Aile Toplum ve Dayanışma Ağları Kapsamında Bir Değerlendirme-1
Yeni Bir Sosyal Dünya İçin
Modern Batı Düşüncesi Köken İtibariyle Karşıtlıklar Üzerine Kuruludur
İnsan hakları Batının 19. Asırdaki sorunuydu. 20. Asırdaki ise erkek karşıtlığı üzerine kurulu, ifadesini feminizmde bulan kadın sorunu oldu. Modern batı düşüncesi köken itibariyle karşıtlıklar üzerine kuruludur; karşıtlıklar hâsıl ederek sorunları kategorize eder, sonra da bunlar arasındaki çatışmadan bir senteze ulaşılacağını varsayar. Emek-sermaye, burjuva-işçi sınıfı ya da insan-tabiat karşıtlığında olduğu gibi, kadın-erkek karşıtlığı da sahici olmadığı halde bu paradigmanın temel aldığı karşıtlıklardan biri oldu. 20. Asrın muhayyilesi sorunu kadın ile erkek arasındaki eşitsizlik meselesi olarak gördü. Bu yüzden eşitliği temel alan özgürleşme süreçleriyle kadın sorununun çözüme kavuşturulacağını varsaydı. Ne var ki erkek karşıtlığı üzerinden kendi sorununu tanımlayan kadının, erkek karşısındaki eşitlik talebi aynı zamanda onu bedenini reddeden, cinsiyetinden bağımsız bir kimlik arayışına sevk etti.
Ne var ki, 21. asra geldiğimizde meydana gelen paradigmatik değişimler sebebiyle doğru kabul edilmiş birçok şeyin doğruluğu tartışılır. Bununla beraber sorunları açıklamada imkân olarak kabul edilen birçok kavram ve kategorinin işgal ettiği imtiyazlı mevki çöktü. Günümüzün felsefi/kültürel kabulleri bu nedenle geçen asrın kurucu temel saydığı karşıtlıkların meşruiyetini sorgulayarak sorun olmaktan çıkarmaya başladı. Bu değişimin hâsılası olarak, kadının erkek karşısındaki eşitlik meselesinin yerini bu defa bireyin “özgünlük” arayışı almaya başladı.
Modern zihniyetin karşıtlığa dayalı açıklama ve bu yolla sorunları çözme modeli yanında, karşıtlığı temel aldığından hareketle doğru olduğu varsayılan birçok kabul, meydana gelen bu değişimle beraber artık doğru ve anlamlı olma vasfını kaybetme sürecine girdi. Müslümanların kadın meselesini tartışma konusu yaparken temel aldıkları kabullerini de bundan sayabiliriz. İslâm’ın hükümlerinin esas alınarak geliştirildiği varsayılan, fakat özünde modernist varsayım ve hedeflere dayalı kadın hakkındaki sorunlar üzerinde bugün yeniden düşünmek, söz konusu ettiğimiz sebeplerden dolayı zaruret haline gelmiştir.
Zira değişim bir yandan mecburen modern eğitim süreçlerinden geçen Müslüman genç kızların eşitlikçi ideolojiye dayandığı halde İslâmi olduğuna inandıkları erkek karşısındaki “hak arama” taleplerinin meşruluğunu ortadan kaldırmakta, diğer yandan da ortak paydanın belli olmadığı yeni bir hümanist anlayışa Müslüman’ın muhayyilesini fazlasıyla istekli hale getirmektedir. Kadının erkek karşısındaki eşitlik arayışının yerini bugün unutmamak gerekir ki bireyin toplum ve aile haricinde sadece kendine ait “özgünlük/tekillik”e dayalı bir hak arayışı alıyor. Kadın ve erkek olarak günümüz insanı özgürlüğü, sadece bu tekilliği gerçekleştirme imkânında bulabileceğine artık inanmaktadır.
