Aldanmak ve Aldatmak
Bir gün Resûlullah [sav] pazarda bir buğday sergisine uğradı. Elini buğday yığınının içine daldırdı, parmakları ıslandı. Bunun üzerine satıcıya, “Ey zahireci! Bu ıslaklık nedir?” buyurdu. Adam: “Ey Allah’ın Resûlü! Yağmur ıslattı” dedi. Resûl-i Ekrem: “İnsanların görüp aldanmaması için o ıslak kısmı ekinin üstüne çıkarsaydın ya! Kim bizi aldatırsa, bizden değildir.” buyurdu (Müslim).
Mümin ne aldanır ne aldatır. Resûlullah Efendimiz [sav] öyle buyurmuştur: “Bize silah çeken bizden değildir. Bize hile yapıp aldatan da bizden değildir.” (Müslim). Bu açık emre rağmen maalesef hem aldanıyor hem de aldatıyoruz. Sadece başkalarını aldatmıyoruz, kendimizi de aldatıyoruz. Sürekli siyasetteki, ticaretteki, okuldaki, sokaktaki, evdeki, işyerindeki yalandan dolandan, sahtekârlıktan, hilekârlıktan bahsediyoruz. Mal alırken, insan tanırken, tercih yaparken sürekli aldanıyoruz. Peki bunun sebebi ne?
Önce kelimenin anlamına bakalım… “Aldanma” kelimesi eski Türkçe “al” kökünden gelir. Bu kökün anlamı “hile”dir. “Hile” ise Arapça kökenlidir ve “dönüş, döndürme” veya “çare, yöntem, tedbîr” anlamına gelir. Bu kelimenin kökü “hâl”, yani “şimdiki durum, vaziyet” kelimesidir. Bu kelimenin bir başka anlamı ise “ay ve güneşin döngüsü” veya “evre” şeklindedir. Dilimizde kullandığımız “havâle, tahvil” kelimeleri bu kelimeyle aynı köktendir.
Aldanmak aslında beklemediğimiz bir zararı görmektir. Aldatmak ise insanın karşısına alışkın olduğu ve beklediği bir yüzle değil bambaşka bir yüzle çıkmak demektir. Kısacası ikiyüzlü olmayan aldatmayı beceremez. ABD’nin eski başkanlarından Lincoln’un suratı çok çirkindir. Bir gün muhalifleri onu Meclis’te “ikiyüzlü” diye suçlamışlar. Adam şu cevabı vermiş: “Şu suratıma bakın Tanrı aşkına! Hiç ikiyüzlü olsaydım bu yüzü kullanır mıydım?” Şaka bir yana Allah’ı bilen, O’na bağlanan, O’na uyan bir kişi için en aşağılayıcı şey ikiyüzlü olmaktır. Çünkü dinimiz samimiyet, dürüstlük, doğruluk dinidir. Ama söylediğimiz gibi maalesef toplumumuz aldananlardan ve aldatanlardan geçilmiyor.
Aldatan merhametsizdir, zâlimdir, hırsızdır. Aldatmak aslında karşıdakine zulmetmek, ona eziyet etmek, onun güvenini hır- sızlamaktır. Karşıdakini küçük görmek ve küçük düşürmektir. Onun iyi niyetini ve insanlığını suistimal etmektir. İnsanların saflığına hakaret etmektir. Zaten bugün “temiz kalpli” anlamında “saf’ kelimesini kullandığımızda bunu çoğumuz genellikle “budala, aldatılmaya yatkın kişi” anlamına alıyor. Nitekim Çin- cede “aldatmak” fiilini oluşturan semboller şu anlamlara gelen sembollerin yan yana sıralanmasından oluşuyormuş: “hakaret etmek, ayı postundan yapılan maske, suratını ekşitmek.”
Batılı dillerde “aldatma” kelimesinin karşılığı olarak “decepti- on” kavramı vardır. Bu kelimenin kökü “almak, eline geçirmek anlamına gelen “capere” fiilidir. Bizde de “ele geçirmek, elde etmek” fiilleri var. Zaten aldatanın niyeti de budur. Sizi, aklınızı, kalbinizi, sevginizi, güveninizi, malınızı mülkünüzü ele geçirmek.. Düşünmenize, sağduyunuza, aklı seliminize ket vurmak, sizden menfaat temin etmek.
Dilimizde “menfaat” deyince hemen para pul anlarız. Oysa itibar, şöhret, saygı kazanmak gibi soyut şeyler de menfaatin içine girer. Hâlbuki “menfaat” kelimesinin kökeni olan “nefaa” Arap- çada olumlu bir anlama gelir. “Fayda vermek, yarar sağlamak” demektir. Bir şeyin fayda vermesiyle “elverişli” olması arasında büyük bir fark vardır. Ama biz maalesef bu ikisini sık sık birbiri- ne karıştırırız. Bir insan hem faydalı hem de elverişli olmayabilir.
