Allah Dostları
Derler ki davranışları itibarıyla Allah dostları dört çeşittir: Biri var, âlem de bilir kendi de bilir ki Allah dostudur; biri var, âlem bilir kendi bilmez; biri var, kendi bilir kimse bilmez; biri var, kendi de bilmez kimse de bilmez.
Hikâye odur ki, bir Anadolu köylüsü, “Yeni Cami’de vakit namazı kılan mutlaka bir Velî’yi tanır, görür,” diye duyar ve bunun üzerine gider camiye. Namazını kıldıktan sonra da bir kenara çekilip bir taraftan tespih çekerken bir taraftan da için için düşünür: “Bir daha gelmek ya kısmet olur ya olmaz. Bir Allah dostuyla tanışmadan dönmesem. Şimdi, burada acaba bir veli var mıdır?” O böyle efkârlıyken birisi kulağına eğilir ve der ki ona: “Oturduğun safta sen dâhil yedi kişi var.” Kendinden de haberi yoktur yani.
Allah dostlarının bir kısmı böyle ilk bakışta anlaşılamayan, hatta sıradan görünen kişilerdir. Meczup tavırları içinde olanları, hatta deli denilenleri de vardır. Tabii hatırlamalıyız, Hz. Peygamber “Bir kimseye deli denmedikçe imanı kâmil olmaz,” diye haber vermişti. Behlûl-i Dânâ bunlardandır. Eğer bakmasını bilmez, onu anlayamazsanız Behlûl-i Dâna hazretlerine deli demeniz işten bile değildir. Hâlbuki o bir Allah dostudur, velidir.
Behlûl-i Dânâ ile Harun Reşid arasında yaşanan hadiseler; Behlûl-i Dânâ hazretlerinin Harun Reşid’i yer yer iğneleyen, sarsan, korkutan cevapları ve onu uyanık tutmaya yönelik verdiği örnekler, yüzlerce yıldan bu yana eğitim hayatımızda çok özel bir yer tutmuştur. Ben de bu yazıda birkaçını anlatmak istiyorum.
Harun Reşid bir gün, Behlûl-i Dânâ’yı evinin önünde, elinde ince bir dalla yere resim çizerken görür. Olacak şey değildir. “Ne yapıyorsun?” diye sorduğunda Behlûl-i Dânâ “Ev yapıyorum,” cevabını verir. Bu cevap karşısında şaşıran Harun Reşid “Yere çizilen resme kim ev der?” diye onunla âdeta alay eder. Bunun üzerine o da “öyle demeyin halife hazretleri, inşaat bitsin bakarsın müşteri çıkar,” der. “Düştüğümüz vaziyete bak; danışmanlık görevi verdiğimiz, aklına güvendiğimiz adam, yere resim çiziyor; çocuk gibi oyun oynuyor. Sorunca da, ev yapıyorum, diyor,” diye hayıflanan Harun onu kenardan seyretmeye devam eder. Bu esnada, pencereden konuşmaları dinleyen Harun Reşid’in hanımı, meseleye farklı bir açıdan yaklaşır. “Bu işi Behlûl yapıyorsa boş değildir, vardır bir bildiği,” diye düşünür ve “Behlûl, o ev satılık mı?” diye sorar. Evet cevabını alınca da fiyatını öğrenmek ister. “Bir kuruş,” der Hazreti Behlûl. Harun Reşid’in hanımı pencereden bir kuruşu atar. Behlûl de onu alıp cebine koyar; “Hayırlı olsun abla, güle güle otur, ev senin,” der ve yerdeki resmi siler, öyle ya projeden satış tamamlanmıştır, artık resme ne hacet. Sakız alınamayacak paraya güya bir ev satılmıştır. Harun kenardan buna da şaşar, “Hanımım da ona uydu, o da aklını kaybetti,” diye içinden geçirir. Fakat o gece rüyasında kendisine öyle bir ders verilir ki pişman olur bu düşüncesinden.
Harun Reşid rüyasında eşsiz güzellikte bir köşk görüp hayretler içinde kalır ve süslü eve imrenir. “Bu nedir?” diye sorar ilgililere. Onlar da “Bu cennet köşküdür,” diye cevap verir. Harun Reşid yeniden atılarak “Kim, nasıl kazandı?” diye sual eder.Senin hanımın Behlûl’den aldı,” cevabını alınca da irkilerek uyanır. “Eyvah, kaybettim; alay ettiğim hanım akıllı çıktı. Şimdi ben bu rüyamı kimselere söylemeyeyim, hiç olmazsa dile düşmeyeyim, rezil olmayayım,” der. Sırrını saklar ama bir taraftan da “Acaba bu evden ben de alabilir miyim?” diye Behlûl’ü takibe başlar.
Ertesi gün Behlûl’ün yine ev yapmakta olduğunu görünce benzer şekilde, “Bunu da bana satar mısın ey Behlûl?” diye sorar. “Tabii, satarız; fiyatta anlaşalım yeter,” cevabını alınca Harun Reşid, evin ne kadar olduğunu sual eder. Karşılık olarak “Elli bin altın,” der Behlûl. Hâzineyi sarsacak derecede yüklü bir miktardır bu, ödenmesi mümkün değildir. Harun Reşid “Dün bir kuruştu, bugün niye elli bin altın Behlûl?” diye celallenince Hazreti Behlûl ona etkileyici bir cevap verir: “Dünkü müşteri, malı görmeden aldı.”
İşte bu cevabın arkasında iki gizli mesaj vardır. İlk mesele Harun Reşid’in sakladığı rüyadan Behlûl-i Dânâ’nın haberdar oluşu, küçücük bir sırrın bile açığa çıkmasıyla kişinin mahcup oluşudur. Unutma, diye ikaz edilir Harun Reşid, bütün sırlarını bilene hesap vereceksin. Birinci ders budur.
İkinci ders ise imanla ilgilidir. Harun, dün alay ettiğine bugün müşteri olmuştur fakat zannettiği ile gerçekte olan arasındaki farkı gördükten sonra yapmıştır bunu. Oysa mümin söze inanır, münafık göze; iman gayba imandır. Eğer gördüğü zaman teslim olanın teslimiyetine iman denseydi, Kızıldeniz’de boğulurken feryat eden Firavun da iman etmiş sayılırdı çünkü o da son anda “Musa’nın Rabb’ine iman ettim,” demişti. Ama Firavunun aldığı cevap da şu olmuştu: “Hayır, sen Musa’nın sözüne inanmadın; gördüğüne inandın. Bu iman deĞildir.” Ve Firavun felakete yuvarlanmıştı.
Tâbii Behlûl-i Dananın cevabı ve verilen mesajlar sarsıcıdır. Harun’un, iki gözü iki çeşmedir. Behlûl-i Dânâ hazretleri, her durumda kendisine danışan Halife Harun Reşidi pohpohlayacak, onun hoşuna gidecek şeyler söyleme yolunu tercih etmemiş; onu kırma, incitme, ağlatma pahasına da olsa yer yer acı cevaplar vermekten geri durmamıştır.
