Bu soru yaratılış bilincine sahip olma yerine hayatı dilediğince, arzularının yönlendirdiği minvalde yaşamayı tercih edenlerin sorusudur. Onlar bu gibi sorularla yaşadıkları, her türlü nimetlerinden istifade ettikleri bu hayatın bir bedelinin olmasını istemedikleri ve istifade ettikleri her tür nimetin bir gün faturasıyla karşılaşmaktan pek ziyade korktukları için bu gibi sorulara sığınmaktadırlar. Kendilerince bu soruyla tüm sorumluluklarını üzerlerinden attıklarım düşünmekte, er ya da geç hesaba çekildiklerinde “ben istemediğim bir hayata gönderildim, bana bu hayatı yaşamak isteyip istemediğim yönünde bir tercih hakkı tanınmadı” mazeretiyle işin içinden çıkabileceklerini sanmaktadırlar.
Oysa sorumluluk kısmından bu gibi sorularla kurtulabileceklerini sanan bu tür bazı kişiler, gönderilirken tercih hakkına sahip olmadıklarından dem vurdukları bu hayatta her türlü nimetten istifade etmekten de geri durmamaktadırlar. En güzel yemekleri yemekte, en nezih mekanları ziyaret etmekte, en lüks evlerde günlerini gün etmekte ve hayatlarını birçoklarının sadece hayal edebildikleri kalitede yaşamaktadırlar. Dünyevi imkânları bu seviyelerde olmayanların da en azından niyeti farklı değildir. Onlar da kendi imkânlarının el verdiği ölçüde hayatın her türlü nefse hitap eden zevklerinden istifade etmekten geri durmamaktadırlar. O halde sormalıyız: Her türlü güzelliğinden istifade ettiğiniz, asla ölmek istemediğiniz bu hayatta sıra bazı sorumluluklara gelince mi “ben buraya kendi tercihimle gönderilmedim” diyorsunuz? Bu ne kadar dürüstçe bir tavırdır?
Esasen anlattığımız bu noktada bir hikmet de vardır: O da şudur ki, yokluk mahza şerdir, varlık ise hayırdır. Dolayısıyla esmâsından biri “el-Bârî/yaratıcı” olan Allah-’ın niçin yarattığı, neden var ettiği sorulabilir mi? Her türlü nimetlerinden istifade ettiğimiz ve dünyaları verseler feda etmek istemeyeceğimiz “canımız/varlığımız” bunun en net delili değil mi? Doğum tarihimizden önceki yılları düşünelim. Neydik? Bir hiç… Sonra merhale merhale bu hayata geldik. Peki, insanoğlu ben bir hiçtim, tercihsiz şekilde bu hayata gönderildim, olmasam da olur diyerek canını hiçe sayabiliyor mu? Büyük ölçüde hayır. Bu durum bize varlığımızın algıladığımız şekilde bir ‘külfet’ değil aksine bir ‘nimet’ olduğunu gösteriyor. O halde biz niçin tercihsiz şekilde bu hayata geldiğimizi sorgulamak yerine ‘bu hayata niçin gönderildiğimizi, burada bulunma gayemizin ne olduğunu’ araştırmalıyız. Zaten
Islâm da bu noktada insana yorulmayıp doğru olan yolu bulsun diye vardır. Dinin görevi budur.
Aksi takdirde zaten var olan bir şeyin varlığının sorgulanması hem anlamsız hem de faydasızdır. Öyle ya, mecburi olarak bu dünyaya gönderildik. Ve gönderilip gönderilmememiz bizim tercihimize bağlı değil. Bizim elimizde bir şey yok bu konuda. O halde zaten varız. Bu noktayı artık sorgulamanın ne mantığı ne de faydası var. Bu aşamadan sonra sorgulamamız gereken esas nokta ‘varlık amacımızın ne olduğu’ dur.