Çok bilen birisi iyi öğretmeyi beceremeyebilir. Öte yandan hırsızlıkta-arsızlıkta elverişli olana da “faydalı” denmez. Kısacası “elverişlilik”, insanın neye “el” verdiğiyle ilgilidir. Şerre de el verebilir, hayra da… Kişi ancak hayra el veriyorsa faydalıdır, yararlıdır. Biz maalesef maddi çıkarlara baktığımız için siyasetten ticarete, eğitimden sanata kadar genellikle bize ve topluma faydalı olanları değil bizim çıkarımıza, nefsimize elverişli olanları seçeriz. Aldananlar güvenenlerdir. Kötü niyetliler o yüzden önce insanlarda güven oluşturmaya çalışırlar. Karşıdakinin nabzına göre şerbet verirler. Güvendiğimiz kişiye râm olmamız kolaydır. Güvendiğimiz insanın her dediğini doğru kabul ederiz. Çünkü insanların ahlâkına, yoluna, ölçülerine değil konuşmasına bakarak güven duyarız. Kim âyet ve hadis okur, ilim kitaplarından alıntılar yaparsa onu hemen makbul addederiz. Kendi dinimizi bilmediğimiz, öğrenmediğimiz ve öğrenmeye merak dahi etmediğimiz için bu ikiyüzlü kişilere aldanırız. Güvendiğimiz kişi göz göre göre bir yanlış yaptığında bile “bir bildiği vardır” deriz.
Bir de aldanmış gibi görünenler vardır. Bunlar “gemisini yürüten kaptan” mantığıyla aldanmanın bile sahtesini sergilerler. İşlerine gelen, çıkarlarına olan, destekledikleri grubun uydurduğu yalanı bile bile destekler. İleride bu yalan ortaya çıkarsa cevapları hazırdır: “Ben safim, ne yapayım aldandım!” Bizde insanları aldattığı ortaya çıkan kişi pek utanmaz. Aksine rezilliğini binbir bahane ile meşrulaştırmaya çalışır. Hani derler ya, “mazereti kabahatinden büyük” diye…Tabii ki bunlar da yalandır. Hiçbir yama ikiyüzlülük deliğini kapatamaz.
Aldatanlar en çok dille ve görünüşle aldatırlar. Dil, aldatanların en büyük silahıdır. İnsanı önce dille aldatırlar. İster felsefe, ister bilim, ister siyaset, ister ticaret olsun aldatmada etkili bir dil kullanmak önemlidir. Duygusal bir ses tonu takınmak, karşıdaki insanın hürmet ettiği insan veya kitaplardan alıntılar yapmak, bazı anahtar kelimeleri kullanmak, onun anlamadığı kelimeleri cümle içine sıkıştırmak, bu şekilde onun aşağılık kompleksini depreştirmek bu işin gerekleridir. Hele Batı’dan bir referans verildi mi akan sular durur.
Aldatmada görünüş de önemlidir. Şık kıyafetli birinin dilencilik yapması zordur. Aynı şekilde, mütevâzı kıyafetli birisinin ticaret yapması pek mümkün değildir. Biz maalesef sîrete değil sûrete baktığımız için aldanırız. Ahlâka değil zâhire baktığımız için aldanırız.
Eskiden Sülün Osman adında meşhur bir dolandırıcı vardı. Haydarpaşa Garı’nın, Galata Köprüsü’nün ve kulesinin, Dol- mabahçe Sarayı’nın sahibiymiş gibi rol keser, saf bir kurban bulunca onunla konuşmaya başlardı. Paraya sıkıştığından dem vurur, gariban adama on dakika içinde o mülkü satardı. Böyle nicelerini tuzağına düşürmüştü. Sülün Osman sonunda yakalandı, mahkûm oldu, hapse atıldı. 1962’de hapiste “Alınteri ile Yaşamak” başlıklı bir konferans verdi. Konuşmasına, “Asıl benim dolandırdığım insanlar dolandırıcıydı. Çünkü bana yaklaşma sebepleri beni dolandırmaktı.” diye başladı. Haklıydı. Zira Sülün Osman’ın dolandırdığı insanlar o yapıların o kadar ucuza gitmeyeceğini biliyorlardı. Onlar Sülün’ü kandırdıklarını sanıyorlardı.
İki asırdır bizi en çok aldatan Batı’dır. Onların maddi kuvvetleri, zulümle elde edilmiş servetleri, yalan sanatları, parıltılı lâfları en çok aldandığımız şeylerdir. Oysa Rabbimiz buyurur: “Resû- lüm! Kâfirlerin refah içinde diyar diyar dolaşmaları, ticâret yaparak kazanç sağlamaları sakın seni aldatmasın!” (Âl-i Imrân, 3:196). Moda olan kavramlara, sözlere, teorilere uymak hastalığımıza dair şu âyeti hatırlatalım: “İşte biz her peygamberin karşısında insan ve cin şeytanlarından oluşan bir düşman şebeke var etmişizdir. Bunlar, aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldayıp dururlar. Şayet Rabbin dileseydi böyle yapamazlardı. Bu bakımdan onları, uydurdukları yalanlarla başbaşa bırak!” (En’âm, 6:112)
Aldanma ve aldatmanın kaynağı hep aynıdır: nefsimiz. Aldanmamızı kolaylaştıran yüzeyselliği bize iyilikmiş gibi belleten kendi nefsimizdir. “Hayat kısa, ne yaparsan kâr” diyerek bize her türlü melâneti hoş gösteren kendi nefsimizdir. Ölümü, hesap gününü, âhireti unutturan kendi nefsimizdir. Oysa Rabbimiz buyurur: “İyi bilin ki, bu dünya hayatı aldatıcı bir faydadan başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân, 3:185). Yine buyurur: “Ey insan! Nedir o kerîm olan Rabbine karşı seni aldatan?” (İnfitar, 82:6).
O hâlde nefsimize uyup aldananlardan ve aldatanlardan olmayalım. Ne sokakta, ne evde, ne işte, ne siyasette, ne ticarette, ne sanatta, ne de bilimde… Dünyaya temiz geldiğimiz gibi dünyadan temiz gitmeye çalışalım.
Savaş Ş.Barkçin – Sözler ve İzler,syf:192-196