Bir defasında Harun Reşid, Behlûl-i Dânâ’yı çağırır ve der ki: “Gel seni vezir yapayım.” Vezirlik, bugünün bakanlığına denk gelir; durum çok ciddidir. Behlûlun teşekkür ederek, memnuniyetle vazifeyi kabul etmesi beklenirken o, enteresan bir cevap verir: “Bir danışayım halife hazretleri!” Halife celallenir ve “Devlet başkanıyım; sana açıktan atama, vezirlik teklif ediyorum ve diyorsun ki danışayım. Kime danışacaksın? Yeryüzünde, üstümüzde kim var Allah’ın izniyle? Benim sözümü muaheze edecek, teraziye koyup tartacak kim var?” der. Behlûl ise “öyle demeyin halife hazretleri. Çabuk gelirim, vaktinizi fazla almam. Danışmadan iş yapmayalım, sizi de üzmeyelim,” diye karşılık verir. Harun Reşid de “Peki,” der, “çabuk git, sor da gel.” Behlûl huzurundan ayrılınca da merak eder; acaba kimden akıl alıyor, kime ne danışıyor diye peşine bir adam takar. Adamı onu gizlice takip edecektir, görevi budur, kimlerle görüştüğünü ve neler konuştuğunu rapor edecektir. Behlûl-i Dânâ, Harun Reşid’in yanından ayrılıp -çok affedersiniz- helaya girer ve kısa sürede dışarı çıkar. Peşindeki takipçi de gözden herhangi bir şey kaçırmamak için, acaba içeride biri mi vardı diye onun ardından helayı bir yoklar. Fakat bakar ki kimse yoktur. Sonra vakit kaybetmeden yeniden peşine düşer hazretin. Takibi bitince de hızlı bir biçimde, Behlûl’den önce huzura çıkıp bilgi verir halifeye: “Sadece helaya gitti efendim. Ne giderken, ne gelirken ne de orada kimseyle görüşmedi. Dolayısıyla istişare etmedi, haberiniz olsun,” der. Ardından Behlûl-i Dana gelir. “Halife hazretleri, vazifeyi kabul edemeyeceğim,” diyerek kararım bildirir. Tekrar hiddetlenen Harun Reşit hazretleri, “Kimseyle görüşmediğini öğrendim. Sen ne yapıyorsun böyle? Görüşüp danışacağım diyorsun ama helaya gidiyor geliyorsun; kimseyle görüşmediğin halde görüştüm diyorsun ve vazifeyi reddediyorsun. Ne demek istiyorsun?” der. Hazreti Behlûl’ün cevabı yine çarpıcı olur:
“Görüştüm, işte orayla görüştüm! Sordum, vezirlik teklif ediliyor ne yapayım, diye. Oradakiler bana, ‘Behlül biliyorsun; herkesin gözdesi olan, çok kıymetli gıdalar idik biz. Daha düne kadar çok sevilirdik, insanlar bizim için kavga ederdi, bizim uğrumuza mahkemelerde davalık olurdu kardeşler, bunları biliyorsun. Ama insan içine girdik ve işte bir gecede bu hale geldik. Akim varsa insan içine girme sen!’ dedi.
Tabii Harun Reşid, bu cevap karşısında ne diyeceğini bilemez, âdeta sarsıcı bir tokat yemiştir. Zira verdiği göreve böyle bir değer biçen o zat, kendisi hakkında ne düşündüğünü de örtülü bir biçimde ifade etmiştir.
Eskilerin nasihati böyleydi; bir hikâye formatında, latife biçiminde, belki iğneleme tarzında ama hakikatten asla sapmadan ve ona tabasbus yapmadan… Tabasbus, bugünlerde kullanmadığımız bir kelime, “yaltaklanma, yağcılık, dalkavukluk” manasındadır. İşte bu eylemi yapmadan, mertçe yüzüne karşı söylüyor Behlûl-i Dânâ ve Harun Reşid merhum da ne kadar mert biriymiş ki o da bu acı sözlere tahammül ediyor.
Bir keresinde de; Harun Reşid makamını boş bıraktığı bir vakit, Behlûl-i Dânâ, halife hazretlerinin boş koltuğuna gidip oturur. Tabii orayı gözeten özel güvenlik görevlileri var. Devlet başkanmın makam koltuğuna destursuz oturan birisine ne yapılırsa onu yaparlar Behlûl-i Dânâ’ya ve sille tokat dışarı atarlar onu. Bir kenara çekilen Behlûl, “Ah Harun, ah Harun!” diye feryat figan ağlar. Harun Reşid gelir ve durumu öğrenir. “Bak hata etmişsin, kabahat sende. Görevleri gereği seni uzaklaştırmışlar. Belki dayak acı geldi, ağlıyorsun, buna da karışmam ama ‘Ah Harun!’ deyip de beni işin içine katma, ben sana bir şey yapmadım, kabahatinin cezasını çekiyorsun sen,” der. Hazret “Harun, sen yanlış anladın; ben dayağa ağlamıyorum, iki tokat acısı geçer, yarına hiçbir şeyim kalmaz,” diye cevap verir. “Peki, niye ağlıyorsun?” diye sorar Harun Reşid. Hazreti Behlûl “Bir kez oturdum, yediğim dayağa bak; sen orada ömrünü geçiriyorsun Harun, ben senin için ağlıyorum,” der cevaben. Verilen derse bakar mısınız?
Fuzûlî bir beytinde demiştir ki:
Kıyâs it şemden vehm eyle çerhün inkılâbından
Kim ol baş almağa kasd itmeyince tâc-ı zer virmez.
Dikkat et muma, bak ve kork, diyor şair: Ey başkan, ey yetkili, ey makam sahibi, ey servet sahibi dikkat et ve kork! Başında bir altın taç gibi duran alevi takan yani mumu yakan kişi, vakti gelince de bir makasla başını keser ve mumu söndürür. Eskiler, mumu üfleyerek söndürmezdi; mumun yanında bir makas bulundurur, hem israfı hem de kokuyu önlemek için düzgünce keserlerdi fitilini. Peki, “Ben bundan ne ders alayım?” diye soracak olursanız Fuzûlî size diyor ki: Bu hadiseye bak da ibret al, felek kesmeyeceği başa taç giydirmiyor.
Makam ve yetki sahibi kişilere her zaman bu tarz ikazlarda bulunulmuştur. Harun Reşid devlet başkanı olduğu zaman, kendisine tebrik mesajı gönderen Yahyâ bin Muâz hazretleri şöyle söylemiştir: “Ey Harun, cennetten dünyâya sürgün gelen Âdem aleyhisselâmın evladısın; bir sürgünün oğlu makam iddiasında bulunamaz, ben diyemez, büyüklenemez.”
Başka bir hadise de şudur: Bir gün Harun Reşid’in sarayının bahçesinde, yatılmaması gereken bir yerde yatıp pervasızca uyuduğu için kaldırırlar Hazreti Behlûl’ü. Uyanır uyanmaz feryat eder, kendisini kaldıranlara sitem edip bağırır çağırır. “Eyvah,” der, “beni saltanatımdan ettiniz, ben devlet başkanıydım.” Rüyada devlet başkanıymış, sultanlığı varmış, uyanınca bunu kaybetmiş; bu durum dikkat çeker tabii. Halife Harun Reşid’in huzuruna çıkarırlar onu. Harun Reşid sorar neden feryat ettiğini. “Ordularım mahvoldu, devletim mahvoldu, uyandırdı senin adamların beni,” deyince “Yahu Behlûl, rüyadaki saltanata itibar olur mu, buna değer verilir mi? Sende akıl yok mu?” der. “Değer verilmez mi?” diye sorar Behlûl hazretleri. “Evet,” der Harun Reşid, “rüyadaki saltanat nedir ki?” Behlûl-i Dânâ ise şöyle karşılık verir: “Ben gözümü açtım, saltanatımdan oldum ama sen gözünü kapatınca kaybedersin ve hesaba çekilirsin. Senin saltanatın da rüya hükmünde.”
Her zaman etrafındakilerden bu dersleri aldı Harun Reşid. Bir defasında Fudayl bin İyâz hazretlerini ziyarete gitti. Kapıyı çaldılar; içeriden, kim o, diyen bir ses geldi. Vezir Fudayl -adaşıydı- “Halifeyle geldim,” diye karşılık verdi. Fudayl bin İyâz gayet celalli bir biçimde “Benim halifeyle bir işim yok,” dedi. “Zorla mı girelim yoksa kapıyı açacak mısın?” diye sordu vezir. “Halifeyle işim yok, sizinle bir işim yok,” diye tekrar etti içerideki ses. “Rızam yok ama girerseniz de ne yapayım.”
Bunun üzerine kapıyı açtılar. İçeri girdikleri an Fudayl bin İyâz çerağın yani mumun ateşini söndürdü. Bu mesaj çok net ve acıydı. Cehennemlik yüzünü görmeyeyim, demek istiyordu devlet başkanma. Karanlıkta eli eline değdi, Harun’un elini tuttu. “Ne yumuşak eller,” dedi, “keşke cehennem görmese!” Harun ağlamaya başladı. Fudayl bin İyâz onu karşısına aldı; gayet net ve sert bir biçimde ikazlarda ve nasihatlerde bulundu. “Oturduğun yeri biliyor musun? Hazreti Ömer’in makamındasın!” dedi. (Hazreti Ömer de Harun Reşid’in dedelerindendir, çünkü Farukî’dir, Ömer Faruk hazretlerinin soyundandır.) “Nasıl bir makamı işgal ettiğinin farkında mısın? Tebaanın yaşlılarını baban, akranını kardeşin, senden küçük olanları da çocuğun yerine koymazsan hesap veremezsin!” diye devam etti. Hıçkıra hıç- kıra ağlıyordu Harun Reşid. Bastırdıkça bastırdı… Bastırdıkça bastırdı… Artık yerde çırpınmaya başladı, feryat ediyordu. “Yeter!” dedi vezir, “Ey Fudayl yeter! Öldüreceksin Halifeyi!” Ona da şu şekilde cevap verdi: “Sus ey Hâman! Onu bu hale ben değil siz getirdiniz!” Yerde çırpınırken Harun Reşid dedi ki: “Sana Hâman demesi, bana Firavun demek için. Çünkü Firavunun vezirinin adı Hâman idi.”
Bu acı sözler bittikten sonra Harun Reşid, Fudayl bin îyâz’a, “Hâzineden değil annemden miras kalan helal paradır. Lütfen şunu kabul et,” diyerek yanında getirdiği bir miktar parayı vermeyi teklif eder. Almaz Fudayl bin İyâz hazretleri. Sehpanın üzerine bırakıp geri çekilir Harun Reşid. Hazret, halifeyi ve parayı orada bırakarak kapıyı sertçe kapatıp çıkar. Çıkarken şöyle söyler: “Bu kadar nasihatin sana hiçbir faydası olmadı!”
Harun Reşid ömrü boyunca Fudayl bin İyâz hazretlerinin ismi anıldığında, ne mert kimsedir o, diye onu yâd etti.Onun asla hatır gözetmeyen, sadece Allah rızası ve ahiret endişesi ile söylenmiş sözlerini baş tacı etmesini bilmiştir.
O dönemin büyük âlimlerinden olan, Mâliki mezhebinin reisi imam Mâlik bin Enes’in de Harun Reşide verdiği mühim bir ders vardır. Harun Reşid iki oğluna ders vermesi için kendisinden bizzat ricada bulunur: “Bizim çocuklar,” der, “ders alsınlar sizden. Zaman zaman sarayı teşrif etseniz, onlara ders verseniz…” Buna karşılık Mâlik bin Enes “îlim azizdir, ayağa gitmez; bizim dershaneye gelecek bir zahmet çocuklar,” diye cevap verir. Halifenin çocukları İmam Mâlik hazretlerinin verdiği derse gider, çoğu zaman oturacak yer bulamaz ve ayakta ders alırlar.
Son bir hadiseyi daha aktarıp bahsi kapatalım. Harun Reşid ciddi bir savaş için sefere çıkmadan önce ganimetten yüklü bir miktarda tasaddukta bulunacağına dair adakta bulunur. Zafere kavuştuktan sonra hesabını yaptığında ise adak için belirttiği miktarın hakikaten çok büyük olduğunu görür. Tereddüt eder; acaba aynıyle yerine getirmesem mi, bir çıkış yolu bulabilir miyim, diye. Danıştığı Allah dostunun verdiği cevap şudur: “Bir daha Allaha işin düşmeyecekse verme Harun!” Çaresiz nezrini yerine getirir tabii. Burada gözetilecek tek şey Allah’ın rızasıdır, eğer siz samimi olursanız, ihlasla hareket ederseniz, Allah ile arayı iyi tutarsanız başarabilirsiniz.
İşte Harun Reşid’in etrafındaki seçkin âlim ve velîlerden bazıları; İmam Ebû Yûsuf, İmam Mâlik, Yahyâ bin Muâz, Behlûl-i Dânâ, Fudayl bin İyâz, Süfyân bin Uyeyne, burada andığımız veya yer veremediğimiz nice isim hep onun istikamet üzere kalması için ellerinden geleni yapmıştır.
Hayati İnanç – Sevgi Yukarıdan Gelir,syf:45-55