Ahlakın Kaynağı
f)
Ahlâkın kaynağı meselesi, asırlar boyu pek çok İslâm alim ve filozofunu meşgul etmiş, günümüzde de meşgul etmeye devam etmektedir. Bu anlamda ahlâkın yegane kaynağının din olup olmadığı temel tartışma konularındandır.
Burada öncelikle şunu vurgulamak gerekir ki, her dindar, ahlâklı olmak zorundadır. Çünkü din, bu dünyada ahlâklı davranmayı öğretir ve esasen Dinin mesajı da bu dünyada ahlâk ekseninde bir dünya hayatı sürülmesi içindir. Bir anlamda dinlerin ve dolayısıyla İslâm’ın öğretilerinin temel esprisini ahlâk oluşturur. Şu halde hangi açıdan bakılırsa bakılsın, dinle ahlâkın yakın bağının olduğu görülür.
Toplumsal meseleleri çözebilmenin en önemli sâiki, sahip olunan ahlâkî değerleri fark etmek ve bu değerleri hayata geçirebilmekte yatar. Esasen hem değerleri fark etmek hem de o değerleri ahlâklı davranış bilincine ve dolayısıyla yaşayan birer İnsanî haslet haline getirebilmek, son derece önem arz eder. Şu halde ahlak, akla ve vahye ait ilke ve esasların pratik hayatta somutlaştırılmasıdır. Bu noktada insanın yaratılışı ve Allah Teâla’nın insana dünyada yüklediği misyon fevkalade ehemmiyeti hâizdir.
Buradan hareketle şu söylenebilir ki, din, İnsanî değerleri ortaya koyar ve insana o değerlere bağlı kalarak yürüyebilme iradesi kazandırır. İnsan o değerleri kendi özünde, içinde bulur. Kendi dünyasında, kendi vicdanında bulur. Dinin kazandirdıği irâde ile o değerleri hayata geçirme bilincini ve gücünü kazanır. Dinin ahlâkla olan ilişkisinin başladığı yer de esasen burasıdır.
Ahlâkî değerler, aslında bulundukları toplumun olduğu kadar bütün insanlığın da ortak değerleridir. Kişilerin bireysel insiyatifleriyle, zorlamalarıyla, sübjektif değerlendirmeleriyle tanımlanabilecek kadar sade, yalın ve köksüz değildir. İşte burada din önemli bir katkı sağlar. Din toplumun tarihteki inanç ve kültürlerden süzülüp gelen ve insan olmanın özüyle bağlantılı, ortak, ahlâkî değerleri teyit ederek, onaylayarak ona ayrı bir güç ve yeni veçheler kazandırır. Dikkat edilirse Kur’ân-ı Kerîmde ahde vefadan, adâletten, başkasının hakkına saygılı olmaktan, başkasını sevmekten, sevgiyle bir arada yaşamaktan söz edilir. “Ben, güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim” buyuran Hz. Peygamber’in (s.a.) pek çok hadisinde bir dizi ahlâkî değeri ve o değerlerin davranışa (amel) dönüşme bilinci görülür.
Ahlak ile ilgili bir diğer önemli mesele de ahlakın amele dönüştürülmesidir. “Amel-ahlâk” ilişkisi, bir başka ifadeyle “değer-davranış” bütünlüğü, ahlâkî değerlerin kaygan zeminden kurtarılarak, bir hayat biçimine dönüşmesini ifade eder. Bu bir anlamda ahlakın soyutluktan somutluğa dönüşmesi demektir. Esasen bu oldukça önemli ve kompleks bir konudur. Zira ahlâkî değerler tek başına bir şey ifade etmez. Ahlâkî değerlerin, hayatımızda vücut bulmuş, yaşayan değerler olması gerekir. Bunun için de konuşmaktan ziyade konuşulan ahlâkî değerlerin bir süreç dahilinde davranış bilincine, hayat tarzına dönüştürülmesi esastır ki, bu tür ilmi toplantıların bu sürece katkısı büyüktür.
Tabiatıyla bu dönüşümde kişinin iradesi, hayata bakışı ve sorumluluk duygusu öne çıkar. Yani insanın yalnız kaldığında da, temel ahlâkî değerlere sahip çıkan ve ona göre davranan bir kişi haline dönüşmesi, ahlâkî değerlerin vicdanlarda kökleşmesini, tek başına da olsa düşünsel alanda dahi, ona aykırı davranmayı bir bakıma insaniyetini, onurunu ve yaratılış misyonunu kaybetme kadar tehlikeli görebilme bakışını kazanmazdır.
Burada, değerin davranışa dönüşmesi ve bir irade gösterilmesi açısından, Islâm Dini ile ahlâk arasında kopmaz, köklü bir bağın olduğunu görürüz. Çünkü İslam, bize davranışlarımızın kendi içimizde hesabını verebilmeyi, hiç kimsenin olmadığı bir yerde bile şeffaflığı, kendimize karşı dürüstlüğü, kendimize karşı hesap verebilir olmayı, Allah Teâla’ya karşı hesap verebilir olmayı öğütlemektedir. Mesela Kur’ân-ı Kerîmde ve Hz. Peygamber’in Sünnet’inde çok özel bir ibadet olarak yer alan namaz ile ahlâk arasında, dikkatli okunmadığında fark edilemeyen önemli bir irtibat kurulmaktadır. Buna göre Kur’âna göre namaz, insanı bütün kötülüklerden alıkoymalıdır. Bir bakıma namaz bize, biraz önce ifade edilen ahlâkî değerlere uygun davranış bilinci kazandırmaktadır. Günde beş defa Allah Teâla’nın huzuruna çıkıp iradesini ve O’nunla irtibatını yenileyen kişi, namazın dışında da bilincini ve O’nunla bağını devam ettirir ve herkese karşı böyle bir sorumluluk içinde davranır. Bu açıdan bakılırsa namaz ile ahlâkî davranışlar, kötülükten kaçınma ve iyiliği, güzelliği yeryüzünde egemen kılma arasında kopmaz bir bağlantı vardır. (Özcan Hıdır)
Şurası bir gerçek ki, insanın mayasında bu değerlerin tohumları varsa, aksi yöndeki değerlerin tohumları da var demektir. Ebedi ve evrensel olan iyi değerler fıtratın bir boyu- tundadır, öbür boyutunda kötülükler de vardır, meknuz halde bulunmaktadırlar. Fıtrat böyle düzenlenmiştir. Sorun şudur: iyi değerler kötü olanlardan hangi kriterler kullanılarak ayırt edilecek, nasıl korunacak ve hangi yollarla ete kemiğe bürünüp hayatın şekillenmesinde rol oynayacak? Yardımsız ve yol göste- ricisiz kaldığında insan “şaşırabilir, karıştırabilir, tereddüde düşebilir, unutabilir veya doğru yoldan sapabilir” ki bu beş İnsanî illet “dalalet ”in türevidirler. “Isa ona ‘Neden bana iyi diyorsun?’ dedi. ‘İyi olan bir tek Tanrıdır.” (Luka 18:19.) “Ve dedi: ‘İnsandan çıkan şeydir ki insanı kirletir. Çünkü içten, insanların yüreğinden, kötü düşünceler, fuhuşlar, hırsızlıklar, katiller, zinalar, tamahlar, kötülükler, hile, şehvet, kemgözlük, küfür, gurur ve akılsızlık çıkar. Bütün bu kötü şeyler içten çıkarlar ve insanı kirletirler.” (Markos, 7:20-23.)
Anlatılmak istenen, ‘kurtuluş olmaksızın neredeyse insanın asla kendi başına iyi ve doğruyu bulamayacağı, çünkü özyapısı itibarıyla günahkâr bir tabiata sahip olduğu fikridir. Buna karşı Hümanizm, insanın asli yapısı itibarıyla iyi olduğunu, kendi başına iyi olanı bulabileceğini ve dolayısıyla ahlakî değerleri yine kendinin tanımlayabileceğini varsayar. Hıristiyanlığın “insanın mutlak günahkâr tabiatlına karşı hümanizm “mutlak iyi tabiat” fikrini öne çıkardı, yani ifrata tefritle cevap verilmiş oldu. Her iki zıt yaklaşım iki ayrı ucu temsil eder. Doğru olan orta-ara yoldur (vasat diri): “Nefse ve ona ‘bir düzen içinde biçim verene ve sonra ona sınır tanımaz günah ve kötülüğü (fücur), ve ondan sakınıp iyilik yapmayı (takva) ilham edip öğretene (andolsun.) Onu (özvarlığını) arındırıp temizleyen kurtulmuş, kötülükle örtüp saran ise ziyana uğramıştır.” (Şems, 7-10.) Kuşkusuz Tanrı mutlak iyidir. Ancak ahlak, Tanrının insana dışarıdan empoze ettiği değerler bütünü değildir. Bizzat Zatı’ndan neşet eder ve bizdeki kökleri doğamızın kendisinde içkindir, İlahi Tabiat’ın kendisidir. “İyilik (hasene) Allah’tan, kötülük (seyyie) insandır.” Kötülük kendi başına, ebedi ve mutlak bir öz değildir; iyi’nin suistimali, yani yanlış ve gayr-ı meşru (münzel şeriat e) aykırı kullanımıdır, iyilik de kötülük de bizde cereyan eder ve tezahür eder. Bu ikili tabiatımız “fıtratımızın bütününü ortaya çıkarır. Bir yönümüz İlahi, diğer yönümüz “dünyevi”dir. Incil’de işaret edilen, ikinci yönümüzdür. Fıtrat bizim ilk yaratılışımızda. İlk yaratılış anından başlamak üzere zamanı ve mekânı yarmak suretiyle varlık içinde yer ve konum alırız. Doğamız ikili tabiatın bizdeki terkibiyle teşekkül eder; bir yanda aşkın ve ilahi öz, diğer yanda bu dünyaya ait özelliklerimiz iç içe bulunuyor.
Ahlak, üzerinde yaratılmış bulunduğumuz şeyin kendisidir. Nasıl evren, kozmik düzen, tabiat ve tabiat yasalarının yaratıcısı Allah ise ve bu yüzden varlık aleminin tamamını Allah’a refere etmemiz gerekiyorsa hakikati ve ahlakı da Allah’a refere etmek durumundayız. Ahlak bize dışarıdan dayatılmış değil, yaratılışımızda vardır ve insan olmaklığımızda tamamlayıcı süreçlerin özü ve aslıdır. Varlık belli bir amaca doğru işler ve yürür; insan da belli bir ahlaki gayeye doğru kemale ulaşmak ister. Bazan da bunu önemsemez, reddeder; böylelikle toprağa, dünyevi tabiatının baskın tutkularına bağımlı kalır; yeryüzüne çakılır. Bu insanın evrenin veya kucağında gözünü açtığı tabiatın düzenine aykırı düşmesi, onunla çatışma içine girmesi demektir. Yoldan çıkan (fasık) kendi asli fıtratıyla, fıtratının ruhu ilahi tabiatla da çatışma içine girmiş olur.
Ahlak insanın dünyevi tabiatını dizginleyip öz varlığını kötü, yanlış ve çirkin (münker) olandan arındırarak kendi özüne ve onun dolayımında kemale erme konteksidir. Bu yatakta iyi, hak, doğru ve güzel (maruf) bir arada bulunmaktadır.
İnsan değer üretmek veya norm koymak üzere programlanmış değildir, bu onun yaratılışının sebeb-i hikmetinde yer almaz. Yükümlülüğü, vaz’edilmiş ulvi ahlaki değerleri bulup ve değerlerin kendisinden neşet ettiği Hak ve hakikati aramaktır. Fıtrat (vicdan) ve akıl bu arayışta ve çabada yardımcı araçlardır. Fıtrat ve akıl Hak ve hakikatin anlaşılıp teşhis edilmesinde önemli rol oynarlar, ama kendileri ne hakikat vazederler ne ulvi değer üretirler. Kendi başlarına buldukları hakikat fiziki gerçekliği aşamayan “zan’dır, ürettikleri değerlerin ulvi değer olma garantileri yoktur, çoğu zaman süflidirler. Pozitivizmin çöküşü bilimsel bilginin zan üzere geliştiğini gösterdi. Fıtrat bozulur, vicdan kararır, akıl tutulur. Nefsin, kibir, bencillik, tamah, tutku ve hırsların kontrol ettiği fıtrat ve akıl doğru iş ve işlev göremez. Bu elbette fıtrat ve aklı iptal etmemizi gerektirmez. Fıtrat ve aklın asli işlevlerini görmeleri onların vahyin ışığında çalışmalarına bağlıdır. (Ali Bulaç)
Ahlâki sorumluluğun birinci aşaması vicdani sorumluluktur. Aynı zamanda ahlâki müeyyidenin birinci aşaması da vicdandır. Fakat vicdan gerek sorumluluk gerekse müeyyide olarak yeterli değildir, ikinci aşaması ise, insanlara karşı, yani topluma karşı olan sorumluluktur. Cemiyet gerek değer yargıları ile yani tavır koyarak, gerekse kanunla ahlâki müeyyidenin ikinci kategorisini oluşturur. Bu noktada hukuk ile ahlâk belli bir noktada buluşmaktadır. Gerek laik ahlâk, gerekse dine dayalı ahlâk vicdan ve cemiyeti sorumluluk ve müeyyide kuvveti olarak kabul ederler. Dine dayalı ahlâk bu ikisini kabul ettikten sonra, bir üçüncü ve önemli aşama olarak uhrevi (ahirete ait) sorumluluk ve müeyyide kavramlarını savunur. Maturidiye göre “ahlâkın en büyük destekleyici kuvveti; uluhiyet ve ahiret fikri”dir. İşte, gerek sorumluluk, gerekse müeyyide olarak inanan insanı en çok etkileyecek olan kuvvet budur. (Hüdaverdi Adam)
Şurası da bir gerçek ki, laik ahlakın vicdan ve cemiyeti sorumluluk ve müeyyide kuvveti kabul etmesine rağmen birey ve toplumu ne kadar ahlaklı kılabildiği oldukça tartışmalıdır. Birey ve toplum ahlakını en azından sivil anlamda besleyen din ve dini kurumlar olmasa laik ahlakın kendi başına kurguladığı sistemin nasıl sonuç vereceği veya ne kadar başarılı olacağı merak konusudur. Laik ahlak dinden boşalttığı alanı kanun/ hukuk gücüyle dizayn etmeye çalışmaktadır. Bu anlamda Batı ahlakı kurallar ahlakıdır. Kurallar ahlakı bir noktaya kadar, sistemin tıkır tıkır çalışması açısından iyi sonuçlar verebilir. Ama bireyin diğer bireylerle ilişkisi söz konusu olduğunda (siz bunu Batının Doğulu insanla ilişkisi, Yahudinin Müslümanla ilişkisi şeklinde genişletin) sistemin hemen alarm vermeye başladığı görülür. Bu şekilde dinden boşalan alanın laik ahlakla doldurulmasının felsefî temellendirmesi de söz konusu olmuştur.
Bu tür bir ahlak anlayışını en iyi ortaya koyan da aydınlanma çağının kurucusu kabul edilen Alman filozof Emmanu- el Kant’tır (1724-1804). Asıl olarak insan bilgisinin kaynağı konusunu sorgulayan Kant, bir ahlak filozofu olmaktan çok ahlakın genel özellikleri üzerinde düşünmüştür. Şöyle ki, Kant tek tek ahlak kuralları üzerinde durmamıştır, kutsal kitapları yeniden yazmamıştır, toplumda asırların ve geleneklerin birikimiyle ortaya çıkan ahlak anlayışlarına dokunmamıştır.
Kant’ın yaptığı, insanların hangi eylemlerinin ahlaki kabul edilebileceği konusunda genel kurallar ortaya koyma çabasıdır. Bu çerçevede Kant, öncelikle şarta bağlı kurallarla, hiçbir şarta bağlı olmayan kuralları birbirinden ayırmıştır. Örneğin bir mahallede bakkal olduğunuzu varsayalım. Esnaftan biri ölmüştür. Herkes yas tutmaktadır. Siz bu genel mateme uymadığınız takdirde müşteri kaybetmekten çekindiğiniz için yas tutmaktaysanız, bu şarta bağlı bir kurala uymaktır. Burada kural yas tutmak ise, şart müşteri kaybetmek korkusudur.
Çoğunluğa uymanın sizi mutlu kılacağına inandığınızdan dolayı ve o anda çoğunluk da yas tuttuğu için siz de mateme saygı gösteriyorsanız, bu genel ama yine şarta bağlı bir kurala uymaktır. Bu eylemler Kant’a göre gerçekte ahlaki eylemler değildir. Bizi mutlu kılacak bir şeyi amaçlamakla ahlaklı olunmaz.
Ahlak kuralının özü hiçbir şarta bağlı olmamasıdır. Yas tutulacaksa yas tutmak için tutulacaktır. Yas tutma eylemi hiç bir amaca bağımlı kılınmamalıdır ancak o zaman o matem eylemi ahlaka uygun olabilir. Ahlaklı bir eylem evrensel bir yasa gibi geçerli olan bir ahlak kuralına uymak demektir. Gönüllü olarak bu ahlak kuralına uymak, kişisel istek ve tutkulardan özgürleşmek anlamına gelir.
Böyle ahlaklı bir eylemin özellikleri Kant’a göre üç açıdan gözlenebilir: Öncelikle, o eylem evrensel bir yasanın uygulanması olabilmelidir. Benim yaptığımı herkesin de yapabilmesinin mümkün olmasıdır. Örneğin yalancılık veya iftiracılık genel bir yasa olamaz, herkesin yalan söylediği veya birbirine iftira attığı bir toplum yaşanmaz olur.
İkinci olarak Kant’ın çok bilinen bir özdeyişi gelir. Kısaca şöyledir: Kendi kişiliğinde ve başkalarının kişiliğinde insanları o şekilde ele al ki, hiç kimse basit bir araç olmasın, amaç her zaman insan olsun. Örneğin matem tutulacaksa veya tutulmayacaksa ve her ne yapılacaksa amaç bundan siyasal çıkar devşirmek olmasın, siyasal çıkarlar için insan araç haline getirilmesin ve matem insana saygının ifadesi kalsın.
Burada da üçüncü ilke kendiliğinden belirmektedir. Kant’a göre ahlaki eylem hiçbir zaman sonuçlarına göre değerlendirilemez. Her eylem tek tek ele alınır. Herhangi bir ‘davaya yararlı olacak diye ahlaka aykırı bir eylemde bulunmak ahlaksızlıktır. Esasen adına deontoloji denilen anlayış tek tek her eylemin belli ahlaki görevlere uygun olmasını istemektir, neti- cecilik’ yanlıştır. (Kayahan Uygur)
Şimdi son olarak bu olaya bir başka açıdan bakarak bitirelim. Bir gazeteci düşünelim ve diyelim ki, az bulunur bir enstantane yakaladı. Ayağı kazara takılıp suya düşerken köprünün parmaklıklarını yakalamış olan bir kazazedeyi fark ediyor. Fotoğraf makinesi elinde hazır. Deklanşöre basıp o anı kayda geçirmek ve gazetesinden aferin almak işten değil. Ancak öyle bir kritik an ki bu, fotoğrafı çektiğinde kazazedenin eli parmaklıktan kurtulup suya düşme riski söz konusu. Şimdi gazeteci ne yapacak: gazetecilik aşkıyla (siz buna görev duygusu deyin) o anın fotoğrafını mı kayda geçirmeye çaba gösterecek; yoksa kamerasını, ceketini bir tarafa fırlatıp kazazedenin elinden tutup onu kurtarmaya mı çalışacak?
Modern zamanların ahlak tutumu (Kant’tan bu yana), bize görev ahlakı telakkisini aşılıyor. Görev ahlakının içinde bir şeyi kendi hatırı uğruna -yani başka hiçbir mülahazaya yer vermeksizin- o işi salt kendi hatırı uğruna gerçekleştirmeyi eylemlerimizin önüne koyuyor. Erdemli olma, o işi salt kendi hatırı uğruna işlemeyi öngörmektedir. Görevi yerine getirme, her türlü pratik gerekçelerin dışında ve üstünde sayılmaktadır.
Oysa farklı bir erdem anlayışı yapılması gerekenden daha fazlasını yapma imkânını önümüze getiriyor. Diyor ki, sen görev ahlakıyla yapman gerekeni yapabilirsin, böyle yaptığın için kimseden kınama da görmezsin. Fakat yapman gerekenden daha fazlasını yapma imkânı her zaman sana verilmiştir. Yapman gerekenden daha fazlası bir insanın hayatını kurtarmaktır… İşte bu durum, bize İslam ahlakında öngörülen takva kavramım getiriyor.
Zikrettiğimiz örneklerden hareketle gazetecilik başarısına da, köprü parmaklığına takılı kalmış kazazedeye de bu açıdan bakıp kararı kendiniz vereceksiniz. Salt görev duygusuyla mı yetinmek isterdiniz; insani mülahazalar! da dikkate alarak mı karar verirdiniz? (Rasim Özdenören)
Yavuz Köktaş – Modern Dünyada Müslümanca Düşünmek 1 ,syf:303-311