Peygamberin Ruh ve Bedenle Mirâcı Haktır
Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in mi’râcı hak ve doğrudur; Onun şahsına hastır.
Habîbullah en yüksek mevkiye çıkmış ve orada Hakk Teâlâ’yı görmüştür.
Rasûlullah’ın fiilî mucizelerinin en büyüğü mi’râcdır.
“Bir gece, kendisine ayetlerimizden bir kısımını gösterelim diye, (ruh ve cesedden ibaret Muhammed) kulunu Mescid-i Haram’dan, çevresini mubârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir. O, gerçekten işitendir, görendir’mealindeki El-lsrâ sûresinin ilk ayetiyle. Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya kadar mirâc-ı şerif tasrih edilmiştir; inkarı küfürdür,
‘’esra’’kelimesinde, işareten üç hikmet vardır
1-‘’sera’’denilmeyip de’’esra’’ buyurulmuştur. ‘’esra’’’daki hemze harfi teaddî için değildir. Eğer ‘’sera’’ olsaydı “bâ” harfi ile müteaddi olurdu. ‘’esra’’nın hemzelı olduğu halde “bâ’’ ile müteaddi olması, sebeblere tevessül etmeye işaret olduğu gibi, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem tecerrüd makamında yücelmiş demektir. Peygamber bütün nefsi arzularından da sıyrılmıştır. O halde Rasûl-u Zîşan bu kabiliyetle tebliğe memur olmuştur. Fakat tebliğ Allah Teâlâ’nın emri üzerinedir. “Bâ’’ harfinde, musâhabe, mülâbese manaları da vardır.
Ehli velâyetin, tecerrüd makamındaki urucât-ı rûhâniyelerlne de işaret vardır. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in risâlet makamı, kendisinin velâyet makamından üstündür. Amma evliyânın ise, bazılarında irşad, bazılarında velâyet makamı üstündür. Cumhûr-u ehli kelâmın ve ehli hadîsin görüşü de böyledir.
2-‘’esra’’ yerinde ‘’deha’’ denilmemiştir. Çünkü Zât-ı Ahmediye hiç bir şeye talib olmadığı halde, kendi fazlu kereminden Allah Teâlâ Onu yerden alâ mekâna” kadar yükseltmiştir. O’na iyilik ederek seyr-i âfâkî ve enfüsî-den Esmâu-I-Hüsna tecellîsiyle şereflendirmiştir. Bu tecellî sadece Zât-ı şerifine mahsus bir tecellîdir.
3-‘’esra’’nın hemzesi, manasını tahsin içindir. Böyle olunca risaletin kemâlâtına işaret olur. O bütün peygamberlere yapılan tecellîlerle şereflendirilmiştir.
Cismen Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in yükselmesine de üç şekilde “abd” kelimesinde işaret vardır. Binaenaleyh cisim olarak mi’râcı inkâr eden, ehli bid’at ve ehli küfrün şek ve şübhesine kapılmıştır. Çünkü “Abd” kelimesi, ruh ve bedenden ibarettir. Öyleyse, Rasûlullah’ın mi’râcı, ruh ve cesedle olmuştur. Bundan dolayıdır ki, ubûdiyet makamı risalet makamıyla te’kîd edilmiştir.
Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in ubudiyet makamına yirmi işaret verilmiştir:
1 -Rasûlullah’a “abdiyeti” yani kulluğu nisbet etmek, Rasûlullah’ın velâyet makamının, risâlet makamından daha yüksek olmasına işarettir. Şeyh-ul-Ekber ve birçok ehli tasavvufun mezhebi de budur.
Şeyh Abdulvahhab Şa’rânî Hazretleri el-Yevâkıt velCevâhir adlı eserinde diyor ki: «Hazreti Rasûi-u Ekrem’in velâyet makamı, nübüvvet makamından daha yüksektir. Şeyh-ul-Ekber’in münkirleri, bu ibareyi değiştirerek telkin ettiler; ve dediler ki: Muhyiddîn Arabi’ye göre, mutlak yelâyet, nübüvvet makamından daha üstündür. Fakat dediğim gibi Şeyh-ul-Ekber de, Rasûlullah’ın kendisine has olan velâyetin, yine kendisine has olan nübüvvet makamından üstün olduğunu söylemiştir.»
Şu halde abd kelimesinin Allah Teâlâ’nın Zât-ı Şerifine râci olan zamire izâfesi, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in risâletinin ve nübüvvetinin, en üstün ve en mükemmel oluşunun ifadesidir. Bu itibarla şahadet kelimesinde, ‘’abduhu ve resuluhu’’ deriz. Yani önce abddir, sonra rasuldür. Zira
2-Abd kelimesinin, ruh ve bedene şumûlü vardır.
3-‘’abdihi’’izâfesi, Zât-ı Akdes Teâlâ’nın yüce tenzih ve tevhidinin ifadesidir. Yahudiler Üzeyri hristiyanlar îsâ’yı rabbleştirip, onlara Rubûbiyyet sıfatlarını isnad etmekle Tevhidden ve Tenzihten uzaklaştıkları gibi, Müslümanlar da o nisbette Tenzih ve Tevhide ulaşmışlardır. İşte, ayet-i kerimedeki ‘’Abdihi’’nin izafesi, mahluktan Rubûbiyet sıfatlarını selbetmek için vârid olmuştur.
4-‘’bi abdihi’’ diye “abd” kelimesinin “bâ” harfiyle kullanılışı, mertebe-i sâniyeye işaret eder. Çünkü abd, tezellül demektir. Doğrusu Allah Teâlâ’nın Zât-ı Şerifine karşı zilleti arzetmektir. Zilletin arzedilmesi de, kavil olur, buna hamd denilir… fiili olur; namaz gibi.. Binaenaleyh Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, bütün hayatında üç şeyi insanlara tebliğ etmiştir: Birincisi Hâlık’ın azametini; İkincisi Hâlık’ın nizam ve hükmünü; üçüncüsü, kulların Allah Teâlâ’ya muhtaç olmalarını ve ölümden sonra huzuruna dönüşlerini.. Şu halde, Rasûlullah’ın mertebesine hiç kimse erişemez.
5-“Abd” ruh ve cesedden ibarettir, öyleyse mi’râc rûhânî değil, cismânîdir. Abd kelimesi izâfe vasıtasıyla, ma’rife olan [ he ] zamirinden tarifi kesbedince, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in üstünlüğüne, melekler âleminde tanınmış olduğuna ve en son bütün beşer âleminde tanınacağına işaret eder. Öyleyse mertebe olarak kendisi, en yücedir. Bu makamda diyebiliriz, ‘’ehad’’ile ‘’Ahmed’’ arasında “mim” farkı vardır. Yani, Ehad, Zât’ında ve Sıfatında bir tek ma’bûddur; Zât’ında, Sıfatında ve Fiilinde ortağı yoktur; kemal vasıflarıyla vasıflanır. Ahmed ise, mahlukudur, kuludur; izniyle tasarruf eder; kudretiyle yaşar; emriyle buyruklarını bildirir. Bir tek insan.. En üstün insan..‘’allahumme salli ala seyyidina muhammedin ve ali seyyidina muhammed’’ dediğimizde, önce Allah’ı ve sonra O’nun Rasûlü’nü zikretmiş oluyoruz. En faydalı zikir budur.
6-Mi’racın gece olmasından hikmet, gece ibadetinin gündüz ibadetinden daha faziletli olmasına işarettir. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, en çok gecenin son kısmında ibadetini icra ederdi. “Onun için, ruh ve cesedle urûc etmiştir. Tâ ki, meleklere de tanıtılsın.
Âlûsi diyor ki: «Mirac meselesi uyanıklıkta veya uykudadır diye ihtilaf olmuştur. İmam Hasan’dan mervf olan, mi’râcın uykuda olmasıdır. Ve böylece de Hazreti Ayşe ve Hazret! Muaviye radıyallâhu anhumâ’dan rivayet olunmuştur. Lâkin her ikisinden rivayetin sahih olmaması umulur. Zira o vakit Hazreti Ayşe küçüktür; Hazreti Muaviye müsiüman olmamıştır. Cumhûra göre Mi’râc, Ka’bede beden ve ruhla beraber vuku bulmuştur. Cumhurun delili şudur: Mi’râc rüyada olsaydı İnkar edilmezdi. Ayet-i kerîmedeki “rü’ya” kelimesi “rü’yet” yani gözle görmek demektir. Lâkin sahih olarak, mi’râc bir kaç sefer olmuştur; bir seferde de beden ve ruhla beraber…»
Muhtemel ki, Muaviye ve Ayşe radıyallâhu anhumâ’nın rivayetleri, ayet-i kerîmede tasrih olan mi’râcdan başkasının beyanıdır.
