Akıl ve Kalbin Birleşme Noktası İSLÂM

Akil-ve-Kalbin-Birlesme-Noktasi-islam Akıl ve Kalbin Birleşme Noktası İSLÂM

Allah insanı yaratmış, onu akıl ve kalb gibi iki büyük hakikatle donatmıştır. O, bunlardan her birisine öyle bir vazife vermiştir ki, onu ondan başkası yerine getiremez ve onu gerçekleştirmeksizin dünya ve ahiret işlerinden hiçbir şey düzgün olmaz.
Aklın vazifesi, eşyaya yönelip onların hakikatını/mahiyetini idrak etmek, hâdiselerin görünen kısmıyla eşyanın mâverâsına delil getirmek ve bunun verâsından şanı yüce Allah’ın marifetine ve O’ nun birliğine ve mutlak rubûbiyetine inanmaya ulaşmaktır.
Kalbe gelince, onun vazifesi ise, aklın rehberliğiyle yürüyüp onun iyilik olarak kabul ettiği iyiliği sevmek, kötülük olarak kabul ettiği kötülüğü de sevmemek ve bunların hepsini şanı yüce Allah’ın rızası ve O’nun mesajına tabi olma yolunda yapmaktır.
Kâinatı mamur hale getirmek ve orada düzeni gerçekleştirmek için bu iki cihazdan her birinin çalışması lâzımdır. Şâyet akıl olmasaydı, nefsin arzu ve istekleri, kalbin atışları ve hisleriyle karışır; alçaklık ve yücelik, her şeyi ifsat etme özelliğine sahip yaygın bir kötülüğü tutuşturma üzerinde buluşurdu. “Gerçek onların keyiflerine tabi olsaydı göklerin de, yerin de, oralarda yaşayanların da düzenleri bozulur, yıkılır giderlerdi.” (Mü’minûn, 23/71). Ve eğer kalb olmasaydı, iyilik sadece vehim ve hayal dünyasında var olur, faziletler ve idealler binası, kâğıt üzerindeki mücerred şekiller ve çizgiler veya dudaklarda tatlı kelimeler ve cümleler olarak varlığını sürdürürdü.
Bu durumda akıl, keşfedici ve planlayıcı kudret; kalb ise itici ve hareket ettirici kuvvettir. Elbette her bir çalışma veya yapıda önce onu düzenleyen bir plan, sonra ikinci olarak onu uygulamaya koyan bir cihaz gereklidir. İslâm’ın, bütün faziletleri muhtevi olması göz önüne alındığında elbette bu fonksiyonunu yerine getirmesi için bu iki büyük cihazın her ikisine de dayanması gerekir. Bundan dolayıdır ki İslâm, akıl ve kalbe bir arada hitap eder olarak gelmiştir: Akla, idrak etmesi ve düşünmesi için hitap eder; kalbe de sevmesi ve etkilenmesi için hitap eder. Şüphesiz sen, apaçık Kitab’ın âyetlerinin aklın algılama gücünü uyarmaya yöneldiği aynı anda, kalbin damarlarını da harekete geçirmeye yöneldiğini görürsün. Bu, her birinin kendi fonksiyonunu yerine getirmesi ve bu iki şeyden her birinin, insanın insanlığını gerçekleştirmede, sonra da insanı şanı yüce Allah’a tam kulluk etme zirvesine oturtmada katkıda bulunması içindir.
Şüphesiz sen bunu Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve selem) hadislerinde de görürsün. Allah’ın salât ve selâmı O’ nun üzerine olsun, O devamlı olarak aklî imanı kalbî muhabbetle ısrarla ilişkilendirirdi. O’nun, üzerinde ittifak edilen bir hadiste şöyle dediğini işitmedin mi?: “Ben kendisine malından, evlâdından ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça hiçbiriniz iman etmiş sayılmaz.” Üzerinde ittifak edilen başka bir hadiste de şöyle denilmektedir: “Şu üç özellik kimde bulunursa, o kimse imanın gerçek tadını almış demektir: Allah ve Resûlü’nün kendisine bu ikisi dışında kalan her şeyden ve herkesten daha sevimli olması, bir kimseyi sadece Allah rızası için sevmesi ve Allah, kendisini imansızlıktan kurtarıp İslâm’ı nasib ettikten sonra tekrar küfre, inançsızlığa düşmekten, ateşe atılmaktan korktuğu gibi korkması.”

İmanın Hakikati
Diğer taraftan sen bu manayı, imanın artıp eksileceğine, müslümanın, imanını güçlendirmek ve artırmak için amelle mükellef olduğuna dair Müslüman âlimlerinin çoğunluğunun üzerinde ittifak ettiği hususlarda misallendirilmiş olarak da görürsün. Apaçıktır ki, bu artışın alanının akıl olması imkânsızdır. Bu, aklın bir şeyi idrak etmede tasdik ve iz’an derecesine yükseldiğinde, aşmasının mümkün olmadığı sona ulaşmış olmasındandır. Çünkü bir şeyi idrak etmek, tasavvur veya tasdikten başka bir şey değildir. Tasdik ise, zıtlık ve şüphelendirme kabul etmeyen aklî yüce bir sondur. Bu durumda aklî tasdik kesinlikle her hangi bir artma veya eksilmeyi kabul etmez. Ancak bu artmanın alanı kalbdir. Kalbde neredeyse basamakları sonsuz olan, duygulardan bir merdiven vardır.

Onda şiddetli arzu ve isteklerden oluşan müthiş bir yakıt vardır ki, onu nitelemeye hiçbir kalemin veya beyanın gücü yetmez. İşte bu potada iman olgunlaşır ve serpilir. Ve yine bu kalbde geçmişte ne kadar uzun zaman işittiğimiz ve günümüzde hayatımızdan silinip giden iman mucizeleri doğar. İlâhî beyana bak, imanı güçlendirmek ve artırmak için bu kalbî alanı nasıl tasvir ediyor! Ve Yüce Allah’ın şu sözünü tefekkür et! “İyi düşününüz ki Allah’ın Resûlü sizin aranızda bulunmaktadır. Şayet o birçok işte size uysaydı, haliniz yaman olurdu. Ama Allah size imanı sevdirdi ve onu kalblerinizde güzelleştirdi; inkârdan, fasıklıktan ve isyandan sizi iğrendirdi. İşte doğru yolda yürüyenler onlardır.” (Hucurât, 49/7). Ve sen iyi bilirsin ki, “hubbibe” ve “züyyine” kelimelerini ancak kalblerin kamusu bilir. Öyle ki, bu iki kelime, akıl ve aklın iz’anının ötesinden gelir.

Sevginin Hakikati
Bir de bu sevginin hakiki manası, bazı insanların düşünebileceği gibi, tâbi olma ve pratik izleme değildir. Bilakis o, bizzat hakiki manasında kullanılmamıştır. Tâbi olmak ise sadece onun eserlerinden biridir. Allah ve Resûlü’nün sevgisi nasıl pratik bir tâbi olmaktan ibaret olur?! Şüphesiz, tabi olmanın bizzat kendisi, aklî yakînin ötesinde itici kalbî bir sevgiye ihtiyaç duyar. Şu bir gerçektir ki, sahabenin mal veya canla ortaya koyduğu muhteşem fedakârlık örneklerinden olan herhangi bir şey, sevginin kendisi değildir; ancak kalblerinin kendisiyle dolup taştığı muazzam sevginin eserlerinden birdir. Yoksa herhangi bir şeyi mücerred tasdik, yalnızca o şey uğrunda ortaya konan fedakârlığın sırrı olurdu. Bu durumda feragat ve fedakârlık gibi hasletlerde Müslümanların hepsinin eşit olması aklın gereği olurdu. Bunu kim söylemektedir? Sadece aklî meselelerin duygular ve kalblerde müessir olma özelliğine sahip olduğunu kim benimsemektedir? İnsanlardan her hangi birinin, inanarak, matematikle alakalı bir kaide veya cebirle ilgili meselelerden biri sebebi ile hayatını feda ettiği işitilmiş midir?!

Fazilet ve Alçaklık
Jean Jacques Russo, fazilete mücerred inanmanın fazilet için bir zaferi ve ilkelerini gerçekleştirme sayılacağı görüşünü benimseyen kimseleri alaya almaya başladığı gün ne kadar haklı idi. O şöyle der: “Faziletin sadece akla dayandırılması konusundaki arzu ile ilgili ne kadar görüş belirtildi ve bu görüşler tekrarlandı. Ne sağlam temel! Hangi temel bu?! Fazilet –söylediklerine göre- düzenden ibarettir, ancak düzene inanma, benim özel mutluluğuma hakim olabilir mi? Bu iddia edilen ilke, lafızlarla oynamaktan başka bir şey değildir. Alçaklık ise, farklı bir şekilde düzen sevgisidir.”
Dikkat et, Amerika, günün birinde, içkide bulunan çeşitli büyük zararlarını kavramış, buna, muhtelif tecrübî ve ilmî kesin delillere dayalı olarak rasyonalist bir inançla inanmış, bu sebeple Amerikan hükümeti içkinin yasaklanmasına dair bir kanun çıkarmaya teşebbüs etmiştir… Ancak bundan sonra ne oldu? Aradan çok geçmeden bizzat bu kanunları çıkaranların başındakiler mahrumiyetin acısından sendelemeye başladılar.. Sonra çok sürmedi onlar ökçeleri üzerinde geri döndüler, çıkarmış oldukları kanunu yırtıp attılar ve yeniden doldurarak kadehlerine sarılmaya koyuldular. Medine-i Münevvere’de ise –ümmilerden oluşan hem de ondört asır önce, hayatları uzun senelerden beri içki, güneş, su ve hava üzerine kurulu, insanların buğday çuvallarını azık yaptıkları gibi, şarap testilerini azık yapan bir topluluğun bulunduğu yerde-, birkaç kelimeyi geçmeyen bir tek âyetin sırrı ile mu’cize orada gerçekleşmiştir.
O mü’minler o âyeti ve şanı yüce Rablerinin o âyetin sonundaki “Artık bu şeylerden vazgeçtiniz değil mi?” (Mâide, 5/91) sözünü işitir işitmez şarap testileri boşaltıldı, kadehler kırılıp parçalandı ve haykırşlar şöyle yükseldi: “Vazgeçtik Ey Rabbimiz!” Tek bir saat içinde hayatın unsurlarından biri olan içki –ki, güneş, su ve hava gibi zaruri sayılıyordu- iğrenç, çirkin bir pisliğe dönüştü. Ve yine tek bir saat içinde, kökleşmiş, yerleşmiş bir âdet, sanki dün yokmuş gibi, sanki uzak ve derin bir kısım kökleri yokmuş gibi silinip gitti.
Buna göre tecrübe, dirâyet ve bilgiye dayanarak iman eden Amerika ile, anlayış olarak emre boyun eğen ve Efendimize gaybî olarak iman eden ashâbı arasındaki fark nedir?!
Orada, nefsin peşinden gitmediği, hevanın desteklemediği münferit fikrî tek başına kalmış bir kanaat; burada ise, düşüncede istikrara kavuştuktan sonra kalbde yerleşen bir şey söz konusudur. Kalb ise, bu insanî varlığın bütününün efendisidir. Ona istediği gibi ve dilediği yolda rehberlik eder.
Diğer taraftan kalb, ayna gibidir, onun yüzünde görünen suretten yoksun olması imkânsızdır. Ya onda ya dünyanın bulanıklığı ve dine aykırı meyilleri ve düşünceleri yer alır, ya da o, ilâhî samimi sevgiyle ışıldar. Eğer kalb; şehvet, ihtiras ve arzuların bulanıklığıyla ve dine aykırı meyillerle dolup taşarsa, tek başına inancın, sahibini varını yoğunu ortaya koyma veya fedakârlık gibi amellerden herhangi birine sevk edici olması mümkün değildir.