Mantıksız Bir Soru
Zaten var olan bir insanın *ben bu dünyaya kendi isteğimle gelmedim, bu hayata gönderilirken bana sorulmadı’ demesi kendi içinde tutarsız bir sorudur. Zira insanın ‘ben’ diyerek ifade ettiği şahsı sonradan yaratılmıştır. Yani ezeli değildir. O halde ona bir şeyin sorutabilmesi için önce var edilmesi gerekir. Var edildikten sonra ise ona “sen var olmak istiyor musun” diye nasıl sorulacak? Böyle anlamsız bir soru olabilir mi? Yani bu soruyu soran insan yüzeysel düşünceden kurtularak kendine şunu sorması gerekir: Eğer ben var olmak istemiyor olsaydım bile “var” olmam gerekirdi. Var olmadan tercih etmem söz konusu olamaz ki. O halde benim varlık sahasına çıkmam nasıl benim tercihime bağlı olacak ki?
Anlaşılan o ki bu soru kendi bünyesinde tutarsız ve anlamsız bir sorudur. Halbuki insan hiçbir emeği, marifeti olmaksızın var olmak gibi şerefli bir mertebeye ulaştırılmıştır. Bugünlerde dinlediğim bir ateist aynen şunları söylüyordu: “ölüp gitmek, yok olup unutulmak istemiyorum. Yaşamanın tadı varken hayattan alabildiğimce fazla zevk almak istiyorum.” Bakınız, kendisi ölümden sonra bir hayatın olmayacağına, yokluğa gideceğine inanmasına rağmen elindeki mevcut varlığa inandığı “yokluğu” tercih edemiyor. Neden? Çünkü varlık onların bile ikrarıyla büyük bir nimettir. O halde şunu sormalı insan kendine: ben bu varlığı hak edecek ne yaptım ki Allah bana bu nimeti verdi? Asıl sorgulanması ve üzerinde kafa yorulması gereken nokta burasıdır. Fayda sağlayacak soru budur.
İnsan varlığını bir nimet bilip, bu nimeti elde edebilmek için hiçbir şey yapmadığı halde kendisine bağışlanan bu lütuf karşılığında şükredecekken “ben var olmak istemiyordum ki” gibi anlamsız şüphelere nasıl kapılır? İnanın bu şüpheler nefsinin ve şeytanın ona yaşama amacım unutturmak için telkin ettiği şüphelerdir.
Benlik Vurgulu Cümleler
Soran kişi farkında olmasa bile bu soruda zımnen bir “benlik” vurgusu yatmaktadır. Yani varlık gibi büyük bir nimete layık kılınmış insanoğlu, ‘ben’ diyebilmesini borçlu olduğu varlığını sorgulamaktadır. Oysa kendisi de bu sorgulamanın hiçbir fayda getirmeyeceğini, benliğini tatmin etmekten başka hiçbir şeye yaramayacağını pekâlâ bilmektedir. Esasen mecburi olan varlığını sorgulamak yerine insana lazım olan şey, varlığını anlamlandıracak şeylerin peşinde koşması ve ne için var edilmişse onu yerine getirmeye çalışmasıdır. İnsan bunu yapsa, çok daha büyük nimetlere gark edilecek ve bir imtihan icabı gönderildiği bu âlemden başarıya ulaşarak göçecektir. Var olmayı bu kadar büyük bir kazançla taçlandırmak varken, varlık amacını saptırarak imtihanı kaybetmek niyedir? insan, kendisinden istenilen hayatı yaşamak ve talep edilen vazifeleri yerine getirmek dururken neden hayatını zayi ettirecek taraflara yönelir? Ve sonunda cenneti kazandıran bir hayata; var edilmiş olmaya dair Allah şükretmek varken, hayatının sonunu cehennem edecek şekilde yaşayarak suçu var edilmiş olmaya bağlamaya niçin çalışır? Niçin sadece bu hayata cehenneme atılmak için gönderilmişiz ve iradelerimiz elimizden alınmış gibi bir tablo çizmeye gayret eder ve başlıktaki soruyu sorarak aslî vazifesinden sıyrılmaya çalışır? Bu soruların cevabı açıktır: Nefis ve Şeytan’ın ağma takıldığı için… O halde insan bu ağdan çıkarak elinde olmayan şeylere merak salmayı bırakıp elinde olan şeylerle hayatını ebedi mutluluğa çevirmeye çalışmalıdır. İnsanın yaşama gayesi budur, bu olmalıdır. Tıpkı bir ailenin çocuğu olarak dünya gelen bir insanın “neden benim babam şu kişi de bir başkası değil” diye hayıflanması yerine mutluluğu o babayla yakalamaya çalışmasının daha makul bir tavır olması gibi..
Zulüm Nedir?
Zulüm başkasına ait olan bir şeyde tasarruf yapmaktır. Misalen, bir kişinin bir başkasına ait tarlaya ekin ekmesi, başkasına ait bir arabayı gasp ederek kullanması gibi şeyler zulümdür. Gökyüzünden yeryüzüne kadar hemen her şey Allah-’a ait olduğuna göre Allah’ın zulmetmesi düşünülemez.[78] Zira her şeyi o yaratmıştır, yoktan var etmiştir ve her şey ona aittir. Bir zat kendisine ait olan bir şeyde dilediği şekilde tasarrufta bulunabilir ve bu zulüm olmaz.
Bu söylediğimiz şey, mecâzi anlamda bir şeylere sahip olan bizler için bile geçerlidir. Mesela biz, bir başkasına ait bir telefonu zor kullanarak elde eden ve ateşe atıp yakan birinin o kişiye zulmettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Fakat kendisine ait bir telefonu ateşe atan birine “zalim” diyemeyiz. Bu misal, zulüm konusunun anlaşılabilmesi için basit bir misaldir.
Soruda yer alan “bana sorulmadan var edilmiş olmam zulüm değil midir?” ifadesinin cevabı bu yaptığımız kısa izah ile anlaşılmış olmaktadır. Yani insan var olması da yok olması da mümkün olan bir varlıktır. Cenab-ı Hak, onun varlığını yokluğuna tercih ederek onu yaratmıştır. Yani insan Allah’a ait bir varlıktır. Dolayısıyla ne onu var etmesi ne de onu imtihan etmesi insana zulüm olmaz. Nitekim zulüm başkasına ait bir şeyde tasarruf yapmaktır. Allah için başkasına ait bir şey olamayacağı için bu durum asla zulüm olmayacaktır. Aksine insan bunu -yukarıda da dikkat çektiğimiz üzere- lütuf bilip varlığını vesile kılarak daha büyük lütuflara ulaşmaya çalışmalıdır. Bu, tamamen insanın elindedir, öyleyse elinde olan imkânı en güzel şekilde değerlendirmeye gayret etmelidir.
Sözün Özü
Meseleyi bitirirken şu noktaya da dikkat çekmemiz gerekmektedir: Başlıktaki soruyu soran kişi ya ateisttir ya da bir yaratıcının var olduğuna inanan biridir. Şayet ateist ise, var olmadığına inandığı bir yaratıcının onu var etmeden önce kendisine sormasını beklemesi mantıksızdır. öyleyse onun böyle bir soru sormasının hiçbir anlamı yoktur.
Şayet inanan biri ise, ilah olarak itikat ettiği zatın kendisinden daha iyi bildiğine, kendi bilgisinin sınırlı onun ise ilminin sonsuz olduğuna inanmalıdır. Buna inanan biri, hikmetini kendisinin kavrayamayacağı bu gibi noktalar üzerinde değil de varlık amacının ne olduğu gibi aklının idrak edebileceği konular üzerine yoğunlaşmalıdır. Nitekim, insan dünya hayatındaki durumuna bile baktığında var olan her şeyi göremediğini, duyamadığım, anlayamadığım, kendisine ait duyuların sınırlı olduğunu görecektir. İnsanoğlu bu sınırlılıkla varlığının niçin yokluğuna tercih edilmiş olduğunu nasıl anlasın? İnanan bir insana düşen kendi yeti ve yetkisini aşan bu tarz noktaları Allah’ın ilmine ısmarlaması ve teslimiyet göstererek kendisine bahşedilen hayatı ebedi kurtuluşuna vesile kılmaya çalışmasıdır. Yoksa kendi içinde tutarsız ve anlamsız bu türden sorularla vesvese deryasına dalması değil.
Ömer Faruk Korkmaz- Sorun Kalmasın,syf:109-115
78.Ebu Hamid el-Gazzâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, Daru’l-Ma’rife, Bevrut 1/91.
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…