Aile kendisi hakkında çok şey söylenecek hususiyete sahip bir sosyal dünyadır
Üyeleri arasındaki ilişkiler farklı da olsa, geniş veya dar bir model de olsa, kendini meydana getiren insanların sayısı değişiklik gösterse de nihayette aile yeryüzünün bütün farklı coğrafyalarındaki toplumların ortak hususiyetlerini teşkil etmekte. Aile beşerin bölünmesi mümkün olmayan en küçük sosyal dünyası ve var oluşunun gerçek alanıdır.
Köken itibariyle Arapçadan gelen aile kavramının iki anlama geldiği söylenir. Bunlardan biri “farklı insanların meydana getirdiği topluluk” diğeri de “ihtiyaçların giderildiği yer” anlamına geliyor. Aile hem beşeriyetin ortak formu hem de kadın ile erkek arasındaki ilişkinin kurallar temelinde ilk tanzim edildiği yerdir. Sosyal hayatta geçerli olan ilişkileri, mahiyet itibariyle bu ilişkinin geniş bir açılımı olarak nitelendirmek mümkündür. Aileyi esas önemli kılan modern sosyolojinin “sosyal” dediği “beşeri olanın” ilk nüvesini teşkil etmesidir. Öyle görünse de bu yüzden onu sadece bir kadın ve erkek ilişkisine indirgemek imkânsızdır; zira aile taşıdığı kendine has hususiyetiyle bütün bunları aşan bir boyuta sahiptir. Vahiy kaynaklı din(ler) ailenin kökenine -ki bu aynı zamanda insanın kökenidir- açıklık getirerek onun “verili” olduğunu söyler.
Çünkü Hz. Âdem ve Havva’nın dünyaya gönderilmeleri bir aile formu içinde gerçekleşmiştir. Aile başlangıçta bir kadın ve erkek olarak, daha sonra da çocuk ve yaşlı arasındaki belli kural ve ilkelere göre tanzim edilmiş bir cihetten verili ilişkilerin dünyasıdır.
Aile dediğimiz formun sağlıklı bir şekilde hayatiyetini sürdürebilmesiyle bu kural ve ilkeler arasında uyum sağlayacak şekilde birbirlerini destekleyen bir münasebet bulunur. Zira söz konusu form nihayetinde bu münasebetlerin çizdiği hudutların ifadesi sayılır. İnsanlar arasındaki tabii , sıradan gibi görünen beşeri ilişkiler aslında her zaman bir inanma biçiminin, dünyayı anlamlandırma tarzının taşıyıcısı olmak gibi bir içerikle yüklüdürler. Bunu en açık biçimde ifade eden kadın ve erkek arasındaki ilişkidir.
Kadın ve erkek arasındaki kurulu ilişkilerin kendi paradigmasının dışına taşarak değişmesi demek aslında o topluma hâkim dünya görüşünün, beşeri ilişkilerin, yaşama tarzının değişmesi demektir.
Modern sosyal bilimler toplumu meydana getiren en küçük unsurun birey olduğunu kabul eder. Oysa İslâm insanın içinde var olup sosyalleştiği bir cemaat olarak bunun aile olduğunu söylemektedir. Semavi dinlere göre insan yeryüzüne tek başına değil bir aile formu içinde gönderilmiştir. Kültürden, ideolojiden, siyasetten, sosyo-ekonomik şartlardan elbette ki etkilenir, bazen değişimlere uğrar ama bütün bunlara rağmen aile bu nedenle aynı zamanda “mitolojik” bir karakter taşır. Çünkü o verilidir.
Bir kadın ve bir erkek olarak Hz. Adem ve Havva’nın sonradan deneme yoluyla dünyada buldukları ve/veya icat ettikleri bir beraberlik biçimi değildir. Bundan dolayı aile aynı zamanda kadın-erkek ilişkilerinin ilk tanzim edildiği ve birbirlerine helal kılındıkları yerdir. İnsanın kendisine takdir edilmiş meşru ilişkilerin küresinde dünyaya gelmesine vesile olan, insanları yaşayabilir bir topluluk haline getiren ve bir cemaat olma hususiyeti taşıyan sadece ailedir.