Şeyh Abdulvahhab Şa’rânî El-Yevâkıt velCevâhir adlı eserinde diyor ki: «Hazreti Rasûl-u Ekrem buyurmuştur ki: “Âdem, Mûsâ, İbrahim peygamberlere rastladım.”.. Ey ruhânî mi’râc olmuş diyen kimse, senin bu hadîs-i şerife nasıl imanın vardır?!. Ruhlarına rastladım demiyor Rasûl-u Ekrem. Meselâ Mûsâ ile isimlendirilen zâta rastlamamışsa, Rasûlullah’a yalan isnad edilmiş olur. Binaenaleyh Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, ruh ve cesedle mi’râca çıkmıştır.»
Şeyh-ul-Ekber, mi’râcın otuzdört kere vuku bulduğunu, bir keresinde ruh ve cesedle olduğunu söylemiştir. Mi’râc rüyada yahud rûhânî olarak vuku bulmuş diyenlerin sözü, cismânî olmayan mi’râclara hamlolunur.
Hâsılı, Peygamber’in cismânî mi’râcını inkar edenler ehli bid’attirler. Çünkü ehli hadîsin ittifakıyla da, vârid olan hadislerde mirac, ruh ve cesedle vuku bulmuştur. Aksi takdirde inkar edilmezdi.
7-Bu makama vâris olan evliyaların rûhânî mi’râclarına da işaret vardır; kâmil müminin namazı mi’râc olduğu gibi..
8- Rasûl-u Zîşan’ın mi’râc gecesinde küreleri ve bütün âlemi, ayn-el -yakîn olarak vâkıf olup gözleriyle görmesi tasrih edilmiştir. Allah Teâlâ melekûttaki tefekkürünün kolaylaşması için Habîbi’ne birçok ayetleri göstermiştir. Ve gök âlemi Onunla müşerref olsun diye mi’râcı ihsan etmiştir. “kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye” cümle-i tayyibesi tasrih etmiştir. ‘’nuriyehu’’ kelimesi, bir mefûle müteaddî oluşundan da, mi’râcının cismânî oluşunu beyan etmektedir. Aksi takdirde, yani kalbiyle görmek olsaydı, iki mef’ûi isteyecekti. “Gözüyle görsün diye” manasını ifade etmektedir. Nitekim gök âlemi şikayette bulunmuştu.
9-‘’biabdihi’’’nin “bâ” harfi musâhabe mânâsını bildirir ki, maiyet makamıdır. O’nun içindir ki Rasûlullah’ın tazimi ve yüceltilmesi, Allah’ın tazimi gibi emredilmiştir. Hakkındaki tazim şöyle olur: Hazreti Rasûlullah aleyhissalâtu vesselam, Yaratıcı’nın en yüksek ve en sevgili kuludur. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, hiçbir an zikirden ayrılmamıştır. Kalbindeki zikre ara verdiği zaman istiğfar etmiştir. Nitekim Müslim’in de tahric ettiği Eğar el-Müzenî radıyallâhu anh’tan gelen bir rivayette şöyle buyurmuştur:
“Gerçek şu ki( Benim kalbimin özerine perde (zikre ara veren hatara) gelir de, şübhesiz Ben günde yüz kere estağfiruflah derim.’’
Demek Peygamberin istiğfarı, bu gibi şeylerdendir. Buna zelle denilir.Bazı serseriler Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in, yüce maiyet makamını idrak etmediklerinden, “En-Nasr sûresinde Peygamber istiğfar etmekle emrolunmuştur; öyleyse masumiyet sıfatı kendisinden ayrılabilen sıfattır’’ demişlerdir. Bu korkunç hatadır.. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in istiğfarı, zikre ara vermekten dolayıdır. Emrlere gelince. İlâhî hitablâr kendlslnedlr; hitablardaki emr, ümmetinedlr.
1O-Kuds-i şerifte bilfiil bütün peygamberlere ve lâ mekanda meleklere imam olmuştur. Demek kendisinde risâlet ve nübüvvet makamı, bununla kemâle ermiştir.
11 –Cenâb-ı Hakk’ın “lstivâ”sı olduğu gibi, Onun da istivâsı arşa olsun diye mi’râc ihsan edilmiştir. Cebrâil Emîn, bunu müşahede edince, kelime-i şahadet getirmiştir. Bazı talebeler bunu bilmece olarak sorarlar: “Peygamber demedi, Allah demedi; kim demediyse kafir olur. Bu nedir?”
