Peygamberlerden Medet Beklemek Hak’tır

 

basarili-olma-duasi Peygamberlerden Medet Beklemek Hak’tır

Daha evvelden dediğimiz gibi, enbiya, evliya ve salihlerin şefaati haktır. Teşeffu’, tevessül, teveccüh kelimelerinin manaları aslında birdir. Şefaat: suçluyu kurtarmak için yalvarmak; vesile: zararlardan kurtarmak, faydalara ulaştırmaktır. Teveccüh ise, kulunun kadir ve kıymetiyle Allah Teâlâ’dan faydalara, nimetlere ulaşmayı ve zarardan kurtuluşu istemek­tir. “Ya Rabbi Rasûl-ü Ekrem’in kadir ve kıymeti için benim ihtiyacımı gider”; “Ya Rasûlallah benim ihtiyacımı gider”; “Allâh’ım Onunla ihtiya­cımı gider” sözleri arasında fark yoktur. Doğrusu, Peygamber’in zâtından istemekle zâtıyla Allah’tan istemek arasında fark yoktur. Peygamber’in şefaatinin peşin ücreti salavât-ı şerifedir.

Bu hususta ümmet dört kelimeyi kullanmıştır, istiâne, istiğâse, vesi­le, teveccüh..

1-İstiâne, birinden yardım dilemektir. Buna taleb de denilir.

2-istiğâse, imdadına yetişmesi için, hürmetli yahud kıymetli olandan kurtuluşu dilemektir, yani sığınış..

3-Vesile, bir zararı defetme yahud bir menfeati celbetmeye gayrı vasıta kılmaktır.

4-Teveccüh, maddî ve manevi olarak başkasına yönelmektir.

İşte şefaat bu dört manayı kuşatan bir kelimedir. Allah Teâlâ bazı kullarına, dileklerini kabul etmek yetkisini vermiştir. Yani şefaate izin vermiştir. Tabiî ki kendilerine yetki verilenlerin en büyüğü Hazreti Mus­tafa sallallâhu aleyhi ve sellemdir.

Bunlarla beraber bir de “iksâm” kelimesi var.. İksam; ya Rabbi, enbi­ya evliya hakkı için şunu bana ver demek gibi.. Bunun caiz olup olmadığı hakkında ulemâ ihtilaf etmiştir. Ehli Sünnetten kısm-ı a’zamîsi, bunun dahi meşrû ve caiz olduğunu söylemiştir. Fakat Hafız Zebîdî ithaf adlı eserinde diyor ki: «Ebû Hanîfe ve arkadaşları, adamın filanın hakkı için, enbiyanın hakkı için, beyt-i haram hakkı için, meş’ir-ul-haram hakkı için şunu Sen’den dilerim demesini kerih görmüşlerdir.» Zira hiç kim­senin Allah üzerinde hakkı yoktur.

Demek oluyor ki avamın bu kelime­lerden, kulun Allah üzerinde gerekli bir hakkı olduğunu zannetmesini defetmek için, bu kelimeleri kullanmayı kerih gördüler. Yoksa buna benzer ifadeler kullanılmıştır. Mesela;

“Allah’ım, Sen’den dileyenlerin üzerindeki hakkı için ben Sen’den isterim, cümlesiyle Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem, camiye giderken dua eder ve ashabına öğretirdi. Hatta Fâtime binti Esed’i def­nettiği zamanda da: “Allah’ım Fâtime binti Eaed’i, annemi mağfiret et; hüccetini ona telkin et; girdiği yeri ona genişlet; Nebîn’in hakkı için; ve Benden önceki nebilerin hakkı için.” diye duada bulunmuş­tur; aşağıda nakledeceğiz. Demek “filanın hakkı için” sözü caizdir.

Kim evinden namaza doğru çıkar ve: “Allah’ım, Sen’den dile­yenlerin üzerindeki hakkı için ben Sen’den isterim. Ve şu (hâlisâne) yürüyüşümün hakkı için de Sen’den dilerim. Çünkü şübhesiz nime­tin inkarı yahud «vermiş olduğun nimetle tuğyan yahud bir gösteriş yahud şöhret arzusu için (evimden) çıkmadım. Gerçekte azabından korktuğum ve rızanı taleb ettiğim halde çıktım. Ateşten korunmamı ve günahlarımın mağfiretini Sen’den dilerim. Gerçek şu ki, Sen’ den başkası günahları mağfiret etmez.” duasını okursa, Allah Teâlâ Zât’ıyla ona .yönelir ve yetmişbin melek de ona istiğfar ederler.”

Hafız Münzerî der ki: “Şeyhimiz Ebu-l-Hasen. Bu hadîs hasendir, dedi.”

Tevessül, Allah Teâlâ’nın nezdinde dua ve niyazları geçerli olan­ların zatlarıyla tekarrübdür.. Bu ise “Allah’ım, Sen’den dileyenlerin üzerindeki hakkı için” cümlesiyle beyan olunmuştur.

Allah Teâlâ’ya istihkak -yani mecburiyet ve borç- olarak kulun bir hakkı vâcib değildir. Bilakis Allah Teâlâ Kendisi lütuf ve ihsanıyla kulla­rının ilticalarını, dileklerini kabul eder. Ve kabul etmeyi va’d etmiştir. İşte bu va’d-i İlâhî, “üzerindeki hak” sözüyle ifade edilmiştir. Binaenaleyh kulun Allah Teâlâ’ya icbar etmesi söz konusu değildir. Ebû Hanîfenin de mezhebi budur. Nitekim Tabarânî ve Esfehânî’nin tahric ettikleri Enes ve Hazreti Ali radıyallâhu anhumâ’dan gelen bir rivayette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, Fâtıme binti Üseyd yani Hazreti Ali’nin annesi vefat ettiğinde şöyle buyurmuştur:

“Diriltir, öldürür; Kendisi daim diridir ve ölmez olan (ya) Allah(ım), Esed kızı Fâtime annemi mağfiret et; hüccetini ona telkin et; girdiği yeri genişlet; Nebîn’in (Kendisini kasdetmiştir ); ve önceki enbiyânın hakkı için. Ey esirgeyenlerin esirgeyicisi.”

Malum olduğu üzere “Nebîn’in; ve önceki enbiyânın hakkı için” ve bir önceki hadiste “Allah’ım, Sen’den dileyenlerin üzerindeki hak­kı için” ifadeleri, konuda açık hükmü beyan etmektedir, yani denilme­sinde zarar yoktur. Zira zevatlarla tevessüle dahildir. Herkesçe malumdur kî “üzerindeki hak” sözünün manası, Allah Teâlâ’nın üzerine vacib bîr hak olmayıp, şefaate izin ve sevabı vermesi gibi va’d-i İlâhîlerdir ki Yûnus suresinin 103’ûncü “Nihayet Biz rasûllerimizi ve iman edenleri selâmete erdiririz. Ve böylece mü’minleri de üzerimize bir hak olarak her felaketten kur­taracağız.” ve Er-Rûm suresinin 47’nci”..Mü minlere yardım etmek de üzerimize bir hak olmuştur.” mea­lindeki ayetlerinde beyan edilmiştir.

Binaenaleyh zatlarla tevessül, haki­katte, Allah Teâlâ’nın va’d ve hükmüyle tevessüldür. Ebû Hanîfe, bu te­vessülü değil, sadece iksâmı kerih görmüştür.Mecmau-z-Zevâid’in müellifi Hâfız Nureddîn el-Heysemî, Hazreti Ali’den gelen ikinci senedin sahih olduğunu tasrih ederek: “Tabarânî’nin de Eneslen tahric ettiği senedin ricâli sahih ricalidir. Ancak Tabarânî’nin senedinde olan Ravah bin Salah zayıf sayılmıştır. Fakat bununla bera­ber İbnu Habban ve Hâkim onu mutemet saymışlardır.” demiştir.

Binaenaleyh Hazreti Ali ve Ebî Saîd-il-Hudrî’nin hadîsi zayıf değil, sahih veyahud hasendir. Nitekim Şevâhid-ul-Hak‘ın müellifi Şeyh Yûsuf Nebahânî; İbnu Ebî Şeybe’nin de Fâtıme binti Esed’in hakkındaki hadîsi tahric ettiğini; ve İbnu Ebî Şeybe’nin Câbiriden tahric ettiği bu hadîsin sahih olduğunu söylemektedir. Bu hadisi, İbnu Abbas’tan, Enes’ten, Câ­hilden, Hazreti Ali’den radıyallâhu anhum, sahih ve hasen senedlerie Tabarânî, İbnu Habban, Hâkim Amel-ul-Leyli venNehar’da, İbnu Sünnî Amel-ul-Leyti venNehâr’da tahric etmişlerdir. İbnu Abdilber ve Hafız Suyûtî dahi hadîsin sahih olduğunu tasrih etmişlerdir.

“…Şu yürüyüşümün hakkı için…” cümlesi de, salih amellerle te­vessülün ifadesidir. Salih amellerle tevessül ittifâkîdir. Yani müslümanlardan hiçbiri bunu inkar etmemiştir. Özellikle başkasının dua ve istiğfarını almak da tevessüldür. Doğrusu meded beklemektir. Bunu inkar etmek sapıklıktan başka bir şey değildir.

İnceleyin:  Tevessül ve İstiğase Konuları

Tevessül, El-Mâide sûresinin,“Ey iman edenler, Allah’tan korkun. O’na yaklaşmaya vesile arayın ve yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.” mealindeki 35’inci aye­tiyle emredilmiştir.

Kulu Allah’a yaklaştıran vesilelerin en önemlilerinden birisi, ayette zikredilen cihaddır. Bunun dışında sırf Allah rızası için yapılan her ibadet ve kaçınılan her yasak insanı Allah’a yaklaştıran vesilelerdir. Şefaat de bu vesilelerdendir. İster buna şefaat, ister teveccüh, İster istiğâse, ister istiâne de.. Bu kelimeler eş anlamda kullanılmıştır. Amelle tevessül, Hafız Münzerî, Neseî, Ibnu Mâce, Buhârî ve Müslim’in de tahriç ettikleri, Ibni Ömer ve Ebî Hureyre’nln hadisinden de anlaşılmıştır;

“Sizden üç nefer giderlerken uyku onları bir mağarada barın­dırdı; girdiler. Dağdan bir kaya parçası yuvarlanıp, üzerlerine ma­ğarayı kapattı. Dediler ki: ‘Gerçek şu ki, bu kaya parçasından salih amelinizi vesile ederek Allah’a yalvarmaktan başka bir şey kurta­ramaz.’ Onlardan bir adam şöyle dedi: ‘Allah’ım, benim, ihtiyar yaşlı anam babam vardı. Onlardan Önce, ehlime ve malıma dönmez ve kahvaltı yapmazdım. Birgün bir ağacın işi beni geri bıraktı da, onlar uyuduktan sonra kendilerine vardım. Onların kahvaltıları için süt sağmıştım. (Yanlarına varınca) Uykuda buldum. Onlardan önce ço­cuklarıma, iyâlime kahvaltı vermekten tiksindim. Süt bardağı elim­de olduğu halde durdum. Çocuklar ayağımın altında mırıldandıkları halde, sabah aydınlanıncaya kadar onların uyanmalarını bekledim.

Nihayet uyandılar; onlara kahvaltılarını verdim. Allah’ım, eğer ben bunu rızanı taleb etmek için yaptımsa, bize şu taştan içinde bulun­muş olduğumuz darlıktan genişlik ver.’ Taş biraz açıldı. Fakat ora­dan çıkarılıyorlardı. Diğeri: ‘Allah’ım, benim bir amca kızım vardı. İnsanlardan bana en sevimliydi. (Kendisine aşıktım.) Onu taleb ettim; o benden kaçtı. Nihayet kıtlık senelerinden bir sene onu mecbur etti de bana geldi. Benimle kendisi arasını tahliye etmek için ona yüzyirmi dinar verdim. (Zavallı) Kabul etti. Nihayet üzerine düşmeye fırsat bulduğum zaman: ‘Sana hakkından (nikahlı olmaktan) başka bir sûretle mühürü bozmak helal değildir’ dedi. Ben de onunla temas yapmaktan çekindim; üzerinden yuvarlandım.

Bana insanlardan en sevimlisi olduğu halde, ben onu bıraktım. (O fuhuşu terkettim.) Ve altını da kendisinde bırakarak verdim. Allah’ım eğer Sen’in rızanı taleb etmek için bunu yapmışsam, içinde bulunmuş olduğumuz şu darlıktan bize açıklık ver.’ dedi. Binaenaleyh kaya biraz daha açıl­dı; şu kadar ki onlar çıkmaya güç bulamadılar. Uçüncüsü: ‘Allah’ım gerçekte ben ameleler tutmuştum. Ücretlerini verdim. Onlardan bir adam ücretini bırakarak gitti. Ben onun ücretini çalıştırdım, çoğalt­tım; nihayet ondan birçok mal meydana geldi. Bir müddet sonra bana geldi: ‘Ey Allah’ın kulu, ücretimi bana öde.’ dedi. Ben de: ‘Şu gördüğün develer, inekler, koyunlar, köleler, hepsi senin ücretin- dendir.’ dedim. O da bana: ‘Ey Allah’ın kulu benimle alay etmiyor­sun.’ dedi. Ben: ‘Gerçekte seninle alay etmiyorum.’ dedim. Bunun üzerine o hepsini aldı götürdü ve ondan bir şey bırakmadı. Allah’ım eğer ben bunu Sen’in rızanı kazanmak için yapmışsam, bize içinde bulunmuş olduğumuzdan ferec ver.’ dedi. Bunun üze­rine kaya açıldı; içinden çıkıp yürüdüler.”

Bu hadîs-i şerifte, bir insanın yapmış olduğu hâlisâne ameliyle, hem kendisine hem başkasına tevessül etmesinin meşrû olduğu beyan edil­miştir. Görülüyor mu ki, “Allah’ım eğer ben bunu Sen’in rızanı kazan­mak için yapmışsam bize içinde bulunmuş olduğumuzdan ferec ver.” ifadesiyle üç şahıs da yapmış oldukları salih amellerini hem kendi­lerine, hem arkadaşlarına vesile edinmişlerdir. Bu mikdardaki tevessül ve sığınışta ümmet ittifak etmiştir. Şu kadar ki bazıları: “Bir insan başka­sının ameliyle tevessül edemez.” dediler. Amma bu söz zayıftır. Bir zâtın amelinden dolayı o zâtı vesile edinmek de vardır. Bu da Osman bin Huneyf radıyallâhu anh’ın hadîsinde beyan edilmiştir:

“Allah’ım, gerçekten ben Sen’den isterim. Rehmet nebîsi olan Peygamberin(vesilesi ve şefâatiy)le Sen’a yöneliyorum. Ey Ailâh’ın Rasûlü.. Şu ihtiyacımın giderilmesi için Senin yardımınla Rabb’ime yöneldim. Allah’ım, Onu benim hakkımda şefaatçi kıl.”

Bu hadîs-i şerîfte, Tevhîd, teveccüh, şefaat dilemek beyan edilmiştir.

1-Teveccüh = yönelme; ibadet olarak Allah’a mahsustur. Buna Tevhîd denilir. Yani Rubûbiyet Allah Teâlâ’ya tahsis edildiği gibi, zarar­ları kaldırmak, menfeatleri celbetmekte hakîkî müessirin yine Allah Teâlâ olduğuna inanmaya Tevhîd denilir. Nebî olsun, velî olsun, doktor olsun, zehirli yılan olsun; bizzat bir faydayı dokunduramadıkları gibi, bir zararı da defedemezler. Hâsılı fâil-i hakîkînin Allah Teâlâ olduğunu bilmek ve inanmak Tevhîddir.

2-Allah Teâlâ’dan bir menfeati istemekte, bir zararı defetmekte baş­kayı vasıta, vesile edinmek de meşrûdur. Nitekim Osman bin Huneyf’in hadîsinde Peygamber’e gelen a’mâ gözünün şifâyap olmasında Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’i vesile edinerek “Ey Ailâh’ın Rasûlü.. Şu ihtiyacımın giderilmesi için Senin yardımınla Rabb’ime yönel­dim.” demiştir. Sonra bunu Peygamber bizâtihi ona öğretmiştir.

Binaen aleyh bu, Peygamber’in bu sığınışı tavsiyesi etmesinin hayatına mah­sus değil, hayatından sonra da aynı sığınışın yani meded beklemenin meşru olmasının ifadesidir. Çünkü Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in vefatından sonra da ümmetine istiğfarda bulunması, hem ayet hem de hadisle sabittir. Nitekim En-Nisâ’ 64’üncü ayette,“…Eğer onlar kendilerine zulmettiklerinde Sana gelerek Allah’tan mağfireti dileseler, (inanmış ve kendisine bağlanmış oldukları) Rasul de onlar için istiğfar etse, Allah’ı ziyadesiyle tövbelerini kabul edici ve esirgeyici bulacaklardır.” buyrulmuştur.

Malum olduğu üzere, ken­dine zulmedenin, tevbeden sonra Peygamber’e gelmesi emredilmedi, “Sana gelerek Allah’tan mağfireti dileseler” buyrulduktan sonra; “(inanmış ve kendisine bağlanmış oldukları) “Rasul de onlar için istiğ­far etse” buyruldu.

İnceleyin:  Nefsani ve Şeytani Hislerden Allah'a Sığınmak

Nasıl ki doktoru ve ilacını şifâya vesile kıydıysa, böylece Allah Teâlâ Peygamberi ve Peygamberin ardınca giden salâhiyetti evliyayı ve ule­mâyı da tevbelerin kabul edilmesinde, hidayete eritmesinde ve Allah’ın mağfiretine mazhar olunmasında vesile kılmıştır. Bu Peygamberin ha­yatına mahsus değildir. Peygamberin ümmetine istiğfarı, vefatından son­ra da bu ayet-i kerîmeyle sabittir. Artık bu hükmü Peygamberin hayatına tahsis etmek, Kur’ân-ı Hakîm’e ilave etmektir. Zira usul ilmine göre, umu­mu ifade eden bir hükmün, delilsiz ferde tahsisi caiz değildir.

Ibnu Sa’d ve Bezzâr’ın tahric ettikleri İbni Abbas ve Abdullah bin Mesûddan gelen bir rivayette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

Benim hayatım sizin için hayırlıdır; çünkü siz onunla doğrudan konuşabiliyorsunuz, o da (sorularınıza cevap vermek, bilmediğiniz yeni problemlerinizi çözmek için) sizinle konuşuyor. Ölümüm de sizin için hayırlıdır; çünkü ammeleriniz bana arzedilir; iyi, güzel amellerinizi gördüğümde Allah’a hamd ederim. Kötü amellerinizi gördüğümde ise, Allah’tan bağışlanmanızı isterim”(Aclunî, 1/368).

Peygamber’in, vefatından sonraki ümmetine faydası, istiğfarı, haya* tından fazladır. Zira İstiğfarının manası, büyük günahların cezalarının tahfifi, küçük günahların mağfiretinin taleb edilmesidir. Bir anda melek­ler, ümmetinin işledikleri hesab edilmeyecek kadar hayr ve şer amelleri ona arzederler, bildirirler. Hayatta iken, bildirilen bu kadar olaylara vukûfu zor olduğu halde, vefatından sonra zor değildir. Çünkü ruh âlemin­de. beşeriyet kaydı ve hududlandırma, sınırlandırma yoktur.(Heysemî Mecmau-z-Zevâid’de diyor ki: “Bezzâr’ın ricâli sahih ricâlıdir,” Böylece Hafız Zehebî de: ibnu Sa’d’ın tahrîcinin dışında, bu hadis maktu’ değil, mevsufdür demiştir.)

Şu halde Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in, vefatından son­ra da ümmetinden belaların kaldırılması, faydanın ulaşması hakkında vesile oluşu, hem ayet hem de hadisle sabittir. İşte Vahabîler, yukardaki ayeti hayatına tahsis ederek, Bezzâr’ın hadîsini inkar edemedikleri hal­de tevil ederler.

Şimdi Osman bin Huneyfin hadîsine tekrar dönelim:

“Allah’ım, gerçekten ben Sen’den isterim. Rahmet nebîsi olan Peygamberin(vesilesi ve şefâatiy)le San’a yöneliyorum. Ey Allâh’ın Rasûlü.. Şu İhtiyacımın giderilmesi için Senin yardımınla Rabb’ime yöneldim. AllAh’ım, Onu benim hakkımda şefaatçi kıl.” diye meal yazdığımız Osman bin Huneyfin hadîsinin şerhinde Tîbî diyor ki: «’bike’ ke­limesindeki “bâ” harfi istiâne içindir. ‘binebiyyeke’ deki “bâ” harfi ta’diyet içindir.

Bu takdirde manası şöyle olur: “Allah’ım, Peygamber’in yardımı ve Ona verdiğin yetkiyle Sen’den isterim.” Bu Tevhîdin ifadesidir, ikinci bir kez “Ya Rasûlallah, Senin yardımınla Rabb’ime yöneldim; benden haberdar ol, yardıma yetiş” demektir.»

ibnu Abdisselam dedi ki: «Bu sığınış ve meded beklemek, Peygam­ber sallallâhu aleyhi ve sellem’e mahsus olması gerekir. Çünkü O, Âdem oğullarının hepsinin efendisidir. Allah Teâlâ Ona bu makamı tah­sis etmiştir. Vefatından sonra da ümmetine istiğfar eder, yardımına yeti­şir. Bu Onun yüceliğinin, kendisine şefaat izni verileceğinin izahıdır. Binaenaleyh Ondan başka, enbiya, evliya ile iksâmın olmaması gerekir. Çünkü kimse Onun rütbesine erişmez.»

İmam Subkî diyor ki: «Tevessül yani Peygamberi vasıta edinmek;istiâne yani Peygamberden meded beklemek; teşeffu’ yani belaların kaldırılmasında, menfeatlerin celbedilmesinde Peygamber’i ricacı kıl­mak, meşrû ve güzeldir. Ibnu Teymiye gelmeden evvel, selef ve haleften hiçbir kimse tevessülü, istiâneyi, teşeffuu ve teveccühü inkar etmemiştir. Ibnu Teymiye gelince bu inkar bld’atini çıkardı, bu işi inkar etti; doğru yoldan saptı.»

Ibnu Abdisselam, Peygamberin hayatından sonra da, kendisiyle Allah’a iksam( yani “Ya Rabbi, Habîb-i Ekrem’in hakkı için, hürmeti İçin şu belayı benden kaldır“ yahud “bir evlad bana ver“)ın Peygamberin şahs-ı şerifine mahsus olduğunu söylemiştir. Fakat İmam Kuşeyrî, Ma’rûf-u Kerhî kuddise sırruh’un, müridlerine: “Sizin Allah’a bir ihtiyacı­nız olduğunda benim vasıtamla ona iksam verin. Gerçekte ben şu anda Mustafa sallallâhu aleyhi ve sellem’den veraset hükmüyle sizinle Allah arasında vasıtayım.“ dediğini nakletmektedir. Bu gösteriyor ki, Peygam­bere mirasçı olanlara da sığınmak ve ondan meded beklemek vardır.

Buhârî ve Müslim’in de tahric ettikleri Ebî Saîd-el-Hudrî’den gelen bir rivayette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in buyurmuş olduğu,

“Mescid-i Haram’dan, Mescid-i Aksâ’dan, Benim bu mescidimden başkasına semere bağlanılmaz (yola çıkılmaz).” mealindeki hadiste dahi Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabr-i şerifinin ziyareti, ilmi taleb etmek için bir yere gitmek üzere semerenin bağlanması men edilmemiştir. Binaenaleyh bu hadisle, salihlerin ziyareti için yola çıkmak yasaklanmamıştır.

Hafız İbnu Hacer diyor ki: «Şeyhimiz Ibnu Teymiye’nin bu hususta cumhûra muhalefet etmesi, ondan menkul olan en beter sözüdür. İmam Mâlik, “Peygamberin kabrini ziyaret ettim” sözünü kerih görmüştür, ziyareti değil. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabr-i şerifini ziyaret etmek, üstün amellerdendir; azamet ve celal sahibi olan Allah Teâlâ’ya en yaklaştırıcıdır.»

Peygamberin sevgisi vesile olduğu gibi, Peygamberi sevenleri de vesile edinmek meşrûdur. Nitekim Tirmizî’nin tahric ettiği, Ebî Derdâ’dan gelen bir rivayette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Allah’ım, Sen’den sevgini; Sen’i seven kimselerin sevgisini ve beni sevgine ulaştırıcı ameli dilerim. Allah’ım bana (Zâtinin) sevgi(si)ni, nefsimden, malımdan, ehlimden daha sevimli kıl.” Eğer pey­gamberlerin mirasçılarının sevgileri de vesile olmasaydı, Fahr-i âlem sallallâhu aleyhi ve sellem bu duayı öğretmezdi. Binaenaleyh Ibnu Teymiye nin, et-Tevessül vel Vesîle adlı eserinde, şahıslarla tevessülün caiz olmadığını, dualarıyla tevessülün caiz olduğunu söylemesi de doğ­ru değildir. Zira zâtın duasıyla tevessül ile zatıyla tevessül arasında hiçbir fark yoktur.

Vahabîlerin, şefaati, tevessülü, teveccühü reddetmekte ibnu Teymiye’yi kendilerine siper etmeleri, kafirlerin hakkında şefaatin kabul olunmayacağını beyan eden ayet ve hadisleri müslümanların da hakkında icra etmeleri, sapıklıktan başka bir şey değildir. İnşâallah Cenâb-ı Hakk nasîb-i müyesser ederse, bu hususta bir risâle yazarız. Şimdilik bu kadarla iktifa edelim.

İsmail Çetin-Ehli Sünnetin Nazarı İtikadın Ölçüsüdür

 

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir