Abdurrahman Arslan – Modern Dünyada Müslüman Adlı Kitabından Alıntılar

modern-dunyada-muslumanlar Abdurrahman Arslan - Modern Dünyada Müslüman Adlı Kitabından Alıntılar
Modern süreç, tabiatı gereği her şeyi göreceleştirdiğinden dolayı kendisini sürekli olarak değiştirip dönüştürür. Bu­nun neticesi olarak toplumsal yapıda meydana gelen değişim ve ürettiği sorunlara yeni teşhis ve tanım koyarken, Müslü­man da her defasında Islâm’ı buna bakarak yeniden tanımla­mış olur. Dolayısı ile dün Islâm’da medeniyet, ilim, hürriyet, cumhuriyet… vs. varken; bugün devlet, demokrasi, kadın hakları, çevre tüm bilimsel disiplinler, iktisat, kâr, marka, tüke­tim, moda ve elbette sivil toplum da… vardır. Burada gözlem­lenen Islâm/Islâm’da diyerek “form” korunurken, her defasın­da ortaya koyduğu, başkalarına ait, onlar tarafından yeniden tanımlanmış içeriktir. Fakat içeriğin bu şekilde her defasında yeniden tanımlanışı gözden kaçmaktadır. Ama muhalifin tek­nolojik ve bilimsel değişimler nedeni ile bunları her defasın­da yeniden tanımlamak mecburiyetinde olduğu da bir gerçek­tir. Bu süreç ve yöntem, meseleler için üretilen çözümlere ye­ni “İslâmî” kılıflar hazırlayarak muhalifini hep arkadan izle­yen bir anlayış olarak kabûl gördü, benimsendi, savunuldu; daha önemlisi, bunun gerçekten moderniteye bir cevap olaca­ğına inanılmış olunmasıydı.
 
İzlenen süreçlerde muhalifin ürettiği ve sahip olduğu her ol­guya, muhalife bakılarak üretilen her muhalif tanım/kavram, aynı zamanda Müslüman zihinleri de sekülarizmin gizli tuza­ğına düşürdü. Şimdi artık Müslüman zihin, olgular karşısında İslâmî “form”u koruyacak, fakat içeriğini de sekülerleştirmeye başlayacaktır. Sekülerleştirmenin belki de ilk ve en güçlü çeşi­di olarak rastlanan bu olgu, hemen anlaşılması ve test edilmesi oldukça zor şeklidir. Son yıllarda haberleşme araçlarının yay­gınlaşması ile birlikte İslâm dünyasında rasyonelleşme ve pozitivist ilkeler hayata ilişkin değerlendirmelerde belirleyiciliği üstlenmeye başlarken; ilerlemeye duyulan derin arzu ve inanç, modernitenin ticaret ve kâr anlayışının sonucu var olmuş araç­larını toplumsal hayata davet etmiştir. Sonra da form olarak İs­lâmî kelimesi kullanılarak seküler/modern içerikleri özümsenmiştir. İslâmî banka, İslâmî borsa, İslâmî hisse senedi, Müslü­man işadamları, İslâm kredisi… vs.
 
—————————————
Aydın/entellektüel hiç kuşkusuz varlığını modern döneme borçludur ve bu dönemin sadece sözcüsü değil, ama aynı za­manda mimarı da sayılmaktadır. 18. yüzyılda kilise düzeninin ve hâkimiyetinin çökmesi ile toplumda meydana gelen boşlu­ğu dolduracak yeni çeşit bir kılavuz ortaya çıkar, artık insanla­ra karşılaştıkları sorunları nasıl çözeceklerini, neler yapmala­rı gerektiğini bu insanlar, aydınlar söylemeye başlar (Paul Joh­nson, 1990: 1). En azından iki yüzyıldan beri aydınların etkisi dünyamızda giderek artmıştır. Bu seküler kılavuzların -ay­dınların- dünyanın şekillenmesinde anahtar rol oynadıklarını hattâ dünyanın bir bakıma onların ellerinde günümüzdeki “ha­line” ulaşmış olduğunu söyleyebiliriz.
 