Lâ mekanda Allah’ın Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem Zâtî tecellîlerle şereflenince, kalb-i şerifine gelen Rabbânî ilhamla:
“Güzel övgülerden İbaret bütün ibadet,fiilî tazimden ibaret namaz gibi bedeni ibadetler; mala teşekkür olacak zekat gibi mâlî ibadetler, Allah’a mahsustur.” deyince, Allah Teâlâ azametiyle:
“Selam ve selâmetler,rahmetim ve bereketlerim Senin üzerindedir ey Nebîm.” buyurmuştur. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, o üstün şuhûdî tecellîlerde zevk ve vecdde olduğu halde, şâir nebîleri, salih kulları unutmayarak:
“Selam ve selâmetin bizim (nebîler) ve salih kulların üzerinde de olsun.” diye niyazda bulunmuştur. İşte bu iki tahıyeyi işiten Cebrâil aleyhisselam:
“Ben Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammedin de O’nun kulu ve rasûlü olduğuna şahadet ederim.” demiştir.
12-‘’linuriyehu’’ kavl-i celîli, yani “kendisine gösterelim diye” manasındadır; ve mi’racın bazı hakikatlerini açıklamıştır. O hakikatlerden biri de, Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in ufuktaki ayetleri, gözüyle görmesidir.
Müslim ve Buhârinin de tahric ettikleri, Ebî Kattâde’den gelen rivayette, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: “Rüyada Beni gören, hakk(Benim şahsım)ı görmüştür.” Yine Müslim ve Buhârinin tahric ettikleri Ebu Hureyre’nin hadîsinde:
“Kim Bani rüyada görse, ilerde (dünyada keşten yahud ahirette ayânen) Beni görecektir.
Her halde şeytan, Benim sûretimde temessül etmez.’’ buyurmuştur.
Eğer rüyasında gerçekte Peygamberi gören kimsenin hali böyleyse, aksini yani Peygamberin onu görmesini düşünelim.
Ashab radıyallâhu anhum, bu makamda yıldızlara benzetilmiştir. Çünkü Onun nûr-u nübüvvetinden iktibas etmişlerdir.
13 –Rasûlullah’ın hayatından sonra da, O’na tevessül etmenin cevâzına delâlet eder. Onun için Tehıyyattaki “Selam ve selâmetler, rahmetim ve bereketlerim Senin üzerindedir ey Nebîm.” sözüyle beraber, her mü’min Onu selamlar. Bu tevessülün ifadesidir. Binaenaleyh vefatından sonra da, mü’minlerin kendisine verecekleri selamdan haberdar olmaktan ziyade, mû’minleri görür. Çünkü cümle-İ fiiliye, teceddüdü gerektirir.
14-Mi’râcda Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, cennet ve cehennemin aynını görsün, tâ ki rahatlıkla târif etsin diye, gözüyle ayetleri görmüştür. Tabiî olarak göz ile görülen bir cisim hayâlde tutulup daha kolayca tarif edilir. Evet Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, cennet ve cehennemi gözüyle görmüştür.
15-Mi’râcın hikmetlerinden biri de, son zamanda aletlerle çıkan kimseleri ilzamdır. Lâ mekâna kadar Rasûiullah’ın vasıtasız gitmesi en büyük mucize ve hüccettir. Şeyh İsmail Bursevî Ruh-ul-Beyan tefsirinde der ki: « Eğer benden sorarsan, Hazreti Rasûlullah cismiyle neyin içinde mi’râca götürüldü? Ben derim ki, Bahr-ul-Ulûm kitabında yazıldığı üzeredir: “Ben bir gecede lü’lü’den işlenmiş ve altından döşenmiş bir kafes içinde mi’râca götürüldüm.’’»
Aynı hadîsi imam Suyûtî, Ed-Dürr-ul-Mensûr fitTefsîr-i bil Me’sûr adlı eserinde şu lafızla tahric etmiştir:
“Ben bir gecede lü’lü’den işlenmiş ve altından döşenmiş bir kafes içinde götürüldüm. Ondan nur dalgalanırdı. Ve üç şey Bana verildi: Gerçekte Sen resullerin efendisisin. Ehli takvânın imamısın. Abdest suyundan yüzleri ve elleri parlayanların liderisin.”
Cesaret etseydim diyecektim ki, füzeye işarettir, lâkin bilmiyorum. İlâhî bir füze mi?
16-Mekkeden doğrudan doğruya gitmeyip de, Mescid-i Aksâ’dan gitmesi, orayı görüp vasfetmekle cismânî ve ruhânî mi’racını millete tesbit etmeye güç bulsun ve orada şâir enbiyâ ile görüşmesi temin edilsin diyedir.
17-Allah Teâlâ’nın Es-Semîi’ ismiyle Ona tecellî edip, Onun vasıtasıyla Kurân’ı; ve varisleri vasıtasıyla Onun hadislerini işittirmesine işa-rettir. Nitekim bu tecellî, şimdiki asırda tamamen tahakkuk etmiştir. Dünyaya an çok yayılan Kur’an ve hadislerdir. Ayrıca hiçbir saat geçmez ki, o saatte ezân-ı şerifler okunmamış olsun. Binaenaleyh bu ayet-i kerîmede, davasının umumluğuna da işaret vardır.
18-Mi’râcda Allah Teâlâ El-Basîr ismiyle Ona tecellî etmiştir ki, O vasıta olmaksızın hiçbir kimse kemâle eremez. Hazreti Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, El-Basîr isminin tecellîsiyle, ön tarafını gördüğü gibi, önceki asırları; arka tarafından gördüğü gibi, sonraki asırları dahi görmüştür. Nitekim Neseî ve Abdullah bin Ahmed’in tahric ettikleri Enes radıyallâhu anh’tan gelen bir rivayette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: “…Nefsim kudretiyle yaşayana andolsun, sizi önümde gördüğüm gibi arkamda da görüyorum.“ buyurmuştur. Bu görmek, Onun şânından, kendisine mahsus bir mu’cizedir. Gördüğü gibi, işitirdi de. Demek bedeni de ruhu gibi şâir bedenden ayrı ve şeffaftır.
19-Maşuk aşıkını cezbederken, aşık farkına varmaz. Bu çekiş ve İncizâbın hakîkatı, mahbûbiyet makamıdır. Malumdur ki sevilen sevdiği kimseyi çekerken, seven, çekiş ve incizâbın durdurulmasına muktedir ve güçlü olamaz. Şu halde Cenâb-ı Ehad, Cenâb-ı Ahmed’i çektiği vakit, elbette Cenâb-ı Ahmed farkında olmadığı gibi, mi’râca gitmemeye de güçlü değildi. Allah Teâlâ Onu, beşeriyetine üstün bir kabiliyet verdikten sonra kendisine tabiî kanunları iptal ederek “lâ mekâna” kadar yükseltmiştir.
20-isrâ’ sûresinin birinci ayetinde Zât-ı Akdes Teâlâ Kendi ismini gizlediği gibi Habîb-i Kibriyâ’nın ismini de gizlemiştir. Bunda, sevilen ismin yüceltilmesi edeblerini öğretmeye işaret vardır. O halde Habîb-i Kibriyâ’nın çağrılmasında, “Yâ Muhammed” sallallâhu aleyhi ve sellem diyerek bizzat ismini değil, ancak sıfatlarını meselâ “Yâ Habîballah” dememiz edebi öğretilmiştir. Bu edeb burada işareten emrolunduğu gibi, el-Hucurat sûresinin 2’nci ayetinde sarahaten emredilmiştir. Müezzinlerin minarelerde; şairlerin şiirlerinde; mealcilerin “Ey Muhammed” demeleri hatadır ve edebe aykırıdır. Çünkü hiçbir ayette “Ya Muhammed” denilmemiştir.
İşte mi’râc-ı Nebevideki “abdihi” kelimesinde, Cenâb-ı Rabb-ul-İzzet O’nun ismini almamasındaki hikmeti bize öğretiyor. Binaenaleyh Şeyh Abdulvahhab Şa’rânî Latâif-ul-Minen kitabında şöyle söyler; Eğer hakîki olarak zikrin doğru olmasını ararsan, bak hakîkî zikrin işareti şudur: Zikir anında dilin yanması veyahut ucunda uyuşma olursa, zikir hakîkîdir. Bu makamı elde etmenin tek çaresi, Islâm hukukuna uymaktır.
İsmail Çetin-Ehli Sünnetin Nazar İtikadın Ölçüsüdür,syf.350-356