İnceleyin:  Arı'da Ki Yaratılış Mucizesi

İlâhî Sevgi
O halde kalbin temizlenmesine ve onda ilâhî sevgiyi dikmeye götüren yol nedir? Ta ki, bu yolla iman artsın, fedakârlık, cömertlik ve cihadın dinamikleri varlığını hissettirsin?
Bunun cevabı şudur: Senin için buna götürecek çok yollar vardır. Bu yolların en önemlilerinden biri, senin arasıra bir süre nefsinle baş başa kalıp bu süre içerisinde kendi nefsini, onun hakikatini ve menşeini, hayatın her anında Allah’ın inayetine ve tevfikine olan ihtiyacının boyutunu ve senin sair hallerinde ve şartlarında, Allah’ın sana ikram ettiği çok, çeşitli nimetleri; sonra insanları, onların şanı yüce Yaratıcı’ nın huzurundaki zaaflarının boyutunu, onların övmesinin veya yermesinin yahut da onlara dayanmanın hiçbir fayda sağlamadığını düşünmen; sonra şanı yüce Yaratıcı’nın azametinin boyutunu, nimetlerinin tezahürlerini, farklı sayısız görüp gözetmesini, sana nasıl örtmesiyle ilgili ridayı/elbiseyi bolca lutfedip insanların senin ayıplarını görmelerini engellediğini, onları seninle Kendisi arasında bir sır olarak geriye bıraktığını, sonra –senin bu konuda hiçbir kastın olmaksızın- insanlar içinde senin menkıbelerini ve faziletlerini yaydığını tefekkür etmen; sonra da bunu, O’nu çokça zikretmekle, kalb ve dille O’nu tesbih etmekle/eksikliklerden tenzih etmekle, bol bol Kur’ân okumakla sürdürmendir.
Bu yolların en önemlilerinden biri de, Hz. Muhammed Mustafa’nın (sallallahü aleyhi ve selem) hayat-ı seniyyelerini, ahlâkını, hayat tarzını, insanlarla ilişkilerini çokça düşünmendir. Zira bunların hepsi, O’nun (sallallahü aleyhi ve selem) peygamberliğinin tezahüründen bir parçadır. Bu hususlarda düşünmek, imanın güçlenmesine ve kalbde perçinleşmesine sebep teşkil eder.
Bir de kalbin özelliği, faziletler sevgisi ve en ulvi ideallerle atmaktır. Ne kadar araştırırsan araştır, fazilet ve ulvi ideallerin, incelik görüntülerinin, ruhî ve ahlakî güzelliğin tamamıyla yaratıkların en faziletlisi olan Hz. Muhammed’in (sallallahü aleyhi ve selem) varlığı dışında herhangi bir varlıkta toplandığını kesinlikle göremezsin. Dolayısıyla O’nun (s.a.s.), düşünürlerin ve kafa yoranların gönüllerinin ilgi odağı ve bütün insaflı akıl sahiplerinin önderi olması şaşılacak şey değildir.
Yine bu yolların en önemlilerinden biri de, genel olarak ibadetleri ve özel olarak da namazları çokça ifa etmek ve saygı ve huzur içinde onlara devam etmektir. İşte inanç üzerinde kalıcı kılan, onu büyüten ve nefsi ve kalbde onun köklerini güçlendiren o gıda budur. Hayır! Allah’a yemin ederim ki, nefisle ilgili muhtelif afetlerin peyderpey yok olması ve kalbin sevgi ve irfan nuruyla hayat bulması ancak, müslümanın hayatında gerçek kulluk ve kendini Allah’a vermenin artmasından sonra olacaktır; nihayet bunların etkisi nefis ve kalbe kadar uzanıp her ikisini de iyice harekete geçirir, onları korku ve ümit arasında med ve cezir halinde iter; işte ancak bu sırada nefse ilişkin o belâlar peyderpey yok olur ve kalb sayfasına kadar uzanan o bulanıklık dağılır.
Müslüman bu yolda yürüdüğü ve kendisi için bu vazifenin yerine getirilmesi mümkün olduğu zaman, bundan dolayı kalbinde öyle muazzam ilâhî bir sevgi filizlenir ki, bu onu hiçbir güçlüden korkmaz, kışkırtıcı, akıl çelici her cazibedar şeyi hakir görür, hiçbir eza ve cefayı önemsemez, bütün istihza veya aşağılamanın üstüne çıkar hale getirir. Hayatım üzerine yemin ederim ki, bu, Allah’ın, İslâm dâvetinin yükünü omuzlayabilmesi için Muhammed aleyhissalâtü vesselâm’ı techiz ettiği donanımdır. Ve yine bu, O’ndan sonra her Müslümanın donanması gereken donanımdır.
Zikrettiğim bu şeylerden sonra dikkatini, bugünkü İslâmî hayatımızda amansız hastalığın gizlendiği yere çekmek istiyorum.

Amansız Hastalık
Şüphesiz yerleşmiş amansız hastalığımız, bizim sevgi ve kalb ile değil, düşünce ve akılla Müslüman olmamızdır. Yani biz, Kalbin cezb edici ve etkileyici unsurlarından uzak mücerred akılcı bir İslâm uyguluyoruz. İslâmî hayatın bu türü, belki büyük fikrî bir zenginliği veya geniş bir İslâmî kütüphaneyi kazandırır fakat terennüm edilen İslâmî saadeti asla kazandırmayacaktır. Söylediğim bu hakikata dair en küçük canlı örnek: Meselâ sen, düşüncede ve İslâmî önderlikte öncü konumundaki Müslümanlardan bir cemaatle, bulundukları bir mekânda birliktesin. Aralarında İslâm’dan, ona dâvetin keyfiyetinden, onu yüceltmekten, bu asırda Müslümanların görevinden söz açılır; onlar aşkla, şevkle ve hamasetle konuşmaya dalarlar, yakınlarında namaza çağıran müezzinin sesi yükselir, konuşma hala devam eder! Konuşmanın gürültü ve patırtıları içinde ezanın sesi biter ve kaynar!
Bundan sonra uzun zaman geçer, topluluk ezana icabet etmekten ve namaza durmaktan uzak bir haldeyken İslâm’dan ve öneminden söz etmeye devam eder. Namazın vakti geçmek üzeredir topluluk meşguliyet ve konuşmasını sürdürür. Sonunda içlerinden biri namaz için birkaç dakikalık istirahat önerir. Bazen sadece farzın rekâtlarına hasredilen hızlı bir namaz başlar. Sen onların namazının görüntüsünü düşünürsün de hiç şüphe etmezsin ki, onlardan her biri düşüncesinde, yapmış oldukları konuşmaya yönelmiştir.
Ve fazla sürmez; onlar sağ ve sollarına selam verir vermez tekrar birbirlerine dönerler, biri konuşma esnasında unutmuş olduğunu namazda hatırlamıştır, bir diğerinin zihninde fatiha okurken tasavvur ettiği bir problem ortaya çıkmıştır… Aralarında İslâm ve problemleri hakkındaki söz tekrar açılır; halbuki onlar bitirdikleri namazın akabinde tesbihin, zikrin ve duanın bunduğunu, namazın tamamlayıcısı sünnet ve nafilelerin var olduğunu, ve de dalıp gittikleri bütün konuşmaların ancak bu büyük gayeye götüren bir vesile olduğunu unutmuşlardır. Ve bu böylece devam eder gider. Başka benzer şeyleri buna kıyas et.
Ne var ki bizzat bu durumdan daha önemli olan şey şudur: Bugün Müslümanların çoğu bu durumu savunurlar, buna davet konusunda felsefe yaparlar; İslâm’ın sadece şeklî, fikrî araştırmalar, teorik tartışmalar ve şeklî düzenlemelerde belirlenen hareketli bu görüntüden ibaret olduğuna inanırlar ve inandırırlar; ibadet, taat ve zikirlerin önemini azaltmaya devam ederler ve bunların işi gücü olmayan halk tabakasının ve cahillerin boş vakitlerini dolduracakları şeyler olduğu zannını verirler.
Ben, Arap ülkelerimizden birinde kalabalık bir toplantı hatırlıyorum. Orada hazır bulunanların biri de bendim. Seçkin âlimlerden bir düşünce adamının bu toplantıda konuşma yaptığını hatırlıyorum. Söylediği şeylerden biri şuydu: “Bugün Müslümanların birçoğunun problemi, İslâm’ın, insanın çokça namaz kılmasından veya çokça ibadet etmesinden ibaret olduğunu zannetmesidir. Halbuki İslâm çalışmak ve yapmaktır.”

İnceleyin:  Hukuk mu Ahlak mı?

O anda, hazır bulunanların yüzlerine bakarak sağıma ve soluma dönmeye başladım. Sonra bütün o şehir ahalisinin karakterini kendi kendime düşünmeye başladım. Orada ibadet ve namaz için uzak mağaralara çekilip de dünya hayatından kopan bir kısım toplulukların olduğunu ne gözlerim bana gösterdi, ne de hafızam bana hatırlattı. Düşündüm ve de gördüm ki, onların içinde en iyi ibadet eden o kimsedir ki, farzını devam ettirir, onu vaktinde cemaatle eda eder. Bazen de onu mütemmimi olan birkaç hafif rekâtlı nafileleriyle sürdürür.

Tuhaf olan bundan sonra çalışmaya,yapmaya ve fedakârlığa dâvet etmemizdir. Peki, şehvet, arzu ve istek ve çeşitli dünyevî beklentiler zinciri ve bukağılarıyla bağlı iken Müslümanları bütün bunları yerine getirmeye itecek şey nedir! Kalbim arzu ve isteklerin sevgisiyle ve ilgisiyle atarken beni onlara sırt çevirmeye sevk edecek şey nedir?
Şüphesiz bu iş, bir destekçiye ve yardımcıya muhtaçtır. Peki o destekçi ve yardımcı nerededir ve nedir? Buna İlâhî beyan cevap vermiş ve önümüze destekçiyi ve yardımcıyı koymuştur O da şanı yüce Allah’ın şu sözündedir: “Sabır göstererek, namazı vesile ederek Allah’tan yardım dileyin. Gerçi bu çok zor bir iştir, fakat içi saygıyla ürperenlere değil.” (Bakara, 2/45). Şanı yüce Yaratıcı, başı sıkıştığında, zorluklarla karşılaştığında ve içinde bazı beşerî duygular uyandığında Habibi Mustafa Sallallahü Aleyhi ve Sellem’ in önüne bu yardımcı devayı ne kadar çok koymuştur. Meselâ Yüce Allah’ın, Nebisi aleyhissalâtü vesselâm’a yönelik şu sözünü düşün: “O halde sen onların sabrettiklerine karşı sabret. Gerek güneşin doğuşundan, gerek batışından önce Rabbine hamd ederek ibadet et. Geceleyin de, secdelerin peşinden Ona ibadet et.” (Kâf, 26/39-40).

Şu diğer âyetlere de bir bak: “O halde Rabbinin hükmü gelinceye kadar sabret, sakın günaha ve küfre dadananlara itaat etme. Sabah akşam Rabbinin adını zikret! Gecenin bir kısmında da O’na secde et, geceleyin uzun bir süre de Ona tesbih ve ibadet et.” (İnsan, 76/24-26).

Allah’a sığınırım ki, kahramanlıkları, cihadları ve fedakârlıklarıyla bu dinin binasını yükselten Müslüman seleflerimiz -ibadet ve taat silahıyla ve sıcak gözyaşları dökerek, huşu içindeki dua ile yalvararak ve güm güm atan kalble Allah’ı zikrederek gecenin karanlığında uzun saatler boyunca Rablerinin huzurunda ayaklar üzerinde durmakla arzu ve isteklerinin ağırlıklarını, dine aykırı meyillerinin bukağılarını kendilerinden uzak tutmalarının dışında- bunlarla ilgili herhangi bir şeyde başarılı olmuş olsunlar!

Hayır! Allah’a yemin ederim ki, kalblerini kara sevda sarmadıkça, ilâhî sevgiler gönüllerinde tutuşmadıkça, kadehlerini bu arzu ve isteklerin, dine aykırı meyillerin zifiri karanlıklarından kurtaracak o yüce şarapla doldurmadıkça ve vicdanlarıyla yüce hakikatın seviyesine yükselmedikçe bugünün Müslümanları, dünkü atalarının izinde yürüyemeyeceklerdir.

Şüphesiz sadece sevgi karasevdası itici bir güç ve harekete geçirici bir akımdır. Seven ise, sadece o kişidir ki, sevgiliye özlem duyarak çaba sarfeder. Bu suretle zor, kendisine kolay hale gelir, uzak ona yakın olur, güçler onun yanında yok olur, hayat onun içinde erir ve kendisi sevgi ahdine vefa göstermiş veya nimete şükür görevini yerine getirmiş olduğunu düşünmez.
Bu sevginin bugünün Müslümanlarının kalblerini dolduracağı gün, bütün yapılar tamamlanır, bütün çalışmalar başarıya ulaşır ve fedakârlık, feragat ve cihad mûcizeleri tecelli eder, zafer, izzet ve yardım mûcizeleri indikçe iner.

* Hira Dergisi’nin 4. Sayısında neşredilen Prof. Dr. M. S. Ramazan el-Bûtî’nin makalesinin Tercümesidir.

Tercüme: Doç. Dr. H. Hüseyin Tunçbilek
htuncbilek@yeniumit.com.tr

Prof. Dr. Muhammed Said Ramazan El-Bûtî

Yeni Ümit Dergisinden Alıntıdır.

Yusuf Aslan

Tarih talebesi ve ilme pek meraklı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir