiili, kendi fiilinin gayri de değildir. Çünkü başkası onun derecesini siler ve alçaltır.

Öyle ise işlediği şey ile yararlı olanın meydana geldiği anlaşılır ki, o da on­ ların nezdinde kendisinin gayridir. Bu ise akıllıların örfünde muhtaçlığın bir sıfatıdır. Kuvvet ancak Allah’tandır.

Derleyen:Recep Alpyağıl – Din Felsefesi Açısından Maturidi Gelen Ek-i,syf:694-697

Ebu Mansur Matüridi, Kitabü ‘t-Tevhid, tahkik. Fethullah Huleyf, tetkik. Fikri Yavuz; çev. Hüseyin Sudi Erdoğan (İstanbul: Hicret Yayınları, 1981), s. 197-201.