Daha sonra inen bütün kitaplar, gönderilen bütün peygamberler aileyi esas almış, bunu temel yaparak kurmak istedikleri siyasal/sosyal bir Dünya/düzen hakkında önerilerde bulunmuşlardır. İnsan biri biyolojik biri de sosyal olmak üzere iki “rahim”içinde şekillenir; anneninki insanın biyolojik gelişmesinin rahmi olurken, aile de insanın sosyal gelişmesinin rahmini teşkil eder. İnsan kendini aile içinde “tamamlar”; Cennetteki Adem’in, Havva’nın yaratılmasıyla kendini bulduğu ve tamamladığı gibi, insan hayatın içindeki değişen rolünü burada öğrenir. Yani anne, baba, çocuk, dede ve nine olmayı burada yaşayarak tecrübe eder. Her aile modeli içinde kendini düzenlediği dine ve/veya dünya görüşüne dayalı bir hayat tarzını, bir sosyalleşme süreci olarak yine içinde barındırdığı yeni nesillere aktarmaya aracılık eder.
Hayat tarzı ile aile modeli arasında bu nedenle her zaman ayrıştırılması mümkün olmayan bir ilişki bulunur. Aile hem inanmanın, hem bu inancın yaşam biçimine dönüştürüldüğü, hem de yeni nesillere aktarıldığı yerdir. Aile de bilgi bir hayat tarzı şeklinde yaşanarak aktarılır. Dini hükümlerin, ahlaki değerlerin, mahremiyetin, hiyerarşinin, modern bireyciliğin hâkim kültürüne ve onu yeni yeni içselleştirmekte olan modern Müslümanların zihniyet dünyalarına ters düşse de itaatin, güvenin, başka insanlarla kurulan ilişkilerin, dünyayı anlama biçiminin, siyasal olanın ve ona hâkim hayat tarzının belirlediği bir üretim/tüketim, yani iktisat telakkisinin birbirine içkin dünyasını temsil eder. Aile kendisi hakkında çok şey söylenecek hususiyete sahip bir sosyal dünyadır.
Ama ailenin ilk defa mahiyet itibariyle tartışma ve eleştirinin konusu olmaya başlaması Rönesans sonrası tarihe dayanır.
Zira bu dönemden itibaren aile ilk defa dinin konusu ve ilgi alanı olmaktan çıkartılarak modern devletle beraber siyasetin konusu yapılmış, siyasetin kendi “nesnesi” olarak üzerinde konuştuğu bir “yapı/kurum” haline getirilmiştir. Modern devlet birçok şeyde olduğu gibi onu da sözüm ona kendi koruyucu kanatları, açıkçası hegemonyası altına alarak kontrol etmeye başlıyor. Sosyolojinin ajanlık yaptığı büyük yardımla muhtemelen tarihte ilk defa aile siyasetin nesnesi olmak üzere bilim ve modern devlet tarafından “toplum” denen yeni icat içindeki sosyal bir kuruma indirgenerek tanımlanıyor. Yine tarihte ilk defa aile bu dönemde planlanabilecek bir “şey” olarak görülmeye başlıyor; çekirdek aile modeli bu tasavvurun bir ürünü olarak ortaya çıkıyor.
Çekirdek aile bu nedenle sadece aile fertlerinin sayısı bağlamında tanımlanamaz bir model hususiyeti taşır. Sosyal ilişkileri cihetinden ele aldığımızda çekirdek aile özel bir dünya olarak kendini topluma karşı kapalı tutar; bu onun yapısal hususiyetini teşkil eder. Kendini kamusal alanda sürekli görünür kılar, bu haliyle aşırı şeffaf sayılır.
Fakat sosyal ilişkileri, duygusal bağları cihetinden aynı zamanda kendi içine kapalı bir dünyayı temsil eder. Her ideoloji gibi sosyoloji de; başlangıcından itibaren İslâm’a göre bir meşruiyeti olmayan, bugün ise açıklama hususiyetini varsa bile yitirmiş bir kategori olarak aileyi “ataerkil” şeklinde tanımlamıştır. Hatta artık açıklayıcı işlevini kaybetmiş olsa bile günümüzün liberal demokratik zihniyeti bireyin özgürlüğü bağlamında bu ataerkilliğe karşı çıkarak sorun çözücü bir siyasal araç olarak kullansa da Müslümanların buna şaşmaması gerekiyor.
Zira Müslümanlar yaşananlardan ders çıkartacak kadar yeterli bir tecrübeye artık sahip durumdadırlar. Bugün “Tanrının ölümü” ya da “ataerkil ailenin”dağılmasının insanı daha özgür ve bağımsız hale getirmediğini yaşanan uzun ve yoğun bir tecrübenin neticesinde öğrenmiş bulunuyoruz. Yine biliyoruz ki, dinin hayattan çekilişi insanı bilim uzmanlarının parçalanmış dünyasında yaşamaya mahkum ederken aynı zamanda aileyi de iki asırdan beri “şifa” bulmak üzere yeni tüketim nesnelerinin tecrübe alanı haline getirdi.
Bu dünyanın içindeki Müslümanlar şimdi hakkında fazla tefekkür etmedikleri ve bilgiye sahip olmadıkları bir “kişilik geliştirme ibadetinin” mahpusu haline geldiklerini bu nedenle görmekte ne yazık ki zorlanıyorlar. Bizim için Dr. Spock’un çocuk ve aileyle alakalı verdiği uzmanlık bilgisinin ışığında şekillenen aile ve yetişen çocuklar hakkında artık konuşmak ve bu hususta yine yeteri kadar tecrübe kazanılmış haldedir.
Bugün sadece modernleşme ve kentleşme süreçlerinden geçmiyoruz, bunların yanında bir de iletişim devrimi yaşıyoruz
Bunun yanında Freud’cu aile paradigmasını aynı bağlam içinde söz konusu etmemiz lazım. 19. Asrın ikinci yarısından itibaren bilim adına genel kabul gören bu paradigma fertlerin birbirine karşı sorumlu olduğu aile anlayışını berhava eden varsayımlarıyla yeni bir zihniyet dünyası inşa etti. “Oedipus Kompleksi”ni temel alan bu anlayış en başta baba otoritesine karşı açılmış bir mücadeleyi ifade ediyor.
Buna göre erkek çocuğun babayı kendine rakip gördüğü bu hastalıklı paradigma, ebeveynin sorumluluğunu esas alan bir aile telakkisinin gelişim ve meşruiyetini ortadan kaldırdı.
Modern toplumun bireyci kültürüyle birleşen bu anlayış, ailede her biri kendisi için ayrı bir gelecek, bir başına buyrukluk talep eden ve bu yüzden de en başta itaati reddeden fertlerin yetişmesine sebep olmakta. Bu zihniyet aynı zamanda kuşak çatışması gibi bugün Müslümanlara gayet tabii gelen yeni bir icat ortaya çıkardı.
İslâm’a göre asla sahici temelleri olmayan bu kabul, bizi her defasında yeni sorunlarla karşı karşıya bırakan bir felaketi temsil etmektedir. Ne var ki, artık bugün 20. asırdan kalma açıklama modellerinden olan, ailenin iktisadi ilişkilerin bir hâsılası ya da tarihsel bir kategori sayıldığı bir dönemin çoktan sonuna geldiğimizi ama bunu anlamakta zorlananların bu modelleri daha açıklayıcı bulmalarını hoş karşılayabiliriz.