İnsanın tarihinde ilk kez toplumun karşılaştığı meseleleri salt kendi “aklının” (intellect) gücü ile çözebileceğini güvenle iddia etmeye başlayan bu kıla­vuzlar, geçmişin tüm tecrübe ve bilgeliğini işe yaramaz, safsa­ta ve kör gelenek kabûl ederek red etmişlerdir. Onları bu kadar kendinden emin yapan, temsilcisi oldukları yeni çeşit bilginin (modern) gücüdür. Aydınlar kendilerinden öncekiler gibi -din adamları- Tanrı’nın gönderdiklerini tefsir etmek görevi üstlen­mediler, aksine kendilerini Tanrı’nın yerine ikame ettiler (Pa­ul Johnson, 1990: 4).
 
Aydınların modernleşme ile birlikte Batı’da olduğu gibi İs­lâm, Hint ve diğer dinî geleneklerin hüküm sürdüğü kültür dünyalarında da önderliği ele almış oldukları görülür. Bu yeni dönemle birlikte I. Kolakowski’nin sözleri ile modern sivil top­lum üç direk üstüne kurulmuştur: para, siyasal güç ve söz; “sö­zü” aydınlar seküler paradigmaya sadık kalarak üretme görevi­ni sürdürdüler.
 
Aydınların otantik köklerinin modern toplum dışında kalanlar için yabancılığı, formda yerli tonlar taşıma­sı nedeni ile fazla göze batmamış olsa bile uzun süre toplumda güven bulmakta zorlanmışlardır.
 
İslâm tarihine köken ve nitelik olarak bu kadar yabancılığına rağmen Aydın/münevver’in, son üç yüz yıldan bu yana içtihad kapısının açılmasını talep etmesi, ümmetin kendi iç dinamikle­rinin doğurduğu sorunlara cevap oluşturma sebebiyle değildir. Bu sorunlar farklı bir paradigma (modern/seküler) ile karşılaş­manın neticesiydi ve içtihad talepleri de büyük oranda bu dün­yanın içselleştirilmesinden dolayı gönül rahatlığına olmasa bi­le kafa rahatlığına ulaşmayı amaçlıyordu. Aydın modern dün­ya ile bazı yönlerden barışık yaşamak istemiştir. Kuşku yok ki, bu talepleri ile kendisini Alim’in yerine ikame etmek istediğini, sözde olmasa bile pratikte görmek mümkündür.
 
—————————————
 
Hayatın “karmaşaya” dönüştüğü böyle zamanlarda Peygam­ber, yeni bir başlangıç için, hayat için zorunlu koordinatları ge­tirir. Biz modernitenin etkisiyle dinin ikinci yönünü, entellektüel yönünü birinci sıraya çıkardık. Bunun bir sebebi de dün ha­yatımızın çok az yönü modernize olmuştu; fakat bugün modernize olmayan çok az parça kalmıştır. Dolayısı ile, yaşanmış bu tarihsel tecrübe sürecinde İslâm’ın hep entellektüel bir söylem düzeyinde ifade edilmiş olması, dini de o düzeye indirgemiş ol­du. Oysa din her zaman öncelikle bir yaşama biçimidir ve insa­nın sorunu da hep bu olmuştur. Diğer taraftan dini “entellek­tüel” olandan üstün kılan esas budur. Aynı zamanda Müslümanı modern dünyaya karşı güçlü kılan da budur. Çünkü bu pey­gamber! bir gelenektir ve eğer modern dünyaya cevap gereke­cekse; efendimiz Hz, Muhammed’in (s.a.v.) yaşayarak bize ör­nek olduğu o yalın ve “fakir” hayatına talip olarak işe başlayabi­liriz. Şüphe yok ki, böyle bir hayatın ödenmesi gereken “bedeli” çok yüksek olacaktır. Fakat yeni bir gelecek için ödenmesi gere­ken “pahalı” bir bedel kadar tabiî ne olabilir ki!
 
Hz. Peygamberin getirdiği ve varlığın tanınımında meşrûiyeti sağlayan (Hakikate ilişkin bilgi) esas kaynaktan her kopuş­ta, uzun süreçler neticesinde insan, bazen “boş bir amaç için yaratıldığını sanmakta” (Mü’minun 116), bazen “Allah’la kar­şılaşmayı ummadığından” (Yunus 7) bazen de “dünya hayatı­na razı olduğundan” ve neticede de “bütün gerçek bu dünyada yaşamakta olduklarımızdır” (Mü’minun 37) kanaatine var­maktadır. Böyle bir sonuca varmak kuşku yok ki farklı bir bil­gi ile mümkündür. Fakat bu bilginin “dünya” ile sınırlı kalaca­ğı açıktır; “dünya hayatından başkasını istemeyenlerin ilimden yana ulaşabilecekleri son sınır budur” (Necm 29-30). Dolayısı ile böyle bir sonuçtan hareket ederek yeryüzünde -kısa olması­na rağmen hiç bitmeyecekmiş gibi uzun görünen, (Enbiya 44)- bir hayatı “kurgulamak” için yine mecburen bu hedefi payla­şan bir bilgiyle işe koyulmak gerekmiştir. Bu dönüşümün tabii sonucu olarak -kanaatimize göre- her gelecek tasarımı sadece varlığın tabii düzenine bir müdahale değil, fakat aynı zamanda da uzun süreçler boyunca devam eden “iman”dan “bilgi’ ye ge­çiştir. Fakat belirtmemiz gerekir ki burada, “iman” ve “bilgi” için farklı ontolojik statüler olduğu kastetmemekteyiz.
 
Şüphe yok ki insanlarda bir gelecek düşüncesi ve düzen fikri uyandıran ilk kaynak dinin kendisidir. Din, adını öbür dünya/ ahiret olarak tanımladığı bir gelecekten bahsederken, aynı za­manda bir “gelecek” düşüncesine de kaynaklık etmiştir. Dolayısı ile gelecek kavramı, çelişkili görünmesine rağmen tümüyle dinî ve kutsal bir kavramdır. Din bununla da kalmaz, dünyanın ve onun üstündeki hayatın sonluluğuna atıfta bulunarak bunu ısrarla hatırlatmaya çalışır (En’am 135).
 
Hayatın sonluluğunun ölümle tecrübe edilişine rağmen, in­san yine de bunu kabûlde zorlanmaktadır; ya dünya hayatına razı olmakta ya da onu ahirete göre sevimli bulmaktadır (Tevbe 38, Nahl 107). “Nefs” sahibi insanın kendinde taşıdığı dün­yaya eğilim ve sevgi, yani “hubbu dünya” kendisini sürekli dışa vurmak isteyecek ve bu tezahür insanı “el-hayatü’d-dünya”yı kurmaya teşvik edecektir. Bu yöneliş insanı, sahip olduğu ilahi ve kutsal referans kaynağından uzaklaştırarak kopmayı başla­tırken, insan da geleceğini “kurgulamaya” başlar.
 
Geleceğin kurgulanımındaki meşrûlaştırım farklı şekilde olabilir. İster Semud kavminin yaptığı gibi sanat eserleri, dağlarda evler oyma, isterse güvenlik arayışı olarak; yine Firavun’un görkemli mezarları veya eski Grekler’in kusursuz heykelleri; isterse Yahudiler’in “vaadedilmiş toprakları/seçilmiş kavim” olmaları; ya da günümüzdeki gibi modernitenin “düşünüyorum”u olsun; sonuçta farklı “araçlar” kullanmala­rına rağmen, “dünyayı” esas aldıkları görülür. Bu esas alışta, dünyanın geçici olmaktan çıkartılarak onu kalıcı yapma teşeb­büsleri yatmaktadır.
 
—————————————
 
Modern dönem, insan ve onunla eşzamanlı olarak varlığın yeniden tanımı olduğundan, bu ta­nımlama mecburi olarak yeni bir meşrûiyet kaynağını da be­raberinde getirmiş olur; insan “düşünerek“ kendisini var eder. Kartezyen çözüm arayışları, yönünü kaybetmiş, artık ne belir­li ve hâkim bir merkezi (Roma’sı) ne de imtiyazlı bir hedefe sahip olan ve bir düzen arayışı içindeki bu kaos haline bir ce­vap sayılır. Kendisini “düşünerek” var eden insanın yaşayaca­ğı “dünyayı” da yine “düşünerek” yeniden yaratma ve yarattı­ğı -kurgulayacağı- bu dünyayı yine “düşünerek” yönetmek is­temesi, kendi içinde haklı ve tutarlı bir rasyonellik taşımakta­dır. Burada rasyonellik doğru ve kesinliğe ulaşmanın temina­tı kabûl edilirken, Tanrı ve din akim işlemlerinden çıkartıla­cak “unsura” dönüşür.
 
Bu rasyonellik, bütün hakikatin duyuların nesnesi haline dönüşümünü sağlayarak bir “yeryüzü cen­neti” olarak modern tasarımı kurmaya yardım etmiştir. Kar­tezyen geleneğin düalist tabiatının doğal neticesi olarak, in­san ve tabiat (algılanan ile algılayan) tekrar birleşmeleri mümkün olamayacak şekilde birbirlerinden kesin olarak ayrılmış olur. Bu ontolojik kopuş insanın aynı zamanda cenneti kendi ontolojik kaynağından kopararak yeryüzüne taşıyıp getirebileceğine inanmasını sağlar. İnsan, “başkasının” yarattığı cennet yerine -“düşünerek” kendisini var ettiği gibi- kendi cennetini de kendi elleri ile kurmak ister.
 
—————————————
 
”Eğer şeytanı ve günahı -modern kurgunun yaptığı gibi- ontolojik kaynağından koparıp kendi dünyanıza katmak istemiyorsanız, gerçek çoğulculuk ancak dinde bulunabilir. Bundan dolayı İslâm, dünyayı aşan ilahi ve kutsal bir kaynağa referans yaptığından açık-uçlu bir toplumsallığı kurmaya çalışırken, ne şeytanın ne de günahın sekûlerleşmesine müsaade etmez. İslâm için inananlar gibi inanmayanlar da olacaktır ve onların da neye nasıl inanmışlarsa kendilerine has bir veya birden fazla, müşriklerde olduğu gibi hakikat tanımının olması kaçınılmazdır. Bundan dolayı İslâm çoğulculuğu farklı hakikat tanımı yapan ve ona göre de oluşmuş bir hayata din demektedir. Çünkü İslâm’a göre din hayattır, hayat ise Allah’a dönüştür (Al-i İmrân 83).
 
—————————————
 
Modern kurgu/proje, sonsuz bir barış vaadi içinde bir “yer­yüzü cenneti” olarak başladı ve birkaç yüzyıldan beri hayatım sürdürerek gelmektedir. Sadece geleceğe yönelik vaatlerle do­lu değil artık, fakat aynı zamanda kendi tarihi içinde ve kendi­sinden veya onun dışında düşünülmesi mümkün olmayan çok miktarda günahla da yüklüdür. Tarihte hiçbir proje ve güç, kü­resel düzeyde bu kadar istila edici olamamıştır; bugün nüfuz edemediği hiçbir toprak parçası ve hayat alanı kalmamış gibi­dir. Bu kurgunun bütün “sivilliğine”, “çoğulculuğuna” ve “öz­gürlüğüne” rağmen “totaliter” olanı da kendi içinde barındır­dığı görüldü; insanların -hattâ farklı dinden oldukları da sak­lanmadan- atom bombalarına yedirildiğinin canlı tanıkları ara­mızda gezmektedir.
 
Din hayattır; hayat ise Allah’a dönüştür; Allah’a dönmek is­teyen insanın kendi gelecek tasarımı için çaba sarf etmesi ka­dar haklı ne olabilir!..
 
—————————————
 
İslâm’da karşılığını bulamadığımız fakat moderniteden ödünç aldığımız, hattâ “mülkiyetimize” geçirdiğimiz “toplum” kavramı ile, İslâmî bir “toplumsallık” üzerinde düşünmek ve onu gerçekleştirmek arzusu, aslında oldukça modern bir çaba sayılmalıdır. Zira İslâm elbette inanan insanların biraraya gelmişliği/birlikteliği anlamında “cemaati” ihmal etmemekte; ne var ki, bu cemaati meydana getirenlerden biri olarak mümin’e öncelik vermektedir. İslâm’a göre cemaat, müminlerin meydana getirdiği birlikteliktir; halbuki modern toplum anlayışında “birey” toplumun bir “ürünü” ola­rak görülür; modern toplumda insan, birey/vatandaş olarak yeniden inşâ edilir.
 
—————————————
 
Düşünüyorum o halde varım”la insan sadece özerk bir ko­numa geçmemiştir; varlık dünyası ile yaratılmış olma anlamın­da paylaştığı ontolojik bütünlük ve birlikteliği de parçalamış olur. Dış dünyanın tüm gerçekliği “ben”e indirgendiğinden, diğer bir ifade ile nesneler dünyası varlığının özneye borç­lu hale getirildiğinden özne de efendi konumuna geçer. Bu­nun siyasal/toplumsal tezahürünün çok geçmeden ortaya çık­tığı görülür. Afrika’dan Amerika’ya yapılan köle sevkiyatında 19 milyon insan sadece yolda “telef’ olacaktır. Fakat diğer ta­raftan da ontolojik bağ koptuğundan dolayı özne için nesneler dünyası aynı zamanda bilinmezlikler dünyası olur. Bu neden­le bilinmezlikler dünyasını bilinir kılmak, ele geçirmek için savaş açılması, fethedilmesi gerekir. Bunun başlangıcı ise so­ru sormaktır; denebilir ki, modern dönem aynı zamanda soru­ları çok olan bir dönemdir. Bu sorular, nesneler dünyası hak­kında yeterli bilgiye sahip olunmadığından -“cahillik” ve “bil­gisizlikten”- dolayı değil, -elbette bu da vardı- fakat o dünya­ya yeni tasavvurun yardımı ile yeni bir anlam kazandırma çabasının sonucuydu. Şeytan Hz. Adem’e (insana) bakarak bü­yüklenmişti.
 
Şimdi insan da kendisi için yaratılmış ve kendisi­nin emri altına verilmiş varlık dünyasındakilere bakarak yer­yüzünde büyüklenmeyi tekrara düşecekti. Kendisinin de için­de bulunduğu ve âyetlerden başka bir şey içermeyen bu varlık dünyası, artık onun için sadece “nesneler” dünyasından başka bir şey değildir. Şüphe yok ki, bunu isteyen ve yaptıran onun heva ve hevesidir; fakat nefis her zamanki gibi bir aracı bağ – ki akıl Arapça’da bağ/bağlama anlamına da gelmektedir- ola­rak “aklı” kullanacaktır. İnsan “Akıl” ile kendi varoluşunu is­pat edecek, fakat iş burada bitmeyecektir; onun organik uzan­tısı olan “birey/bireycilik” de bu süreçte birlikte ortaya çıkma­ya başlamış olur.
 
Sonuçta; insan tabiattan kopar; kendisine ye­teri kadar güven duyduğundan dolayı Descartes’la birlikte ki­lisenin “kurtarıcılığına” da son vermiş olur. Artık insan kurtu­luşa hem kendi aklı ile ulaşacak, fakat aynı zamanda da bu do­ğal bir kurtuluş olacaktır. İnsanın ve toplumun kusursuzluğa ulaşabileceği ümidini taşıyan bu düşünce izlediği süreçle bera­ber yoksulluğun, kötülüğün, zulmün, saldırganlığın bir Grek mirası olarak aldığı “korku” ve “kaygı”nın ve belki de bunlar­dan da önemlisi mutsuzluğun yeryüzünden kaldırılabileceği­ne inanır. Şimdi artık modern dönemle birlikte Avrupa’da ye­ni bir mutluluk ideası ortaya çıkar. Halbuki Hıristiyanlık bu­nun ölümden sonra olabileceğini söylemekteydi; cennet için yeni ve yabancı değildi bu idea, fakat yeryüzü için hem yeni hem de çok yabancıydı.
 
—————————————
 
Yakın zamana kadar Müslüman “ekonomik faaliyetini rızık kavramı ile kavramsallaştırdığINdan dolayı is-raf tüketim faaliyetinde belirleyici işlev görüyordu; çünkü RIzık, Rezzak’ı şart koşar ve aynı kökten geldiği için de çağrışımı dolayımsızdır; israf ise Rezzak’ın haram kıldığı bir şeydi. 1980’lerle birlikte formda İslâmî çağrışımlar taşıyan yeni finans kurulula­rı ile Müslümanlar’ın ekonominin dinamik ve seküler süreçleri­ne katıldıkları gözlenir. Bunların sağladıkları kâr ve icra ettikleri ekonomik işlevlerden çok, bu sürece katılımı sağlamaları açısın­dan çok daha önemli iş gördükleri söylenebilir.
 
Bu süreçle bir­likte Müslüman, modernitenin -kapitalizm, tüketim toplumunun- belirgin işleve sahip üç önemli kavramını keşfeder: Kâr, moda ve marka. Bunlardan moda ve marka, Müslümanın kültür evreni içinde bir meşruiyet temeline sahip olmadıkları gibi, kar­şılığı olmayan kökten yabancı kavramlar özelliği taşımaktaydı­lar. Fakat tüketime ilişkin kazanılan yeni davranış biçimleri ile bu iki yabancı kavram tercihlerimizde bir ihtiyaca atıfta bulu­nacak ve belirleyici unsur olacaktır. Dolayısı ile “moda tesettü­re bürünerek” podyumlarda arz-ı endam ederken; “Tekbir” ke­limesi içerik anlamını terk ederek patentlenecek ve ticari mül­kiyetin “metaı” olacaktır. Öte yandan metropolden başlayarak deniz kıyılarına uzanan modern hayat biçimlerinin özellikle de­nize dönük kültürü ve bu hayatın mevcut kurgusu göz ardı edi­lerek, “hakiki şeriat” mayo olup denize sokulmaya başlanır.
 
