Allah Kullarına Lutufkârdır
Allah kullarına lutufkârdır, dilediğini rızıklandırır. O kuvvetlidir, güçlüdür.(Şu’ra 19.)
“Allah kullarına” son derece “lutufkârdır,” onlara akıl ve havsalalarının ulaşamayacağı nisbette lutuf ve ihsanlarda bulunur, “dilediğini rızıklandırır.” Lutuf ve ihsanı bütün kullarına şamil olup yine de bazı kullarına bir takım özel lutuflarda bulunur. “O kuvvetlidir,” ezici güç sahibi olup her şeye üstün gelendir. “Güçlüdür” hiç yenilgiye uğramayan ulu ve yücedir.
Allah Teâlâ zâtı itibariyle iyi olup, kullarına son derece iyilik edendir. Her çeşit lutuf ve ihsanını onlara akıl, hayal ve havsalalarının ulaşıp idrak edemeyeceği şekilde akıtır.
Bu derin mânâ “latîf” kelimesinden alınmadır. Bu kelime mübâlağa kalıplarından olup nekre oluşu da ayrıca mânâyı zenginleştirmektedir. “Akıl ve havsalanın ulaşmayacağı lutuf ve ihsanlar” mânâsı ise bizzat “latîf” kelimesinin ihtiva ettiği lutuftan elde edilmiştir. Zîrâ “lutuf” derin ve derûnî bir tarzda iyilik ve faydayı ulaştırmaktır.
“Dilediğini rızıklandırır.” Rızıklandırmayı dilediğini dilediği gibi rızıklandırır.Bunun tabiî bir sonucu olarak lutuf, ihsan ve nimetlerle bezemenin yanısıra, onun yüce hikmetine mebni olarak irâdesinin gereği üzere ayrıca kullardan her birine ayrı bir çeşit lutuf ve ihsanda da bulunmaktadır. Bu ihsanların cinslerinin genel, çeşitlerinin özel oluşu arasında her hangi bir çelişki de yoktur.
Yani Allah’ın dilemesiyle tahsis edilen şey, iyilik çeşidi ve sınıfıdır. Bu durum, iyilik cinsinin bütün kulları kapsar mâhiyette oluşuna engel değildir. “İbâd” kelimesinin Allah’a râci olan zamire muzaf oluşu da bunu ifâde etmektedir. Bu lutuf ve ihsanların bir yönüyle umûmî, diğer bir yönüyle husûsî oluşu arasında bir çelişki yoktur. Allah Teâlâ bütün kullarına iylik etmektedir. Ancak bu, her çeşit ve her sınıf iyiliğin bütün kullara eşit seviyede ulaşacağı anlamına da gelmez.
Zîrâ iyiliklerin kullara ulaşması muhtelif seviyelerde ve değişik değişiktir. Bunda büyük ilâhi hikmetler vardır. Şâyet bütün kullara bütün nimetler aynı şekilde ulaşmış olsa, bu sefer üstün olanla düşük olan arasında bir fark kalmayacaktır. Bilakis Allah’ın iyilik ve lutfu kullara belli hikmetlere bağlı olarak farklı şekillerde dağıtılmaktadır. Bu da kullardan birine bir çeşit, diğerine başka bir çeşit nimet tahsis edilmekle gerçekleşmektedir. Bu sûretle kullardan her biri diğerine onda olan nimetten ötürü müracaat etmekte, bu şekilde durumları bir düzen içine girip maişet sebepleri de tamam olmakta, dünyaları düzelip mamur bir hayat oluşmaktadır. Bunun sonucu olarak da âhiret mutluluğunu kazanmak için zaman bulmaktadırlar. Bazıları bu bölüme “Allah dilediğini hesapsız rızıklandırır” şeklinde bir mânâ vermişlerdir. Çünkü Kur’an âyetleri birbirini tefsir etmektedir.
“O kuvvetlidir.” Kudreti zâhir olup her şeye hükümran olandır. Bu durum Allah’ın tüm kullarına olan lutuf ve ihsanına uygundur. Kuvvet aslında bünyenin sert, dayanıklı ve mukavemetli olması demektir. Allah hakkında böyle cismânîlikler muhal olduğundan bu durum Allah’ın kudretine hamledilmiştir. Çünkü kudret de kuvvetin bir sonucudur.
“Güçlüdür.” Hiç yenilgiye düşmeyen ulu ve yüce varlıktır. Bu durum, Allah’ın dilediklerine dilediği şeyleri tahsis etmesine uygun düşmektedir. Bazı büyükler şöyle demiştir: Allah’ın kullarına olan lutuf ve ihsanı, insanları vasıtasız olarak feyz-i ilahîyi kabûle müsaid olarak ahsen-i takvim ve selim fıtrat üzere yaratması ve onlara vuslat için cezbe lutfunda bulunmasıdır. Yine Yüce Allah, kullarına lutuf ve ihsanda bulunarak onları şeytana, nefsânî arzulara ve dünyaya değil de kendine kul yapmıştır.Allah Teâlâ, “O kullarına latiftir” buyruğuyla;
Âbidlere: “–Allah sizin riya ve tekellüflü olan ahvalinizin kapalı taraflarını ve iç yüzünü bilir. Artık sahip olduğunuz haller ve amellerle gururlanmayın” diye, nida etmektedir.
Asilere: “–Allah’ın rahmet ve ihsanından ümidsiz olmayın” diye söylemektedir.
Fakirlere: “Allah size de lutuf ve ihsanda bulunacak, sizi açlıktan öldürmeyecektir.
Allah kâfirlere bile lutuf ve ihsanda bulunuyor ki müminlere neden ihsanda bulunmasın” diye hitap etmektedir.
Şâir der ki:
Yeryüzü bütün genişliği ile onun sofrasıdır.
Bu hân-ı yağmadan dost da alır, düşman da.
Yine Cenâb-ı Hak zenginlere de:
“Biliniz ki Allah sizin mal toplamanızı da ve topladığınız tüm mallardaki muamelelerinizi de bilir” diye hitap etmektedir.
Allah’ın kullarına olan lutuflarından biri, onları lutuf sıfatına mazhar kılması ve latif olduğunu onlara bildirmesidir. Allah’ın lutuf ve keremi olmasaydı kullar Allah’ı bilemez ve tanıyamazlardı. Yine Allah lutuf ve keremiyle onların esrarını irfan nurlarıyla süslemiş, onlara ayan beyan keşif ve kerametler ihsan etmiştir.Fusûl’da gelmiştir ki; “latîf”in birkaç anlamı vardır. Birincisi şefkattir. İmam Kuşeyrî buyurmuştur ki: Lutuf yetecek kadar olandan fazlasını vermesi,yapabileceğinden daha azını emretmesi/istemesidir. İkincisi dengeli ve ölçülü olmaktır.
Üçüncüsü ise kişinin onun kaza ve kaderine ulaşmasını engellemek, ‘ne?’ ve‘nasıl?’ın onun dergâhına girmesini engellemek için örtücü/gizleyici olmaktır.
Şâirin ifâdesiyle:
Bir kimse “nasıl” ve “niçin”den söz edemez,
Ki yaratılış hâdiseleri “nasıl” ve “niçin”in ötesindedir.
“Niçin” deme, “niçin” kadere yenilmiştir.
“Nasıl”dan da söz açma, “nasıl” da kaza okuyla yok olmuştur.
Muvazzah’ta şöyle gelmiştir: Latîf; kapalı ve anlaşılması zor işleri ilimle bilen,âşikâr günahlardan hilimle kaçınandır.Keşfü’l-esrâr’da denilir ki: Latîf; nimeti kendisine verir gibi vermek, şükrü ise köleden istediği kadar istemektir.
Bazıları şöyle demiştir: Allah Teâlâ öyle latif bir zâttır ki kulların kafaları karışmasın diye âhirette onlara günahlarını unutturur. Ebu Seyid el-Harraz (k.s.) şöyle demiştir.Allah kullarına çok latiftir lutufkardır. Zâhir ve bâtında mevcuddur. Bütün eşya onunla kaimdir. Ancak onun zikri kalbe bazen düşer bazen kaybolur ki kul bu sayede her an ona muhtaç olduğunun farkında olsun.
Cafer Sadık (r.a.) şöyle demiştir. Allah’ın kullarına lutufkâr oluşu onları helâlinden rızıklandırıp duruma göre bu rızkı taksim etmesidir. Yani Allah Teâlâ seni helâl ve temiz şeylerle peyderpey rızıklandırmış, bunu bir kerede takdim ederek: “Al ne hâlin varsa gör!” dememiştir.
Ali b. Mûsâ şöyle der: Allah’ın kullarına lutufkâr oluşu kulların amellerine kat kat ecir vermesidir.
Cüneyd (k.s.) der ki: Allah kendi dostlarına lutufta bulundu da onlar Allah’ı bildiler.Şâyet düşmanlarına da aynı lutufta bulunsaydı onu inkâr etmezlerdi. Allah’ın kullarına lutufkâr oluşu, kulların iyilik ve güzelliklerini yayıp günah, ayıp ve kötülüklerini örtmesi olarak da yorumlanmıştır.
Bazıları şöyle dediler: O lutuf sahibidir, senden belli ve sınırlı ibâdetler ister fakat sana ebedî mükâfatlar verir. Allah hem lutufkâr hem de kahredicidir. Onun lutfu ile Kâbe ve mescidler inşâ ederler, onun kahrı yüzünden kilise ve puthâneler yaparlar.
Bazıları onun tevfîki sebebiyle lutuf yolunda ilerler, bazılarıysa yardımını kesmesi muktezasınca kahır yolunda yürürler.
Yıllardır ezan okuyan bir müezzin vardı. Bir gün minâreye çıktı, gözü Hıristiyan bir kadına ilişti ve ona âşık oldu. Minâreden inerek evinin kapısına gitti ve durumunu ona anlattı. Kadın ona: “Eğer iddiân doğruysa ve eğer gerçekten âşıksan beline zünnâr bağlaman gerekir” dedi. O bedbaht, bu kadının ihtirasıyla Hıristiyan zünnârını bağladı,şarap içti. O kadın için kendinden geçti, fakat kadın kaçtı ve o evin kapısında kaldı. O bedbaht evin damına çıktı ve hîle yaparak evin içine atladı. Ezelî yardımdan mahrum bir şekilde damdan düşüp Hıristiyan olarak helâk oldu. Yıllarca müezzin olarak İslam’ın şartlarını yerine getirirken, sonuçta Hıristiyan olarak helâk oldu ve maksadına erişemedi.
Hafız şöyle demiştir:
İf etlinin de ayyaşın da hükmü gizlidir/mühürlüdür,
Kimse sonunun ne olacağını bilmez.
İmam Gazali şöyle der: Latif; kulların maslahatlarına olan şeylerin incelik ve gizliliklerini, onların gizem ve sırlarını bilen sonra bu güzellikleri zorbalıkla değil de gâyet nazik, yumuşak ve müşfik bir yolla kullara ulaştırandır. İş ve muâmelede yumuşaklık, ilim ve idrakte letâfet bir araya gelince işte latifin mânâsı orada tecellî eder. Bu durum ilim ve fiilde kâmil mânâda yalnız Allah Teâlâ için tasavvur edilebilir.Allah’ın kullarına lutufkâr oluşunun gereğidir ki Allah cenini anne karnında/rahimde üç karanlık; ışık, ısı ve su geçirmez zarla sarılı bulunan üç doku içinde yaratıyor sonra onu orada koruyup ağızdan gıdâ alma safhasına kadar göbek bağıyla orada gıdâlandırıyor.
Dünyaya geldiği andan itibaren ona annesinin memesini ağzına almasını ve emmeyi ilham ediyor. Dışarıdan hiçbir eğitim ve müşâhede olmaksızın gece karanlığında bile yavru, annesinin memesini bulup emiyor. Hatta kuluçkaya bırakılan yumurta kırılıp civciv çıktığı anda Allah Teâlâ behemehal o civcive dane toplamayı ilham etmektedir.
Sonra ilk yaratılıştan itibaren süt dönemi devam ettiği sürece Allah diş bitirme işini ertelemektedir. Çünkü bu dönemde dişe ihtiyaç yoktur.Daha sonra artık aldığı gıdâları öğütmeye hâcet duyulduğu anda diş bitirilmektedir.
Sonra Allah bu dişleri öğütücü yan dişler, kırıcı azı dişleri ve kesici ön dişler olarak taksim etmiştir. Yine Allah evvelemirde kendisinin nutuk ve konuşma işini gördüğü ve belirgin görevinin bu olduğu bilinen dile kürek gibi bir görev yükleyerek yemeği öğütme mecrasına götürmektedir. Sonuçta insan da diğer varlıklar gibi ilk durumda cansızlar zümresindendir.
Allah’ın insan üzerinde olan ilk lutuf ve ihsanı, onu cansızlar âleminden bitkiler âlemine intikal ettirmesidir. Sonra insanın şânını daha da yücelterek bitkiler âleminden hayvanlar (canlılar) âlemine intikal ettirdi. Nihâyet insanı hassas ve irâdesiyle hareket eden bir canlı yaptı. Sonra insanlar âlemine naklederek onu nâtık ve müdrik yani konuşan ve düşünen canlı yaptı. Bu son durum, geride bahsedilenden çok farklı ve pek yüce bir nimettir.
Allah’ın kullarına olan bir başka lutuf ve ihsanı da şudur: Yüce Allah az bir ömürde kısa bir zamanda az bir çalışmayla kulların ebedî mutluluğa ulaşmalarını kolay yapmıştır. Allah’ın bir başka lutfu da şudur: Allah Teâlâ hayvanların karnından fışkı ile kan arasından kullara saf süt çıkarır. Sert kayalardan nefis cevherler çıkarır. Arıdan bal çıkarır. İpek böceğinden kozadan ibrişim ipek çıkarır. Sedeften inci çıkarır. Ve daha böyle nice nimetler lutuf ve ihsanlar hep Allah’ın kullarına ikramıdır.
Allah’ın kullarına latif ve lutufkâr olmasından ve o latif sıfatından kulun hissesi ise kulun da Allah’ın diğer kullarına yumuşak ve merhametli davranmasıdır. Bu nimetin gereği olarak kulları Allah’a nazikçe dâvet etmeli; insanları zorlamadan, taassup ve husûmet olmaksızın onları âhiret mutluluğuna sevk etmeye çalışmalıdır. Bu konuda yumuşaklık ve nezâket yollarının en güzeli, dâvet eden kişinin sâlih amellerle, tertemiz bir hayat tarzıyla ve güzel ahlâkla insanları hakkı kabule çekmesidir. Zîrâ böyle kendi şahsında İslâmı yaşayarak dâvet etmek, kuru ve yaldızlı sözlerden daha etkili ve daha nâziktir.
Bunun için Peygamberimiz (s.a.) “Siz, benim kıldığımı gördüğünüz gibi namaz kılınız”[Buhari] buyurmuş, “ben size söylediğim gibi namaz kılınız” buyurmamıştır. Çünkü bir husûsu yaşayarak tatbik etmek buna uyanların gönüllerinde daha bir kabul ve tercih sebebidir.
Mesnevi’de denilir ki:
Örnek olunarak verilen öğüt insanlara daha cazip gelir,
Çünkü bu öğüt duyan duymayan herkese erişir.
Sonra rızıklar sûri (maddî) ve manevî olmak üzere iki kısımdır. Maddi olan herkesçe bilinen zâhirî nimetlerdir. Mânevî olan ise ruhların gıdâsı olan tevhid ve maârif-i ilâhiyedir. Tabiatın gıdâsı yemek-içmek, nefsin gıdâsı boş ve lüzumsuz şeyler konuşmak,kalbin gıdâsı tefekkür, ruhun gıdâsı ise fiilleri, sıfatları, zâtı, sonsuz ve sınırsız ilâhî mârifetler olan tevhid ilmidir. İnsan bedeninde Allah’ın nazargâhı kalptir. Şâyet kalp tevhid, zikir, îman ve irfan nûru ile düzgün ve sâlih olursa artık bütün haller iyi ve düzgün olur. Tabiî ki iyilik, lutuf, ihsan, nimet ve ikramlar hep Allah’tandır.
İsmail Hakkı Bursevi – Ruhul Beyan Tefsiri,cild.18,syf.168,173