Hatta aileyi ataerkillikle özdeşleştiren “aydınlanmış” tesettürlü “baş”ların geç kalmış bir modernliğin emansipasyoncu naralarıyla kendilerini erkekle karşıtlık içinde konumlandırarak, Fransız devriminin meşruiyetini çoktan yitirmiş “eşitlikçi” ideolojisiyle aileyi yargılamalarını da hoş görmek mümkün. Bütün bunlar hoş görülebilir; ama felsefi kabulleri, işleyişine temel sadığı mantık farklı olan yeni bir asırda yaşadığımızı, bu asrın getirdiği yeni tehditlerle yeni imkânları görmek ve anlamak istemeyen
Müslümanları hoş görmek kabul etmek lazım ki fazla sabır gerektiriyor.
***
Bugün sadece modernleşme ve kentleşme süreçlerinden geçmiyoruz, bunların yanında bir de iletişim devrimi yaşıyoruz. Her şeyi yerinden eden, bütün ilişki biçimlerini ve ağlarını çözerek kendine göre düzenleyen bu değişim süreçleri bizi yeni sorunlarla ve önceliği değişen yeni tercihlerle karşı karşıya getiriyor. Bunlar içindeki temel sorunlardan biri belki de en önemlisi cinsler arasında, dolayısıyla da insanlar arasındaki ilişkilerin nasıl yeniden kurulacağı, bunu yaparken hangi değerlerin/ölçülerin temel alınacağıdır.
Aslında bu arayış kadın için olduğu kadar erkek için de bir aidiyet meselesini gündeme getirmektedir. Zira cinsler arasındaki ayrıcı hudutların belirsiz hale geldiği, bu yüzden de kadınlık mı, yoksa annelik mi sorusunu sorduran bir politik kültür ortamında bulunuyoruz. Bilhassa 1980’lerden itibaren yeni iletişim araçlarının oluşturduğu şartlar, toplumlarda hızlı siyasal kültürel değişim süreçleri yaratan yeni dinamikleri temsil ediyor.
Eğer modern zamanların kutsayıp insanlara sunduğu “değişim” dediğimiz hadise tarafsız, yani herhangi bir amaç ve değerden bağımsız hususiyet taşımış olsaydı endişelenmeye mahal olmadığını, açıkça bunu tabii karşılamamız gerektiğini söyleyerek rahatlayabilirdik. Ne var ki hiçbir sosyal değişim insan iradesinden ve onun zihniyet dünyasından bağımsız ve tarafsız cereyan etmiyor.
Değişim bu nedenle kendine göre her türlü değer ve amaç yüklü süreçler olarak doğup gelişmekte. Zira aksi varit olsaydı bu durumda insan için herhangi bir sorumluluktan bahsetmek mümkün olmazdı. Dolayısıyla değişim kaçınılmaz şekilde kendinde içkin bir amaçla ortaya çıkar; bu yüzden değişimi tahlil etmek hatta bazen onun değiştirmek istediklerini ona rağmen muhafaza etmek gibi bir zaruretle de karşı karşıya kalmak mümkündür.
Bugün yaşamakta olduklarımızı muhtemelen bu tür bir değişim kategorisinden sayabiliriz. Birey ve toplumu kendine göre yeniden şekillendirmekte olan, bu yüzden de yeni bağlamlar içinde yeniden kendi nesnesi haline getiren bir değişim içinde bulunuyoruz.
Küresel ölçekte hüküm süren bu değişim ister istemez Müslümanları da etkilemekte; kendisinin meydana getirdiği en başta mantıksal karmaşıklık Müslümanlarda da zihinsel bir karmaşıklığa sebep olmaktadır. Aile her zaman toplumların maruz kaldığı değişim karşısında en fazla direniş gösteren unsurdur. Fakat aynı zamanda her türlü siyasi otorite karşısında insani varoluşun ortak temelini teşkil etmiş olmasından gelen nispeten dokunulmazlık zırhıyla korunan imtiyazlı bir hususiyetin de sahibidir. Fakat buna rağmen aile günümüzde cereyan eden değişimlerden fazlasıyla etkilenmekte ve ciddi rahatsızlıklarla karşı karşıya bulunmaktadır.
Bu bize hüküm sürmekte olan değişimin en başta mahiyet itibariyle farklı bir kuvveti olduğunu işaret ediyor. İçinden geçmekte olduğu değişimle beraber bugün Müslüman aile giderek devletin müdahalesine açık hale getirilmektedir. Değişimin getirdiği yıkımın yanında Müslümanların tarihlerinde asla yaşamadıkları yeni bir tecrübe olarak, bu müdahale doğrudan doğruya aileyi ve mahremiyeti tehdit etmektedir.
Bu nedenle insanın gerçek sosyal dünyasını temsil eden ailenin cereyan eden değişim ve buna eşlik eden devlet müdahalesi karşısında nasıl korunacağı meselesi ister istemez önemli bir hal alıyor.
Kabul etmemiz gerekir ki artık aile dediğimiz sosyal dünyanın içyapısında, onu oluşturan aktörlerin ilişkilerinde ve bu ilişkilerin işleyişinde bugün mahiyet olarak dünden farklı önemli rahatsızlıklar söz konusudur. Erkek ve kadındaki tezahürlerine baktığımızda değişimin meydana getirdiği kırılmaları görmek mümkün. En azından kentleşme ve yeni iletişim kültürünün oluşturduğu süreçlerle beraber aile bir değişimden geçerken yapısal olarak çözülmektedir.
Bununla ilgili olarak başta kadın ve erkeğin rolünde cereyan eden bir değişimi söz konusu edebiliriz. Ailenin temelini teşkil eden bu iki aktör artık ailenin dışına çıkarak birbirinden bağımsız şekilde kendilerini yeniden tanımlama gayreti içinde bulunmaktalar.
Bu tanımlama aynı zamanda cinsiyetten bağımsız yeni rollere talip olmayı beraberinde getirirken cinsiyet eksenli “geleneksel” ailede ciddi kırılmalara kapı açıyor.
Kadının anneliğe, erkeğin de babalığa talip olmak istemedikleri bir kırılmaya bu işaret etmektedir. Bu durum en başta kadın ve erkek arasındaki ilişkilerin ve bu ilişkileri düzenleyen değer ve hükümlerin değişmekte olduğuna işaret ediyor. Kadın-erkek arasındaki ilişki aslında bir toplumun dünya görüşünü doğrudan doğruya yansıtan bir mahiyete sahiptir. Bu ilişkiyi değiştirmek aynı zamanda o toplumun dünya görüşünü, yani inanma ve yaşama biçimini değiştirmek demektir.
Ayrıca buna bağlı olarak ev dediğimiz mahremiyetin yaşanarak yeni nesillere aktarıldığı “yer”inde anlamı değişiyor. Evler giderek akşamları toplanma ve uykunun uyunduğu “otel” odalarına dönüşmekte.
Buna karşılık gündelik hayatın büyük bir kısmının artık orada geçirildiği, taşıdığı aldatıcı cazibeden dolayı geçirilmek için özel zaman ayrıldığı, hüküm süren değişimin rahmi olan “kamusal alan” sınırları olmayan bir mabede dönüşerek daha çok önem kazanıyor. İnsanlar giyimlerini olduğu kadar tüketimlerini de dinlerine göre değil kamusal alanda geçerlilik kazanan ve tercih edilen değer ve ölçülere göre düzenlemekte.
Bu değişim süreçlerinde Müslüman erkek kapitalizme Müslüman kadın da feminizme yavaş yavaş teslim oluyor.
Kapitalizm İslâm’ın helal/haram anlayışına, feminizm de kadının evdeki rolüne ve İslâm’ın adalet ilkesinin aksine kadın-erkek ilişkisine eşitlikçi ideolojisiyle meydan okumaktadır.
Devamı için bkn:
https://ilimcephesi.com/aile-toplum-ve-dayanisma-aglari-kapsaminda-bir-degerlendirme-2/