So­nuçta, modernitenin bu sekülerleştirme süreçlerinin istediği ka­tılımı sağlamak ve tüketim ile tapınmanın birbirinden zor ayırdedilebilindigi metaların dolu dünyasında, “bereketi” kalmadı­ğı için eski tanım ve ölçüsü ile yeterli olamayacağından, kârın modern biçimi ile tanışılır.
VI
—————————————
Vurgulanması gereken bir husus “birey” ile insa­nı birbirinden ayırmak gerektiğidir; yaklaşık birkaç yüzyıldan beri birey, “insan-anlamı” üstünde hâkimiyet kurmuş durum­dadır. Dinin insana sunduğu kimliğin evrensel nitelik taşıması nedeniyle, aynı zamanda insana kaynağı farklı olan bir yorum­lama bilgisi imkânı sunar. İnsan bu yorumla kendisine bir ko­num kazanır ve —esas yurdu cennet olduğundan- bu dünyaya duyduğu yabancılığı üstünden atarak, mekânı ve şartları aşan —iman etme “eylemi” sonucu kazanıldığından— kesinliğinden kuşku duymadığı bir kimlik elde eder. Varlık dünyası ile yara­tılmış olma bağlamında da aynı ontolojik düzlemi paylaştığın­dan varlık dünyası, kendi (insan) adı ve kimliği arasında mut­lak bir uyuma ulaşır. Evrende kendisinin konumlanmasını sağ­layan bu kimlik, aynı zamanda bu insanın kim olduğunu, nere­den geldiğini, nereye gideceğini kozmik gerçeklik içinde algı­lamasını sağlar; Allah’ı bildikçe, bu kimlik sahibi insan başka­larınca “bilinmeye” ihtiyaç duymaz; ölüm, evren tasavvuru ve hayatın içinde bir “moment” olarak algılanır.
 
Bu kimlik sahibi insan için, dünya insan için yaratılmıştır. Varlık dünyasındaki bütün mevcutlar ilahi bir kaderin ellerin­de ve büyük bir amaç yüklenmişlerdir; her şey hayat sahibi var­lıklar olup Yaradan’ı teşbih etmekte; bütün bu varlık hiyerarşisi içinde bir statüye sahip ve bir diğerine ulaşan halkalardır. İnsan ise bu varlık zincirinin hem “en şerefli” hem de “en aşağı” hal- kasındadır. Bu kimlik sahibi insan evrendeki tüm olaylan canlı ve anlam dolu dünyada ilahi bir amaç ve bağlam içinde yorum­lar. Dolayısı ile diğer kimlikten farklı olan bir gerçeklik tanımı­na ve bilgisine ulaşır.
Olayların anlam dolu dünyasında yaşayan mü’min, sahip ol­duğu kimlik tarafından farklı bir toplumsal ilişkiye davet edi­lir.
 
Bu ilişkinin sonucu kutsal olanın -bir ibadet olarak- hem üretilmesi, aynı zamanda da sekülerin hayat alanından ko­vulması demektir. İnsan bunu yaparken peygamberinin -ya- pıp-etme biçimini- sünnetini örnek alarak bir yandan “üm­met kültürü”nün (bir ümmet kültürü olarak sünnetin) yeni’den üretimini gerçekleştirir; fakat diğer yandan da bu, kimliğin ifade edilişi olarak tezahür eder. Dinin verdiği kimlik dışındaki tüm kimlikler -özellikle modernitenin sunduğu alt kimlikler; mesleki, ulusal- eğitim yolu ile yeniden üretilirken, dinin sun­duğu kimlikte ibadet ile yeniden üretilme sözkonusudur; çün­kü dine göre kimliğin üretimiyle ibadet -istisnalar hariç tutul­duğunda- bir ve aynı şeylerdir.'”
 
—————————————
 
..Günümüzün ister ulusal isterse uluslararası po­litik dili ve onun kavramsal içeriği 17. yüzyıldan beri sekülerleştirilmiştir. Bu dilin İslâm bir yana, Hıristiyanlık’ın yönetime ilişkin dilinden herhangi bir kalıntıyı içeriğinde taşıdığı söyle­nemez. Politikanın “Islâmîzasyonu” dediğimiz bu durum, ken­disini daha çok seçimler döneminde kullanılan afişlerde orta­ya çıkartmaktadır. Postmodernitenin “spectacular culture” üne uygun düşen bir tarzda, İslâmi taleplerin tümü reklamcılığın malzemesi olmak üzere en küçük parçalarına bölünerek “sloganlaştırılacak”, böylece tüketicinin beğenisine sunulmuş ola­caktır. Kadınların seçimler için mobil hale getirilerek, “hizmet” için evlerini boşaltmaları, kamusal alanda görünür kılınmak is­tenen İslâmi “imaj’ için mahremiyetin önemsizleşmesini de be­raberinde getirmiş olur.
 
Müslümanlar’ın eğitim sürecine katılmalarını sağlayan İmam Hatip Okulları ise, Müslümanlar’ın kendi tarihlerinden hasıl ettikleri bir kurum ve miras olmaktan çok, moderniteye kar­şı verilen muhalefet süreçlerinin içinde ve bu mücadelenin be­lirledigi bir çözüm olarak ortaya çıkmıştır. Müslümanların eğitime katılmaları bu okulların inşâsından, çocuklarını bu okullara öğrenci olarak göndermelerine kadar büyük bir özveri ve içtenlik taşımıştır. Cumhuriyet tarihinde bu kadar gönüllü ve topyekûn katılımın gerçekleştirildiği başka bir örnek olduğu söylenemez.
 
—————————————
 
Ahlâkın anlam düzeyinde uğradığı mahiyete ilişkin değişim, Müslümanların giderek bir tüketici kitle olmalarını da kolay­laştırmaktadır. İslâm’ın israf olarak tanımladıklarından birço­ğunun bugün ihtiyaç olarak görülmesinin sebebi bu olmalı­dır. Bundan dolayı Müslüman modern dünyanın neredeyse bü­tün “meta”larının İslâmî kavramlar/isimler ile yeniden sembol­leştirerek tüketime hazır duruma getirmektedir. Toplumda hâ­kim durumda bulunan tüketim modelinin inşâ biçimine Müs­lümanların giderek eklemlenmesi, onların israf kavramını ge­leneksel bularak içerikte dönüştürmelerini meşrûlaştırmakta- dır. Azımsanmayacak bir kitleyi tüketici haline getirip reklam­larla yönlendirmek, artık bundan sonra “İslâmî reklamcılığın” imkânları ile mümkündür ve bunun istenen neticeleri verece­ğini söyleyebiliriz.
 
Meselâ bugün Müslüman kadının tesettürü, içerikte gele­neksel anlam düzeyinden kaymaya uğrayarak yeniden sembolleşirken, aynı zamanda Müslüman kadın gelenekten farklı bir tüketim ve bu tüketimin sekülerliği içeriklendirmiş semboller dünyasına girmektedir. Bunun neticesi olarak tesettür, ne ya­zık ki, bu dünyaya girişte araçsallaşmaktan kurulamamakta­dır. Kemalizm’in varsaydığının aksine; Müslüman kadının ka­musal alana katılımı -bundan kamusal alana katılmama netice­si çıkartılmamalıdır- kamusal alanı zenginleştirirken, kendisi “ fakirleşmektedir. ”
Buna ilave olanak kamusal alana katılım -erkek ve kadın olarak-, Müslümanın kendini orada sadece görünür kılması ile neticelenmemektedir. Bu katılım dindarlaşmayı aile içinde güçlendirerek mahremiyeti nitel bir dönüşüme uğratmaktadır. Özel hayat/privacy mahremiyetin yerini almaya başlamaktadır. Islâm’ın tanımladığı mahremiyet anlayışının yerine nefsin çok sevdiği ve yabancılaşmayı kışkırtan “privacy”nin geçmesi Müs­lüman için seküler temelli bir dokunulmazlık zırhının oluşma­sına ve bireyciliğe kapı aralamaktadır.
 
Abdurrahman Arslan – Modern Dünyada Müslümanlar
İnceleyin:  Stratejik Zihniyet ve Kültürel Kimlik

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir