İbn Arabi – Futuhat-ı Mekkiye,cild:7 ‘Notlarım’
Cevap:
Allah şöyle buyurur: ‘Yeryüzü O’nun kabzasıdır* Ruhlar bedenlere tabiyken bedenler ruhlara tabi değildir. Cisimler kabz edilirse, ruhlar da kabz edilmiş olur, çünkü cisimler ruhların heykelleridir. Allah ise, her şeyin O’nun ‘kabzası’ içinde olduğunu bildirir.
Böyle bir soruyu müslüman bir filozof sormuş olsaydı, buradaki zamirin Adem’e döndüğünü söyleyerek kendisine yanıt verirdik. Başka bir ifadeyle Adem, yaratılış aşamalarında sudan insana vs. gibi tavırdan tavra, ‘yaratılıştan sonra başka bir yaratılışla yaratılarak’ intikal etmemiş, Allah onu ortaya çıktığı şekliyle yaratmıştır. İnsan bebeklikten çocukluğa, oradan gençliğe oradan yaşlılığa ya da cismin küçüklüğünden büyüklüğüne geçmemiştir. Böyle bir soruya böyle cevap verilir. Soru soran herkese yaraşan bir cevap vardır.
——————–
YÜZ KIRK DÖRDÜNCÜ SORU
Hz. Peygamber’in ‘On İki Peygambere Ümmetimden Olmak Ihsan Edildi’ Hadisinin Anlamı Nedir? Cevap:
Hz. Peygamber’in ümmeti, ümmetlerin en hayırlısıdır. Onlarda diğer ümmetlerin peygamberlerine ilave bir özellik vardır. Bu ise, onların Allah Peygamber’inin hidayet yollarına uymalarıdır. Önceki peygamberler ise, kendisinden önce geldikleri için Hz. Peygamber’e uymamıştır. Her ümmetin en hayırlısı peygamberleriyken biz ümmetlerin en hayırlısıyız. Biz ve nebiler bu iyilikte aynı derecedeyiz. Çünkü nebiyle ümmeti arasında herhangi bir mertebe yoktur. Hz. Muhammed ise ümmetinden daha hayırlıdır -çünkü her peygamber ümmetinden daha hayırlıdır. Öyleyse Hz. Muhammed nebilerin en hayırlısıdır.
Bu on iki peygamber, geceleyin doğmuş, ölünceye kadar oruç tutmuş, ömürlerinin uzunluğuna rağmen gündüz oruç bozmamışlardır. Bu durum, Hz. Peygamber’in ümmetinden olmayı talep, ümit ve arzu etmelerinden kaynaklanır. Temenni ettikleri şey gerçekleşecektir. Onlar, Kıyamet günü sevdikleriyle beraberdir. Herhangi bir peygamber gelir ve ümmeti içinde bir ya da iki ya da üç peygamber bulunur. Hz. Peygamber gelir ve ümmetinin içinde ‘uyan peygamberler’, ‘uyulan peygamberler’, ‘uyan olmayan peygamberler’ bulunur. Böylece Hz. Peygamber’e nebilerden üç sınıf uyar: İşte bu, arkadaşlarımızın cevaplamaktan sarf-ı nazar ettikleri bir husustur. Bunun nedeni, zayıf akdi ilişecek kuşkulardan uzaklaşmaktır.
Allah yakın feleği on iki burç yaptığı gibi onları da on iki nebi yap tı. Her burç bu on iki peygamberden birinin doğum yerindedir. Bu du rum, (nebilere ait) bütün mertebelerin ez-Zahir ismi yönünden Muhammed ümmetinden olmayı temenni etmelerinden kaynaklanır. Böylelikle el-Bâtın isminden onlar adına meydana gelen şey ile ez-Zahir is- mini bir araya getirirler. Çünkü onların gönderildiği her bir şeriat, Hz. Peygamberin şeriatından ve el-Bâtın ismindendir. Hz. Peygamber ‘Âdem su ve toprak arasındayken peygamber idi.’ Allah şöyle buyurur: ‘Onlar Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir ve onların hidayetlerine uyulur.’ Burada ‘onlara uyulur’ dememiştir. Çünkü önceki peygamberlerin hidayetleri, bâtında senin hakikatinden onlara ulaşan şeydir. Bilgi bakımından bunun anlamı şudur: Ey Muhammedi Sen onların hidayetlerini takip ederken gerçekte onlar senin hidayetine uyarlar. Çünkü bâtında öncelik sana ait iken zâhirde sonralık sana aittir. Ahirette ise, hem zahir ve hem bâtın olarak öncelik sana aittir.
——————–
YÜZ ELLİ DÖRDÜNCÜ SORU
Ümmü’l-Kitab’ın -onu bütün peygamberlerden Hz. Muhammed ve bu ümmet adına saklamıştır- Tevili Nedir ?
Cevap:
mii re’sihî’ (başının anası) denilir. Çünkü baş, insanın duyusal ve manevi güçlerinin toplandığı yerdir. Fatiha suresi indirilmiş bütün kitapların anasıdır ve büyük Kuran demektir. Başka bir ifadeyle her şeyi içeren büyük ve yüce toplam demektir. Hz. Muhammed’e cevamiü’l-kelim verilmiştir, şeriatı da bütün şeriatları içerir. O, Adem yaratılmazdan önce peygamber idi. Bütün şeriatlar ondan diğer nebilere yayılmıştır. Diğer nebiler, bedeniyle bulunmadığında Hz. Muhammed’in yeryüzündeki vekil ve elçileriydi. Bedeniyle var olsaydı hiçbirinin şeriatı olmayacaktı. Bu durum Hz. Muhammed’in, ‘Musa yaşasaydı bana uymaktan başka bir şey yapamazdı’ sözünde dile getirilir.
Allah şöyle buyurur: ‘Biz Tevrat’ı indirdik, onda hidayet ve nur vardır. İslam olmuş peygamberler hidayete erenler için onunla hüküm verirler.’’ Biz Müslümanlarız. Bilginlerimiz de nebilerdir. Biz, her şeriat ehli için onların şeriatlarıyla hüküm veririz, çünkü onlar bizim Peygamber’imizin şeriatıdır. Bunları onaylayan Hz. Peygamber olduğu kadar şeriatı da onların asıllarıdır. Hz. Peygamber, bütün insanlığa gönderilmiştir. Bu ise, başka biri adına gerçekleşmemiştir. ‘İnsanlar’, Hz.Adem’den son kimseye kadar olan kimselerdir. Onlara gelmiş şeriatlar, vekillerinin eliyle Hz. Muhammed’in şeriatlarıdır. Çünkü Peygamber bütün insanlara gönderilmiştir. Öyleyse bütün elçiler, onun vekilleridir. Peygamber bedeniyle ortaya çıktığında, bütün hüküm ona ait iken her hüküm sahibi de ona dönmüştür. Öyleyse Peygamber’in mertebesi, dünyada dış varlığının ortaya çıktığı esnada elçilerinden hiçbirine verilmemiş bir özelliğin ona verilmesini gerektirdi. Bu özellik vekillerinde parçalanmış şeyleri içeren bir büyüklük ve bir ilave olmalıydı.
Bu nedenle Allah ona ümmü’l-kitab’ı verdi. Ummü’l-kitab bütün sayfa (suhuf) ve kitapları içerir. Onlarla birlikte Ummü’l-kitab, özet bir şekilde, bütün ayetleri kendinde toplayan yedi ayet olarak bizde ortaya çıkmıştır. Nitekim Allah’ın yedi niteliği de bütün ilahi isimleri içerir ve her bir ilahi isim onlardan birine gider. Ustad Ebu İshak el-İsferâyînî el-Celi ve’l-Hafi isimli kitabında böyle yaparak bütün isimlçri yediye döndürmüştür. Üstad, ilahi isimlerden kelam sıfatına ait olarak eş- Şekûr ve eş-Şâkir isimlerini bulmuş, diğer isimleri de sıfatlara bölmüş, onlar da kendilerini içerdiği için isimleri kabul etmiştir. Bu bağlamda bir kısmını bilgiye, bir kısmını kudret ve diğer niteliklere katmıştır.
Ümmü’l-kitap da böyledir. Allah, nebilere, yani Hz. Muham- med’in vekillerine indirilmiş kitap ve sayfaları ona katarak Peygamber ve bu ümmet adına saklamıştır. Bu sayede onlar öncelik bakımından diğer nebilerden ayrışır. Hz. Peygamber ‘en büyük imamdır.’ Bu kitabın kendisinde ortaya çıktığı ümmeti ise ‘İnsanlar için çıkartılmış en hayırlı ümmettir.’ Bunun nedeni, onların içinde Hakk’ın suretiyle ortaya çıkmasıdır. Hz. Peygamber*in kendisinde zuhur ettiği devir de, kendilerinde şeriatıyla bulunduğu önceki ve sonraki asırlara göre, bütün asırların en hayırlısıdır.
Bu ümmetin toplayıcılığının bir yönü de, Allah’ın velîlerine Allah’tan uzak insanların niteliklerinde de bir yakınlık payı ayırmış olmasıdır. Böylece lafız ve anlamda ortaklık gerçekleşirken anlam değişir. Söz gelişi hırs için kötü bir nitelik deriz. Bilgiyi öğrenme ve onunla Allah’a yaklaşmada hırslı olduğumuzda ise, övülen bir niteliktir. Hırs, lafzın kötü kullanımıyla yerilmiştir. Çünkü hırs, kayıtsız anlamda kullanıldığında, kınanmış bir huydur. Övülen hırs kastedildiğinde ise sınırlanır ve ‘iyiliğe haris’ denilir. Haset de böyledir. Genel anlamda sınırlanmak- sızın hasetten Allah’a sığınılır. Çünkü o, genel kullanımında kötü anlam taşır. Özel kullanımında ise, övülen bir anlamda kullanılır. Bu nedenle Allah bu ümmetin velîlerinde böyle bir bakışı bir araya getirmiştir. Onlar da, kınanmış isimlerdeki paylarını elde ederek hiçbir şeyi yitirmemiş- lerdir. Çünkü onlar, bütün makamları toplayanlardır. Dolayısıyla onların her şeyde bir tecrübe ve payı vardır.
——————–
Allah Bütün Peygamberleri Mağfiretle Müjdelemişken Peygamberimiz İçin Olan Mağfiretin Anlamı Nedir?’
Cevap:
Mağfiret, örtmek demektir. Allah nebilerden Allah’ın Peygamber’inin elçileri olduklarını gizlemiştir. Bunu onlara ahirette gösterecektir. Hz. Peygamber şöyle buyurur: ‘Ben kıyamet günü insanların efendisiyim.’ Hz. Peygamber diğer peygamberlerin de şefaat edebilmeleri için onlara şefaat eder. Çünkü Hz. Peygamber’in herkese dönük şefaati şefaatin farklı türleriyle, şefaat edilenin durumuna göre gerçekleşir. Allah peygamberlerini özel mağfiret ile müjdelemişken bizim Peygamberimizi genel mağfiret ile müjdelemiştir. Bu bağlamda onun masumluğu sabittir. Hz. Peygamber’in bağışlanacak bir günahı olmadığı gibi günahın ona izafesi, muhatap olması bakımından söz konusudur. Kastedilen ise onun ümmetidir. Bir mısrada şöyle denilir:
‘Kızım sana söylüyorum, gelinim sen işit.’
Nitekim ona şöyle denilir: ‘Sana indirdiğimizden kuşkudaysan, senden öncekilere sor’ Bilindiği gibi Hz. Peygamber bir kuşku içinde değildi. Kastedilen ümmetinden kuşku içinde olanlardır. Aynı şekilde ‘Sen ortak koşarsan amelin boşa çıkacaktı’ denilir. Kastedilen ise, bu nitelikte ortak koşanlardır. Başka bir ayette ‘Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar’ buyrulur. Hz. Peygamber ise günahtan masumdur. Bu durumda Hz. Peygamber mağfiret ile muhatapken kastedilenler gelmiş ve gelecek ümmetidir. Gelmiş olanlar Adem’den onun zamanına kadar- ki insanlar, gelecek olanlar ise kendi zamanından kıyamet vaktine kadar var olacak insanlardır. Çünkü hepsi onun ümmetidir. Çünkü her ümmet, Allah’tan gelen bir şeriatın altındadır. Daha önce de söz konusu şeriatın el-Bâtm ismi yönünden Hz. Peygamber’in şeriatı olduğunu ifade etmiştik. Bu durum Hz. Muhammed’in Adem toprak ve su arasındayken peygamber olmasından kaynaklanır. O, nebi ve resullerin efendisidir, çünkü o, insanların efendisidir. Nebi ve resuller de insandır.
Bütün bunları daha önce anlatmıştık. Böylelikle Allah ‘senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışla’ ayetinde peygamberliğinin bütün insanlara yönelik olmasıyla Hz. Peygamber’i müjdeler. Başka bir ayette ‘Seni bütün insanlara rahmet olarak gönderdik’ buyurur. Herkesin onun şahsını görmesi gerekmez. Hz. Peygamber yaşarken Ali ve Muaz gibi sahabesini elçi olarak ve davetini tebliğ etmek üzere Yemen’e gönderdiği gibi diğer resul ve nebileri de ümmetlere elçi olarak göndermiştir. Bu durum Adem su ve toprak arasındayken peygamber olduğu andan itibaren geçerlidir. Böylelikle bütün elçiler Allah’a davet etmiştir. İnsanlar ise, Adem’den kıyamete kadar onun ümmetidir. Allah geçmiş ve gelecek ümmetinin günahlarının bağışlanacağını Peygamber’ine müjdelemiştir. Burada hitap Hz. Muhammed’e iken, kastedilen insanlardır. Allah hepsini bağışlar ve mutlu eder. Bu bağışlama, her şeyi kuşatan rahmetin genelliğine layık iken Hz. Peygamber’in mertebesinin genelliğinin bir gereğidir. Hz. Peygamber -ayette belirtildiği gibi- bütün insanlara gönderildi. Allah ‘Seni özel olarak şu ümmete ya da kıyamet gününe kadar bu zamana gönderdik’ dememiş, bunun yerine, Peygamber’in bütün insanlığa gönderildiğini belirtmiştir, insanlar ise, Adem’den kıyamet vaktine kadarki kimselerdir. Onlar, gelmiş ve geçmiş günahların bağışlanması hitabıyla kastedilenlerdir. ‘Allah büyük ihsan sahibidir.’
Fakat dünyada bir mağfiret olduğu gibi kabirde, haşirde ve cehennemden çıkıp çıkmamaya göre ateşte de bir mağfiret vardır. (Ateşten çıkmayana dönük mağfiret nedeniyle) Cehennemde kalana azabın ulaşması perdelenir. Bu ise, cehennemdeyken insanın tadına varacağı bir nimetin yaratılmasıyla gerçekleşir. Öyleyse bu, acısız azaptır.
Tirmizi’nin sorularıyla birlikte vereceğimiz cevaplar da -yeterli olmamakla birlikte- sona erdi. Söylemediklerimiz, verdiğimiz cevaplara göre kıyaslanamayacak kadar fazladır. Çünkü özetlemek, uzun konuşmaktan daha uygundur. İşlerin hakikatlerini dile getirme ve açıklamanın bir sonu yoktur. Allah’ın bilgisi geniştir ve bize öğrettikleri bir. sınırda durmaz. Başarıya erdiren Allah’tır. O’ndan başka Rab yoktur.’
——————–
Allah’ın şeriatı ve insanın hareketlerindeki hükmü, sadece Kurandan öğrenilebilir. Biz de o Kuranı söyleyen vasıtasıyla var olduk ki, o da Allahtır. Allah bir şeye ‘ol’ demiş, o da olmuştur. Kuran, dayandığımız en güçlü delildir. Ya da Hz. Peygamberden güvenilir bir şekilde aktarılan sözler delildir (hadis). Hz. Peygamber, kullarına emrettiği konularda Allah’tan aktardığı bütün hususlarda doğru söylediğine aklın delil teşkil ettiği kimsedir. Bazen bir rivayet, sahabenin görüş birliğiyle gerçekleşir ki bu ‘icmadır’. Bazen ise güvenilir kişinin güvenilir kişiden rivayetiyle gerçekleşir ki, bu da tek kişinin rivayetidir (haber-i vâhid). Haber bize hangi yolla ulaşırsa ulaşsın, onunla amelle yükümlüyüz. Bu konuda bilginler arasında görüş ayrılığı yoktur. Bu nedenle, usul bilginleri icma hakkında şöyle demiştir: ‘Zorunlu olarak dile getirilmese bile icma bir nassa dayanmalıdır.
——————–
İyi âdetin (bidat-ı hasene) hükmünü Şâri genel anlamda onaylamış, onu koyan ve kendisine uyanları ödüllendirmiştir. Adete ve onu koyana uyanlar, sonuçta o kişinin ve koyduğu âdetin değerine göre ödüllendirilir. Böylelikle vakitlerinin nebevi şeriatlar ve asli hükümler ile dolu olması gerektiği hususunda seni uyardım. Zeki insanın amelinin gayesi, asli bir nübüvvet olmalıdır, feri değil! Çünkü seçimlerde onun ihtiyarı olsa bile, işler gerçekte seçimi kabul etmez. Hak bütün varlıklarda böyle yapmıştır. Allah her cins içinde bir şeyi seçmiştir. Güzel isimlerden Allah ismini seçmiş, insanlardan peygamberleri, kulların içinden melekleri, feleklerden Arş’ı, rükünlerden suyu, aylardan Ramazan’ı, ibadetlerden orucu, devirlerden Peygamber’in devrini, haftanın günlerinden Cuma gününü, gecelerden Kadir gecesini, amellerden de farzı seçmiştir.
Allah, sayılardan doksan dokuzu, diyarlardan cenneti, cennetteki mutluluk hallerinden görmeyi, hallerden rızayı, zikirlerden ‘Allah’tan başka ilah yoktur’ zikrini (kelime-i tevhid), kelamdan Kuran’ı, surelerden Yasin’i, ayetlerden Ayete’l-Kürsi’yi, mufassalın kısalarından ‘Allah birdir (ihlas)’ ayetini, zamanların dualarından Arefe günü duasını, bineklerden Burak’ı, meleklerden Ruh’u, renklerden beyazı, olgulardan bir araya gelişi, insandan kalbi, taşlardan Hacer-i evsedi, evlerden Beyt-i mamuru, ağaçlardan Sidre’yi, kadınlardan Meryem ve Asiye’yi, erkeklerden Muhammed’i seçti. Yıldızlardan güneşi, hareketlerden doğru hareketi, yasalardan indirilmiş şeriatı, kanıtlardan varlık kanıtını (burhan), suretlerden Âdem’in suretini seçmiş ve onu ilahi surete göre izhar etmiştir. Allah, nurlarda görmeye vesile olan ışığı, iki zıttan ispatı, iki çelişikten varlığı seçmiştir. Allah, rahmeti gazaba seçmiş, namazın hallerinden secdeyi, sözlerinden Allah’ı zikri seçmiştir. Allah irade sınıflarından niyeti seçmiştir. Bu nedenle niyet, âlemin kabul ve reddinde hükümrandır. ‘Herkes için niyetlendiği vardır.’ Amel edenden başkasını ise sevapta ve ziyadesinde amel edene katarsın.
——————–
Allah’ın namazın sözlerinden ‘Allah’ zikrini seçmesine gelirsek, çünkü Allah’ı zikretmek namazdaki en büyük unsurdur. Allah böyle buyurdu: ‘Namaz taşkınlık ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı zikretmek ise daha büyüktür. ’ Namaz bir münacattır. Allah’ı zikreden ise, Hak ile oturandır. Kul Hakk’ı zikrederse, Hak onun dili olur. Namazın fiillerinden secdeyi seçmesine gelirsek, bunun nedeni, secdede şeytandan korunmadır. Şeytan namazın fiillerinde özellikle secdede insandan uzaklaşır. Çünkü secdesizlik şeytanın hatasıydı. Secde esnasında şeytan ağlar, üzülür ve pişman olur. Pişmanlık, tövbedir ve bu kadarlık bir tövbenin de kabul edilmesi gerekir. Allah, ısrarla tövbe edenleri sever. Secdeden kalkınca şeytan tekrar saptırmaya başlar.
——————–
Tefekkür ayetlerini akletmeyle ilgili ayetlere ya da duyma veya bilmeyle veya iman etmeyle ilgili ayetlere taşıyıp söz konusu ayetlerde fikri kullanmaya kalkarsan, genel anlamda isabet etmemiş olursun. Öyleyse bu gücü, Allah’ın ‘tefekkür eden bir topluluk için’ ortaya koyduğu ayetlerde kullanmalısın. Eşyayı yerlerinden çıkartma ve ayetleri konumlarının dışına taşıma. Söylediğim yöntemi takip edersen, gayretin övülür ve bu konuda bana teşekkür edersin. Öyleyse ibret ve tefekkürün zikredildiği her ayeti incele ki, Allah’ın izniyle mutlu olasın! Ayrıca bu fikri yönden ‘nazar’ın zikredildiği ayetleri de araştır. Bunlara örnek olarak ‘Deveye bakmazlar mı, nasıl yaratılmış?’, ‘Göklerin ve yerin melekûtuna bakmazlar mı?’ ‘Rabb’in fil sahiplerine ne yaptı, bakmazlar mı?’ ‘Rabb’inin gölgeyi nasıl uzattığına bakmazlar mı?’ ayetlerini verebiliriz. Ayrıca tedebbürün zikredildiği ayetler de bu kapsamdadır. Bunlara örnek olarak ‘Onlar Kuran’ı tedebbür etmezler (düşünmezler) mi?’ayetini verebiliriz. Allah bunlardan hangisini hangi isimle zikrederse, sen de aklını ona göre ayete ver. Binaenaleyh Allah’ın kastettiği anlama ulaşmak istiyorsan o ayet hakkında zikredilen isim yönünden tefekkür etmeyi ihmal etme. Bunlara örnek olarak ‘Kuran’ı tedebbür etmezler mi?’ayetini verebiliriz. Öyleyse ona Allah’ın kelamı veya furkan veya ‘Biz zikri indirdik’ ayetinde belirtildiği gibi zikir olması bakımından değil, Kuran olması bakımından bakmalısın! Her ismin kendine özgü bir hükmü vardır. Hakk’ın zikirde bir şeyi belirlemiş olması, kullarının onu anlamasını sağlamak ve eşyayı yerli yerlerine nasıl yerleştireceklerini öğrenmelerini sağlamaktır. Öyleyse bu, hikmet; sahibi ise el-Hakîm’dir.
İbn Arabi – Futuhat-ı Mekkiye,cild:7,(Ekrem Demirli)